22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

6 31 AĞUSTOS 2008 / SAYI 1171 7 Yola deneyelim diye çıktılar, müzikleri beğenilince sahnede kaldılar. Kendilerine seçtikleri isim, Post Dial. Yiğit Bülbül, Sinan Tınar’ı aranılan grup kılan sadece müzik değil, dans ve görsel şovlarıyla da alışkanlık yapıyorlar… Aslı Borucu nlar görmeye alışık olduğumuz steril elektronik adamlardan değiller. Sahneye tüm enerjilerini koyup alınlarındaki tere aldırmadan müzik yapıyorlar. Enerjileri seyirciyle büyüyor ve ortaya bambaşka bir şey çıkıyor. Ekimden itibaren yeniden Dogzstar’da sahne alacak Post Dial grubunun afişlerini ve web sitesini Onur Sönmez, konser görsellerini Efe Mert Kaya ve Maurizio Braggiotti hazırlıyor.Yiğit Bülbül ve Sinan Tınar ile müziğe dair bir sohbet gerçekleştirdik. Müziğe nasıl başladınız ? Sinan Tınar: Biz ortaokuldayken tanıştık ama müziğe ayrı ayrı başladık. Ben davul, Yiğit gitar çalıyordu. Yiğit Bülbül: Ortaokulda ve lisede hep beraberdik. Hafta sonları birimizin evinde kalıyor, “deneysel” bir şeyler yapıyorduk. Sonra İstanbul’a geldik… S.Tınar: Post Dial adını lisedeyken koyduk. İstanbul’a geldiğimizde, Post Dial’ı burada da kurarız dedik ama nasıl bir şey olacağına dair fikrimiz yoktu. Sonra tekrar eve kapandık, bu bizim için bir ritüeldi. Hâlâ da müzik yapmak için kendimizi odaya kapatıyoruz. Şarkılar yapıp, myspace ve last fm’e koyduk. Bir adım daha ileriye götürüp canlı çalmaya başladık. Y. Bülbül: Beş aydır canlı çalıyoruz. Kısa sürede bu kadar çok şeyin değişeceğini düşünmemiştik. Müziğinizi diğerlerinden farklı kılan şey nedir? Y.Bülbül: Aslında ben çok diğerleri göremiyorum. Türkiye’de çıkan gruplar genelde rock tarzında oluyor. S.Tınar: Bağımsız bir ruhumuz var ve onu popüler Fotoğraf: Maurizio Braqqiotti olana doğru götürmeye çalışıyoruz. Bu noktada ufak bir kırılma yaşanıyor, diğerleriyle aramızda. Müziği dört dörtlük, karakterli yapmaya gayret ediyoruz, çalmadan, çırpmadan. Türkiye’de hikâyesini alıp okuyacağın, üzerine kitap yazabileceğin, gerçek karakteri, kimliği olan bir grup ben daha görmedim. Y.Bülbül: Grupların tutkuyla bağlı oldukları bir ekol yok . Bizim böyle bir özelliğimiz de var; belli şeylere çok bağlıyız, bunu günümüze taşımaya çalışıyoruz. Bütün konserlerinizde görsellik ön planda. Görseller müziğinizi nasıl besliyor? S.Tınar: Bizi izlemeye geldiğinde alacağın şey sırf müzik değil. Bunun içinde sahne, dans ve görseller de var. Bunların hepsi bir bütün oluşturuyor. Opera ya da tiyatro izliyor gibi düşünebilirsin. Geldiğinizde farklı bir şey görüyorsunuz, bunun içinde ekran, sahne ve bambaşka hale dönüşmüş şarkılarımız var. Y.Bülbül: “Çağımız bu noktada, biz de görsel koymazsak ayıp olur” gibi bir düşüncemiz yok. Barda Kentlinin savunma silahı, müzikçalar... Aslı Borucu stanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji bölümü öğrencileri Birce Pakkan ve Ezgi Toprak ile “Kentli Kültüründe Yükselen Trend; Kişisel Müzik Çalarlar” adlı projeleriyle ilgili konuştuk. Neden bu konuyu seçtiniz? Ezgi Toprak: Kentte herkesin kulaklık takması dikkatimi çekti. Otobüse biniyorsun, yolcuların yarısından çoğu programlanmış gibi müzikçalar dinliyor. Biz de kulaklık takmadan dışarı çıkmayanlardanız. Nasıl bir ihtiyaç olduğunu bildiğimiz ve deneyimlediğimiz için kişisel müzikçalarların kent kültüründeki yerini incelemek istedik. Birce Pakkan: Bu projeden önce neden ipodsuz dışarı çıkamıyorum diye kendime hiç sormamıştım. Kişisel müzikçalarlar ile kentin ortak paydası, aralarındaki ilişki nedir? E. Toprak: Kentte sürekli toplu alanlara çıkmak durumundasın. Gün içerisinde dışarıya çıkmadan yaşamak zor. Sokağa çıktığın anda da bir sürü yabancı insanla karşılaşıyorsun. İnsan, yalnız geçirdiği vakti bir şeyle doldurma ihtiyacı hissediyor, bu noktada da zamanı keyifli geçirmek için kişisel müzikçalarlar devreye giriyor. Yolda yürürken sıkılmamak , yalnız hissetmemek için bunu kullanıyorsun ama bunu taktığın sürece etrafa karşı yabancılık hissin artmıyor mu? E. Toprak: Kafandakine odaklanıyorsun o an. Şarkı dinlerken herhangi bir anını hatırlıyorsun, kendini bir klipte ya da filmde hissediyorsun. Aklından bin bir türlü şey geçiyor. Saatlerce bir yere odaklanıp bakıyorsun, sonra gözünü bir çeviriyorsun, aslında fark etmeden otobüste karşında oturan adama bakıyormuşsun. Gözler o an çok seçmiyor, kulak seçiyor. B. Pakkan: Kentte çok fazla sesli uyaran var. Sesli uyaranları seçemiyorsun. Ben karşımdakini görmek istemiyorsam diğer tarafa bakabilirim, çünkü göz kapaklarım var, ama kulak kapaklarım olmadığı için her türlü sese maruz kalıyorum. Kendi seçtiğim müziği dinlemek beni hem motive ediyor, hem de kentin o monoton, mat gürültüsünü dışarıda bırakıyor. Kendi seçtiğim müziği dinliyor olmam, bana bir kontrol hissi veriyor, iktidar kurmamı sağlıyor.. Ama kenti hiçbir zaman tam olarak deneyimleyemiyorsun... E. Toprak: Yarı dönek bir deneyim. Sen ne kadar kulaklığını takıp bu benim dünyam diye kendi rüyanın içinde dolaştığını düşünsen de, karşına pat diye bir araba çıkar ve kent sana “ben burdayım” der. O zaman gözümü daha çok açmalıyım tehlikelere karşı. Yani ipod bir yandan kayıtsızlık hissi yaratırken bir yandan daha dikkatli davranmayı sağlıyor kente karşı.. B. Pakkan: Kulağını kapattığında elinde olmadan görselliğe yoğunlaşıyorsun. Mülakat yaptığımız katılımcılardan biri kulaklığını çıkarmadan karşı dükkanların ya da evlerin camlarından araba gelip gelmediğini kontrol ettiğini söyledi. Kendine göre savunma mekanizmaları oluşturuyorsun. Müzikçaları artık kendinden bir uzuv olarak düşünüyorsun. E. Toprak: Kimi sosyologlar bunu kentli insanın günlük taktiği olarak sunmuş. Kulaklık kullanmak çeşitli illüzyonlara sokuyor insanı. Kişisel müzikçalar kullananlar sokakta yürürken kendilerini yönetmen koltuğuna oturtup, herkesi kontrol etme gücüne sahip olduklarını mı düşünüyorlar? E. Toprak: Kendini bir video klibin içinde hissediyorsun. Sen başroldesin. Orada bir tek sen varsın, kentin gidişatı senin hayatın üzerinden akıyor. Kentin parçası olmaktan çok onun merkezi haline geliyorsun. B. Pakkan: Hem yönetmen hem seyirci koltuğundasın. Kendi seçtiğin müziği dinlerken etrafındaki her olayı istediğin şekilde yorumluyorsun. Bu da insana sanki kendi yönettiği filmi izlermişcesine belli bir güç veriyor. İçinde kaybolmak için Post Dial perde var, boş durmasın diye koymuyoruz görselleri. Sahnede olup onlarca insanı coşturduğunu görmek nasıl bir his ? Y.Bülbül: Mükemmel bir his. Kendimiz eğlenelim, kendi yeteneklerimizi sergileyelim boyutunda kalmıyoruz. Müziğimizi yaparken kendi duyduğumuz şey kadar insanların buna nasıl tepki vereceğini de düşünüyoruz. İnsanların verdiği pozitif tepkiler bizi çok mutlu ediyor. Biz şov yapmıyoruz, seyircilerle beraber bir şov oluşturuyoruz. S.Tınar: Seyirciyle karşılıklı beslenerek büyüyoruz, bir kartopu gibi. En son konserimiz bu açıdan oldukça iyiydi. Gelecekte kendinizi nerede, ne yaparken görüyorsunuz? Y.Bülbül: Kısa vadeli düşünüyorum daha çok, uzun vadede her şey çok pozitif çok negatif olabilir. Kesin olan tek şey sonuna kadar müzik yapacağımız. S.Tınar: Dışarıya açık bir müzik yapıyoruz, sözler İngilizce. Yurtdışında da takip oluşturmak istiyoruz. Kısa vadedeyse Türkiye’de bir kitle oluşturmamız gerekiyor. Şu an kitlemiz var mı yok mu bilmiyorum, ama yavaş yavaş oluştuğunu düşünüyorum. Y.Bülbül: Avrupa’da herhangi bir festivale gittiğimizde bizi bilen yüz kişi varsa bu, Türkiye’de hakkımızda yazılan yüz yorumdan daha değerli. Örnek aldığınız gruplar kimler? Y.Bülbül: Beğendiğimiz ve örnek aldığımız çok grup var. Ancak bunların hepsi müziğimizde gözükmüyor, ama bu ileride gözükmeyeceği anlamına da gelmez. Müziğimize yansıyan gruplar New Order, Primal Scream , Depeche Mode, Chemical Brothers, Joy Divison.. S.Tınar: Yüzeyden baktığında Post Dial buna benziyor diyeceğin gruplar bu isimler. Esinlendiğimiz müzikler, filmler, kişiler ya da kitaplar bizi bir noktaya getiriyor. Biz de o noktanın ürünü olarak müziğimizi ortaya koyuyoruz. Yani yüzeyden görülemeyen, farklı disiplinlerden gelen bir çok esin kaynağımız oluyor. Y.Bülbül: Bu soruya çok açık bir cevap veremememizin sebebi sadece kendi tarzımızdaki şeyleri dinlemiyor olmamız. Yapılmış her türlü müziği dinliyoruz, hepsinden de besleniyoruz. Tarz, kullandığımız sesin frekansından öte daha çok bizim beynimizde müziğin nasıl oluştuğuyla alakalı. İlla elektronik müzik yapacağız diye bir iddiamız yok. Sahnede öyle bir yoğunluk oluyor ki bütün bu enerjinin iki kişiden çıktığına inanamıyor insan.. Y.Bülbül: “Sahnede herifler playback yapıyor” modunda değil de “herifler yırtınıyor ve enerji saçıyorlar” gibi algılanması bizi mutlu ediyor. İstediğimiz bu. http://postdial.net http://myspace.com/postdial İ Bu rol kişileri bireyciliğe sürüklemez mi? B. Pakkan: Şehirli insanlar arasına ikinci bir duvar ören, var olan duvarı daha da güçlendiren, iletişimsizliği arttıran bir şey bu. Ben yanımdaki insana saati sormak istesem de onu rahatsız etmiyorum. Çünkü o kulaklığı takarak bana o an “ beni rahatsız etme ben kendi dünyamda takılıyorum” mesajı veriyor. E. Toprak: Katılımcılardan Ayşin, kişisel müzikçalarların keyifli vakit geçirmesini sağladığını söylese de insanları paylaşıma kapattığını da vurguluyordu. Katılımcılardan biri özellikle evden çıkmadan önce müzikçalarını açtığını, bu şekilde evi sokağa taşıdığını söylüyor. Projenizde siz de kişisel müzikçalarların özel ve kamusal alan arasındaki keskin sınırı bulanıklaştırdığını vurguluyorsunuz... E. Toprak: Toplu alana çıktığında kendini sürekli bir öteki gözünden değerlendiriyorsun, bu da rahatsız edici bir şey. Kulaklıkla çıktığın anda evdeki hayatı sokağa taşıyorsun. Daha soyut bir geçiş sağlıyor. B. Pakkan: Kamusal alan ve özel alan kavramlarını ironik bir biçimde dönüştürüyor. E. Toprak: Dinlediğin müzik farklı sürece atıyor seni, herkes dinlediği müziğe bağlı olarak farklı süreçlerde deneyimliyor kenti. Gerçekliğe karşı bilinçsiz olarak bir duvar örüyorsun. Bu durum içinde hayata karşı bir korku barındırmıyor mu ? E. Toprak: Kulaklık takmadan da içinde öyle bir korku var. Kimseye bulaşmadan, kazasız belasız en kısa zamanda eve gideyim diyen bir kentli taktiğin her zaman var ama bunu sürdürmek ne kadar mümkün? Kulaklık da bu taktiği sürdürmek için kullandığın bir araç. Ötekilerin bana dikkat etmeyecek olması, onların benim dikkatimi çekmeyecek olmaları rahatlatıcı bir şey. B. Pakkan: Ben buna korku diyemem. Dikkatini tek yere odaklamanı sağlıyor. Korkudan çok hayatın daha kolay idare edilmesini sağlıyor. Müzikçalarları üreten firmalarda bu korkuyu beslemek istemiyorlar mı? Ipod salt bir müzik dinleme aracı olarak karşımıza çıkmıyor. B. Pakkan: Bunları üreten insanlar da bunun farkında. İnsanların sığınmak istedikleri şeyleri bilinçli olarak üretiyorlar. E. Toprak: Bu bilinçli olarak “kente bulaşmamam lazım, kentten korkuyorum” demek değil. Eğlenceli zaman geçirmek, o vaktin hızlı akmasını sağlıyor. Biri benimle konuşuyor gibi hissediyorum yürürken. Kentin, insanın üretken düşünmesini bozan bir yapısı var. Dışarıdan duyduğun her sese kulak kabartmak durumundasın. Senin tek ses duyman daha üretken düşünmeni sağlıyor. Kendi ilişkine, işine, hayatına odaklanıyorsun. Yine benmerkezli bir şeyden bahsediyoruz. Diğer insanları görmemizi engelliyor.. B. Pakkan: Bu kentli olmanın bir sonucu. Kentte insanlar kayıtsızlık içindedir. Aramızda milimler olur ama ben hiçbir zaman bir yabancıyla göz/söz temasına geçmem. Kişisel müzikçalarlar bu kayıtsızlığı arttıran bir şey. E. Toprak: İnsanlarda “ben olmasam da birileri yere düşene yardım eder” düşüncesi var. Bir de kulaklık olduğunda karşılaşabileceğin ‘tehlikeli’ sahnelerden iyice sıyrılıyorsun. Ben kendi skecimi oynuyorum, diğerleri sadece birer figüran. Serap Borucu yürüyüş yaparken kullanıyor, Karel Bensusan bakkala giderken bile kulağından çıkarmıyor. Mp3 çalar, ipod gibi kişisel müzikçalarlar insanı insandan uzaklaştırıyor. Kulaklık takan, karşısındakine bana dokunma, bana adres sorma diyor. Bu, kullanıcıya “tarafsız” bir bölge de sağlıyor, sokağın sesinden kurtulan, kendi dünyasında her şey ve herkes olabiliyor… Karel Bensusan. O DİNLEYİCİLER ANLATIYOR... SERAP BORUCU, 53 YAŞINDA, DİŞ HEKİMİ: Sıklıkla sabah yürüyüşü yapıyorum. İlk zamanlar sokağın sesini duymak, kentin sesiyle beraber insanları gözlemlemek zevkliydi. Hep aynı istikamette yürüdüğüm için sonraları bu gözlemler rutinleşti. Bunun üzerine mp3 almaya karar verdim. Oğlum bana müzik ve İngilizce ders programları yükledi. Yürürken onları dinlemeye başladım. Gözlemlerimin yerini müzik aldı. Müzik dinlerken kendimi yalnız hissetmiyorum, birisiyle konuşuyormuşum gibi.. Ipod, mp3 gibi ürünlerin çoğalması tabii ki müzikten öte şeylerle de ilişkili. Sistem bireyleri yalnızlaştırırken aynı zamanda tek tip yapıyor. Kulaklıkla sokaklarda dolaşan birey yalnızlaşıyor ama bu yalnızlaşma “birey” yaratmıyor, aksine aynı müziği aynı ürün aracılığıyla dinleyen kişiler aynılaşıyor. KAREL BENSUSAN, 21 YAŞINDA, ÖĞRENCİ: Dışarıya çıktığımda yanıma müzikçalarımı almadığım pek olmuyor. Uzun yol, kısa yol fark etmiyor. Mesela arka sokaktaki bakkala gidiyorsam da, dolmuşa atlayıp Taksim’e gideceksem de kulağımda müzik oluyor. Evde oturmaktan sıkılıp pastahaneye bir şeyler okumaya gidiyorsam yine müziğimi alıyorum. Aslında okumakla dinlemeyi aynı anda yapmak hiç hoşuma gitmiyor ama müziksiz pastahane bulmak zor olduğundan gittiğim yerin müziği yerine kendi müziğimi dinlemeyi tercih ediyorum. Kenti deneyimlemem kulaklık taktığımda farklılaşıyor, kısa yollarda bile müzikçalarımı yanıma almamın nedeninin kentin sesinden kaçmak olduğunu itiraf edebilirim. Arabaların yoğun olduğu bir bölgede yaşıyorum, korna sesinden kurtulmak, toplu taşıma araçlarında muhabbet eden insanları dinlemek zorunda kalmamak için de müziği kendimi savunmak amacıyla bir silah gibi kullanıyorum. Bütün bunların ötesinde her şarkı şehrin görüntülerine ayrı bir hava katıyor; şehir her şarkıda değişebiliyor, hızlanıyor ya da yumuşuyor. Bunu da çok seviyorum. Kimi zaman müziğin sesini arttırıyorum, otobüste çalan müzikle zevkim uyuşmuyorsa, insanlardan kaçmak istiyorsam, sesi daha fazla açıyorum. Ada müziklerinin kâşifi: Bob Brozman A Yüzyılın içinde, gitar peşinde dolaşan bir müzisyen Bob Brozman. Eşsiz gitar koleksiyonu kadar, Hawaii’den Papua Yeni Gine’ye kadar pek çok adanın müziklerine dair araştırmasıyla da dikkat çekiyor. Brozman son albümü “Lumiere”de dinleyiciye tek kişilik bir orkestra sunuyor… merikalı Bob Brozman uzun yıllardan beri Dünya Müziği’ni yeniden tanımlıyor. Bunu medyanın gözüne sokup, ön kulvarlarda görünerek değil, aksine sakin ve sessiz, sağlam adımlarla gerçekleştiriyor. Aynı zamanda bir etnomüzikolog ve eğitimci olan sanatçı özellikle 1920’ler ve 1930’lar klasik blues müziği üzerine oldukça söz sahibi bir müzisyen. Sanat kariyerinin son dönemlerinde ise adalara merak saldı, çünkü ona göre gerçek dünya müziği laboratuvarı, adalar. Bu yüzden son on yıldan beri bir adadan diğerine zıplıyor, Hawaii’den, Okinawa’ya La Reunion’dan Papua Yeni Gine’ye kadar birçok adanın müziğini arşınlıyor. 1954’te New York’ta dünyaya gelen Brozman, beş yaşına bastığında gitar ile tanıştı ve dinlediği müziği kolayca tekrarlama yeteneğini sergilemeye başladı. 12 yaşında blues müziğine ilgi göstermeye başlayan Brozman, bu tarzın vazgeçilmez enstrümanı olan gitarın nelere kadir olabileceğine şahit oldu, bu enstrümanı daha detaylı bir biçimde keşfetmeye karar verdi. Gitar üzerine yapılandırılan, gitarın en ufacık katkısı olabilecek ritimleri vazgeçilmez bir tutku ile araştırdı ve inceledi. Bu süreçte caz ve en önemlisi Hawaii Müziği ile yolları kesişti. Özellikle ulusal gitarlara (bir topluma veya kültüre ait geleneksel özgün gitarlar) ilgi göstermeye başlayan Brozman, her gittiği yerden gitar toparlamaya başladı. Böylece eşsiz gitar koleksiyonunun ilk temelini atmış oldu. BİR KİŞİLİK DEV ORKESTRA, BROZMAN... Sanatçının ilk arşınladığı tarz Delta Blues’un kökleri oldu ve bu ilgisi onu özellikle yatay gitar üzerine yaptığı araştırmalar sayesinde ilk defa Hawaii müziği ile buluşturdu. 1926 – 1934 arasında kaydedilen 78’likler sayesinde Bob Brozman, bu tarzı daha derinden inceleme imkânı yakaladı. Bu araştırmalarını arka arkaya çıkardığı kendi yorumları ile düzenlenen, geleneksel Hawaii ezgileri içeren beş albüm ile tüm dünya ile paylaştı. Özellikle 19151935 arasındaki Hawaii ritimlerini yeniden keşfeden sanatçı, altmış yıldan beri aynı tarzı sadece gitarın gücü ile tüm dünyaya tanıtmaya kendini adayan Tau Moe’un dikkatini çekti ve böylece uluslararası sanatçılarla bağlantısını kurmuş oldu. Hawaii’nin Ledward Kaapana, Cyril Pahinui ve George Kahumohu Jr. gibi diğer efsanevi müzisyenleri ile çalışan Brozman 1999’da Japonya’nın Okinawa Adası’na özgü Sanshiri (3 telli bağlama benzeri enstrüman) üzerine üstat olan Takashi Hirayasu ile tanıştı. Bu “Jin Jin” (Ateşböceği) adlı albümün kapısını araladı. Söz konusu albüm gitaristin dünya müziği tarzındaki açık uyarlama politikasına karşı büyüyen algılama ve dikkatinin en güzel örneklerinden biri olarak arşivinde yer aldı. Batı’nın (özellikle Amerika’nın) dünya müziğine karşı önyargısını kırmayı başaran Bob Brozman, 2000’den bu yana on beşin üzerinde solo ve ortak çalışmaya imza attı. Bunların arasında en dikkat çekenleri Papua Yeni Gine’ye 2003 ve 2004’te yaptığı iki seyahati müziksel olarak yansıtan 2005 tarihli “Songs of The Volcano”. Kolkata yatay gitarının dünyadaki tek söz sahibi Debashish Bhattacharya ile kaydettiği 2003 tarihli “Mahima” ve elbette 2007 tarihinde yılın en başarılı akustik albümü ile onurlandırılan en son çalışması “Lumiere”. “Lumiere” çalışmasında sanatçı, neredeyse albümde yer alan her enstrümanı kendisi çalmış. Bu duruma albümün kapağındaki fotoğrafla da şahit oluyorsunuz. Bir orkestra gibi sıralanan sanatçılara detaylı biçimde baktığınızda aslında hepsinin Bob Brozman olduğunu görüyorsunuz. Albümde yer alan on iki parçadan yedisinde sanatçıya banço, surdo, tamburin, tar ve benzeri vurmalı çalgılarda eski dostu Daniel Thomas eşlik ediyor. Albüm ağırlıkta doğaçlama normlarına göre oluşturulmuş olmasına rağmen tüm ritimler bir ahenk içerisinde, yerli yerinde ve bir bütünlük sağlıyor. Her parçanın kendine özgü bir stili var. “Afro Mada” adlı parça farklı Afrika gitar seslerinden geçerek en sonunda Hindistan’da bir sitar ritmine bürünüyor. “Ska Waltz Train” bağlama ile başlayıp ska ritimlerine sokulan eşsiz bir örnek. “Tango Medzinárodny” ise tangodan uzaktan yakından alakası olmayan enstrümanların bir araya gelmesiyle oluşturulmuş katmer katmer bir ses skalası. “Lumiere” hiç kuşkusuz ayrıcalıklı bir yeteneğin şu ana kadar ki en başarılı yansıması. 1981 tarihli ilk solo çalışmasından beri Brozman dünya üzerindeki göçünü takip ettiği gitarı taşınabilir bir kültürel çevirmen olarak kullanıyor. Sınırsız bir yaratıcı gücün, müziğin, kültürün ve dilin duygudaş doğasını birleştirirken farklı kültürlerden alınıp bir araya getirilen ses sentezleriyle heyecan verici bir ahenk ve barışçıl bir atmosfer sağlıyor. Bu da günümüz dünyasının ihtiyacı olan en önemli unsur. Bunu gerçekleştiren Bob Brozman kanımca “bir kültürü uzaktan gözlemle” genel kanısına tek kelimeyle zıt düşerek, hiç sınır tanımayan dipsiz bir müziksel empatiye sahip eşsiz ve nefaset barındıran bir öncü… muzik@tikabasamuzik.com Serap Borucu. Zekeriya S. Şen GÜNDÜZ VASSAF (YAZARPSİKOLOG) Bu aletleri kullananları İstanbul belediye otöbüslerinde ilk gördüğümde “işte bireyin bencilleşmesi topluma duyarsızlaşması” demiştim. Oysa aynı otobüste kitap okuyan kendim için aynı şeyleri düşünmüyordum. Kaldı ki bu aletler, Türkiye kayıtsız kalsa da birçok ülkede giderek kitap okumak için de kullanılıyor, yabancı dil öğrenmekten tutun da muhasebecilik sınavlarına hazırlanmaya kadar pek çok iş için kullananlar da var. Önce radyo, ardından da televizyon çıktığında benzer tepkiler olmuş, insanlar birbirlerinden kopartılıp kutudan çıkan ses ve görüntülerin tutsağı edildi denilmişti. Bir ölçüde gerçekten de öyle oldu, once toplumda iletişime egemen güçlerin bizlere göndermek istedikleri mesajlar tekelleşti. Bugün öyle değil, teknoloji totaliter ülkelerde bile sansürü deliyor, çeşit çeşit topluluklar istediklerine ulaşabiliyor. Müzikçalarlar da ilk çıktıklarında toplumdan kopuşun bir simgesiydi belki. Bence artık hem çok amaçlı kullanılır oldular hem de genellikle özellikle ulaşım araçlarında boş geçen zamanı zenginleştiriyorlar. Müzikçalar kullanmanın bir özelliği de bizi toplum baskısından koruması. Okuduğu gazete ya da kitapla kınanan, hatta hayatı bile tehlikede olabilen, herkesin önünde, kimse ne dinlediğinin farkında olmadan, başkalarının gözünün içine baka baka kendi şarkısıyla baş başa. Bu aletleri kullananlar bencil değiller, meşruyetini yitirmiş dünya düzeninde taraflaşmanın dışındalar. Belki de en çok müzikleriyle kendilerini, ruh sağlıklarını koruyorlar. Dışında kaldıkları söylenen de, kamu denilen alan düzenin patolojik bir yansımasından ibaret. ALİ ŞİMŞEK (SOSYOLOG) Modern kent kültürü, 19. yüzyılda sosyolog Simmel’in tanımlamasıyla “medeni ilgisizlik” ve “kayıtsızlığın” baskın olduğu bir davranış biçimini pekiştirdi. Hatta Simmel çarpıcı bir şekilde toplu taşımacılık alanındaki gelişmenin, insanları uzun süreler sessizlik içinde diğer insanlarla yolculuğa zorladığını ve bununda “göz kaçırma” reflekslerimizi arttırdığını ekliyordu. Zaten kapitalizmin yabancılaşmayı, bireyselliği ve “farklılık” duygusunu rekabetçilikle bilerek arttırdığı ortada. Kapitalizm, reklamcılık ve medyanın gücüyle insanlara benzerliği ve empatiyi değil, farklılığı, biricikliği ve rekabeti dayatıyor. Bu, insanların hem nesnelere hem de insanlara “şey” muamelesi yaptığı bir tarihsel süreç. 1980’li yılların kült icatlarından biri: Sony firmasının Walkman müzikçalarıydı. Walkman taşınabilir boyutu ve kulaklıkları ile “yürüyerek” müzik dinlemeyi mümkün kılıyordu. Geçmişte salonlarda, halk bahçelerinde, gazinolarda dinlenen kitlesel müzik, birden walkmanla bireyselliğe gömülecek, bireysellik, kayıtsızlık, gömülme anlamında beden habituslarını (alışkanlıklarını) radikal bir şekilde değiştirecekti. Walkmanın neoliberalizmin, bireyciliğin rekabetin ve esnek olmanın kutsanmaya başladığı 80’li yılların bir cihazı olması çok da tesadüf değildir. Evet, bugün walkman sadece retro bir makine. Ama walkman’ın başlattığı süreç ipod gibi mp3 çalarlarla devam ediyor. Kişisel müzikçalarlar o günden bu yana epey yol kat etti. “Kişiye Özel” vurgusu kapitalizmin ürün gamı açısından önemini sürekli arttıracak gibi görünüyor. Buna örnek olarak 90’lı yıllarda uç veren ironik, cüretli, benim koyduğum adıyla “Dışlayıcı reklam”lar da gösterilebilir. Dışlayıcı reklam en basit anlamda direkt söyleyen “O alamaz sen al” veya “sen alamazsın” negatif çağrışımı üzerine kurulu. Bu, 1945 sonrası orta sınıf rüyasını besleyen kuşatıcı, pozitif, içerici (hepiniz alın!) anlayışından farklıdır. Ürünlerdeki “kişiye özel” vurgusunu bu pazarlama yöntemiyle birlikte de düşünmek gerekiyor. Ezgi Toprak (önde) ve Birce Pakkan. Fotoğraf: Vedat Arık. Fotoğraf: Lyvia Morgan. C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle