22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

12 Sözle sazın düğünü... Ali Deniz Uslu Ulaş Özdemir, Maraş doğumlu. Alevi bir aileden geliyor. Kendi deyimiyle “muhabbetin ve cemin” içinde büyümüş. İlk albümü “Ummanda / Maraş Sinemilli Deyişleri”nden bu yana on yıldır müzikle demlenmiş. Şimdi ise dede sazı, curası ve sözüyle yeni albümü “Dem”i, hayatı hayattayken yaşayanlar için yayımlıyor. M üzisyen Ulaş Özdemir müziği icra etmek kadar onu okumanın ve tarihinin de peşinde. Bu yüzden öğrenim gördüğü siyasal bilimleri yarım bırakıp etnomüzikoloji okumuş. Hatta tezini de bu konuda yazıyor. Müziği okuyanlar onu Roll ve Express dergilerindeki albüm kritiklerinden tanıyor. Pek çok film, dizi ve belgesel müziğinde de imzası var. Özdemir, uzun zamandır da Kalan Müzik’te yapımcılık yapıyor. İşini yaparken müziğin matematiğine fazla bulaşmıyor, çünkü kaygının müziğin doğasını bozduğunu söylüyor. Yeni albümü “Dem” ise onun için anı yaşamanın verdiği bir tat. Lise yıllarından bu yana Maraş ve yöresindeki yerel müzikleri babanızla birlikte derlemişsiniz. Birlikte müziğin peşinden koşmaya nasıl başladınız? Babam mimardı, ama yerel kültüre ve yaşadığı coğrafyaya büyük saygısı vardı. Yalnızca AleviBektaşi kültürü değil, o topraklardan doğan her şeyle ilgileniyordu. Derlemeler ve kayıtlar yaparken köy köy dolaşır, insanlara karışır, saz çalıp, söyler ve muhabbete başlardı. Babamın kayıtlarını dinledikten sonra onunla birlikte köylere gidip derlemeleri birlikte yapmaya başladık. Sonrasında ben de onları tasnifledim, tarihine dokundum, arşivledim. Maraş’ın zengin ozan geleneğini ve halk müzik sanatçılarını araştırdım. İstanbul’a yolunuz ne zaman düştü? İstanbul’a üniversite için geldim, siyasal bilgilerde okumaya başladım. “Express” ve “Roll” gibi müzik dergilerinde albüm eleştirisi yazmaya da o dönemde mi başladınız? AleviBektaşi ve halk müziği dışında dünya müziğini de iyi takip ediyordum. Albüm kritikleri yazıyordum. Express’e de yazı yollamaya devam ettim, onlar da yayımlamaya başladı. Sonra da Roll dergisi geldi. Kalan Müzik’teki maceranızı ne tetikledi? Artık her yanımı müzik kaplamıştı, Kalan Müzik’e de sıkça uğramaya başlamıştım. O sırada müziği okuma, araştırma ve kültürünü öğrenme ihtiyacı duydum. Üniversiteyi bitirmeyi bile bekleyemedim, bıraktım. Sonra Yıldız Üniversitesi’nde Etnomüzikoloji Bölümü’nü kazandım. Tam aradığım buydu, çünkü bu bölüm müzikle kültür ilişkisini inceleyen bir bilim dalıydı ve tüm sorularıma cevap veriyordu. Üniversiteyi bırakmanıza aileniz ne dedi? Ailemle aram biraz açıldı, ama babam sessiz kalarak yapmak istediğim şeyi yapmamı onayladı. Etnomüzikolojide yüksek lisans da yapıyormuşsunuz. Tez konunuz ne? Tezimde, birlikte çalıştığım İranlı sanatçı Ali Akbar Moradi’nin çaldığı tambur sazıyla, sazlarımızın tarihini karşılaştırıyorum. Tambur sazının kutsiyetini, toplumsal bellekle olan ilişkisini, müzik kültürünün sosyal alan üzerine etkisini anlatmaya çalışıyorum. Müziği dinlemek ve icra etmek kadar onu okumanın ve tarihinin de peşindesiniz. Tek başına icra beni tatmin etmiyor, ben biraz da tarihin ve geçmişin taşıdığı anlamı seviyorum. Müzik icra edilir, okunur, anlatılır, ama sesten çok da ötedir. Hele de AleviBektaşi müziği hem saz hem söz, muhabbettir. Tını ve ses olduğu kadar mana da öne çıkar. Aşığın, ozanın sözünün kutsiyeti vardır. Elbette bu onu anlayana, o muhabbette pişene böyledir. Albümde dedenizin sazını çalmışsınız. Bu nasıl bir histi? Dedemin sazı Antep’te yapılmış, tam seksen yıllık. Ben de onu Maraş’tan İstanbul’a gelirken getirdim ve yanımdan hiç ayırmadım. Onu çalmak çok özel, farklı, ruhlu ve hisli, sanki kendi çalıyor gibi... Albümde bir de cura duyuluyor. Cura, küçük, ama çok güçlü ses çıkaran, karşılıklı muhabbetlerde keyif veren bir saz. Ben de albümde önce dede sazı ile çalıp söyledim, sonra muhabbete cura ile devam ettim. Sözle sazın birlikteliğini yakalamaya çalıştım, ama bu bir nostalji değil. Çünkü bu kültür hâlâ yaşıyor, gençler de bunu çok seviyor. Yani bunlar bitmiş bir kültüre yakılan ağıtlar değil. Benim hissettiğim tat da onu şuan da yaşamak. Kalan Müzik’te uzun zamandır yapımcılıkla da uğraşıyorsunuz. İşini mutfağında olup kendi albümünüzü yapmak nasıldı? Bundan on yıl önce, ilk albümümde bu ummana tüm tecrübesizliğimde bir damla gibi girdim, henüz 19 yaşındaydım, öğreniyordum. Aradan geçen zamanda geliştim, müziğin her türlüsünü gördüm. İşim gereği müziğin teknik yanlarını iyi öğrendim. Bu albümü ise canlı kaydettim ve ona sonradan müdahale etmedim. Ben hatasıyla günahıyla bu işi yapıyorum. Zaten işin matematiğine fazla bulaştığınızda duyduğunuz kaygı müziği bozuyor. Dizi, film ve belgesel müzikleriniz var. Orada bu çatışmayı yaşıyor musunuz? Orada mümkün olduğu kadar metnin içine girmeye çalışıyorum. Sözcüklerden bir ses dünyası kurguluyorum, neler duyuyorum ve neler yaratıyorum zihnimde, onu müziğe yansıtmaya çalışıyorum. Çağrışımlar da ses dizilerini ve melodileri oluşturuyor. Türkiye özellikle Anadolu, farklı etnik kültürlerin müziklerine ev sahipliği yapıyor. Kültürel difüzyon (yayılma) ne boyutta? Kültür durağan değil, hareketli ve geçirgen. AleviBektaşi müziği de yöresel farklılıklar taşıyor. Anadolu müzikal açıdan bir cennet olmasına rağmen bunu müziğimize taşıyamıyoruz. Kültürde de bir tutuculuk var, bu da difüzyon hızını ve yoğunlunu düşürüyor. G Daha yeni başlamıştık! Zekeriya S. Şen arih 14 Haziran 2008. Cumartesi. Elimde taze çekilmiş kahve, kulağımda bangır bangır dinlediğim Esbjörn Svensson Trio’un (e.s.t) en son konser albümü “Live in Hamburg” var. Müziği dinlerken yaşıyorum, coşuyorum ve bir müziksever olarak böyle bir üçlüye sahip olduğum için şükrediyorum. Oysa gün sonunda aldığım, bu yazıyı yazarken de inanmakta zorluk çektiğim bir haber içimi acıtıyor, çöküyorum, ağlıyorum ve isyankârlaşıyorum. Gelen haber karanlık ve çok acımasız, zira Esbjörn Svensson bir dalış sırasında kırk dört yaşında daha önünde nice müzikli yılları varken öldü. Her zaman müziğin derinliklerine dalmanızı sağlayan e.s.t bu defa su yüzüne lidersiz çıkıyor. Bilinenin beklenmedik anda gelmesi, daha T fazla şey istenilenin artık bunu karşılayamayacağı korkusu kısa sürede hüzün olarak yüreğime çöktü. Ama ne çöküş… Genelde caz, bir müzikseverin belirli bir olgunluğa ve birikime sahip olduktan sonra keşfettiği bir dehliz. Elbette tanımı bozan istisnalar var, ancak bu genel bir kanı. Önce daha basit bir müzik sürecinden geçilir, tabir yerindeyse birkaç fırın müzik hazmedilir, bazı tarzlardan mezun olunur ve sonra cazı algılayabilme mertebesine erişilir. Caz sonuçta müziğin ileri düzeyi, bir olgunluk mertebesi, bilgi noktası ve hatta kanımca zirvesi. Ancak son on beş yıldan beri bu genel kanıyı temelden sarsan devrimci bir ekip vardı. İsveçli e.s.t. caza ulaşma sürecini bir katalizör gibi hızlandırması ile biliniyordu. Yaptıkları ise tutkulu bir aşk ile “herkes için caz” felsefesini savunmaktı. Caz dinleme mertebesine ulaşmanın bu kadar engebeli olmadığını kanıtlayan üçlü, artık yok… Açıklık, merak ve değişiklik üzerine atılan bir temel ile 1990 yılında kurulan üçlü, kendilerini caz çalan bir pop grubu olarak görüyordu. Esbjörn Svensson denize daldı, bir daha çıkamadı… Yani e.s.t artık yok. Cazın tadına ve bilgisine varmak için uzun çizilen rotayı kısaltan grubun son albümü artık Svensson’in mirası olarak dinlenecek... Adı ise ihtimal, “Leucocyte” olacak, yani akyuvar… Yaptığı müzikle hem pop hem rock hem de caz listelerinde kendine yer edinmeyi başardı, bunu, caz, drum ‘n’ bass, elektronik, funk, pop, klasik, ritim ve hatta rock temalarını kendi normlarına indirgeyerek gerçekletirdi. Her zaman demokratik bir yapıya sahip olan ekip, üç farklı ruhun eşit olarak müziğe katkısından dolayı istikrarlı bir denge sergiliyordu. Ancak Esbjörn Svensson’un beyinsel katkısı çok büyüktü. Ortada tekil bir diktatörlük mevcut olmasa bile Svensson her zaman e.s.t gemisinin kaptanı oldu. 1993 tarihli ilk albümleri “When Everyone Has Gone”dan 2006 tarihli “Tuesday Wonderland”e kadar kendi müzik kişiliğini oturtan üçlü sadece ayrıcalıklı tarzları ile ön plana çıkmadı, melodileri, dinamizmleri, ritimleri, doğaçlamaları, karmaşıklıkları ve en önemlisi ulaşılabilirlikleri. e.s.t dinledikçe duyulan, duyuldukça algılanan bir üçlüydü… Tarih sayfalarına Esbjörn Svensson (piyano), Dan Berglund (bas) ve Magnus Öström (bateri) üçlüsünden oluşan e.s.t farklılığını, önemsiz gördüğümüz şeylerin önemini göstererek de yaratıyordu. Son stüdyo çalışmaları “Tuesday Wonderland” ile haftanın en ünsüz günü salıya dikkat çekmişti. Bir avuntumuz var elbette, grubun son stüdyo çalışmalarını tamamlamış olması. Muhtemelen, akyuvar anlamına gelen “Leucocyte” adını alacak bu 12. stüdyo albümü artık Esbjörn Svensson’un bize bıraktığı planlanmamış mirası… e.s.t’nin “Dilenciler Birahanesi”nden, “Ayakkabı Standındaki Dolores”e, esprili adlar taşıyan parçaları, lirik darbesel melodileri ile elektronik etkili rock temalarını birleştiren orijinal kompozisyonları artık plaklarda ölümsüzleşecek. G muzik@tikabasamuzik.com Ben bir hikâye anlatıcısıyım... Ali Deniz Uslu Yasemin Mori’nin ilk albümünün adı “Hayvanlar”. Mori, Queen’in “Bohemian Rhapsody” şarkısında tattığı heyecanla müziği kendine dert edinmiş. Hayat mücadelesinde müziğin bir çarpışma aracı olduğunu düşünüyor. Y asemin Mori 26 yaşında. Ankara doğumlu. İlk albümü “Hayvanlar”daki söz ve bestelerle birlikte, grafik tasarımları da kendine ait. Mori, şarkılarında canını yakan ve kendini sinirlendiren şeyleri anlatıyor. Sahneyi seviyor, çünkü söylemek istediklerinin sahnede daha anlaşılır bir hale geldiğini düşünüyor. Albümünü yaparken kendini toprağın altına gömmüş gibi hissettiğini ve derdini oradan anlatmak istediği söylüyor. Az ışıkla yaşamadan güneşin değerini bilememenin ne menem bir şey olduğunun da farkında. İşte anlattıkları... Müzikle ilişkiniz ne zaman dinlemekten öteye geçti, yani ne zaman müzik için harekete geçtiniz? Ben aslında Queen’in “Bohemian Rhapsody”sini dinlediğimde bu kırılmayı yaşadım. Ortaokul yıllarında ablam kaseti bana getirip “bunu dinlemelisin” dediğinde onun heyecanına anlam verememiştim, dinlediğimde ise her şey değişti. Melodinin geçişleri, sözleri, armoninin rengi her şey harikaydı... Mucize gibi bir şarkıydı, yani her şey onunla başladı. Müziğe kapıldığımı anlayan babam da bana bir org aldı. Lise yıllarında müzik grupları kurup yola devam ettim. Zaten lisedeki o heyecan devam ederse yol albüme kadar uzanabiliyor ya da orada bitiyor. Üniversitede grafik tasarım okumuşsunuz. Görsel yaratım da kendini ifade etmenin farklı bir yolu. Müzikle teması nasıl? İkisi de bakmaya ve görmeye zorlayan şeyler, birbirlerini tamamlıyorlar. Dinlemek, bakmak, bakıp da görmek, görüp de yorumlayabilmek ikisini birbirine yakın tutuyor. Dinlemek de bir bakıma görsel bir süreç. Müzik kafanızda bir resim çizer ve siz o resme göre duygulanırsınız. Müzikal hikâyeyi görsel olarak ifade etmek ona anlam katmakla başlıyor. Sesiniz buğulu, melankolik ve yoğun, ama masum bir yakarış da değil. Müzikteki derdiniz ne? Dertsiz hayatlar yaşamıyoruz. Doğu, Batı, sağ sol, sen, ben, biz, öteki derken hepimiz taraf oluyoruz. Taraflar birbirinin üstüne çıkıyor, boğuyor ve yoruyor. Müzik de bu çarpışmada bir çıkış yolu, o çatlaktan çıkan bir ironi... Ben ise nelerden canım yanıyor, neler beni üzüyor ve sinirlendiriyor bunların derdine düşüyorum. Yaratıcılık marazdan doğuyor, ama sizin şarkılarınızda hiciv var. Çıkış parçanız “Aslında bir konu var”, zor ve söylenmek istenmeyen konuşmalardan önce gelen bir başlangıç cümlesi. O şarkıda neyle çatışıyorsunuz? Aslında klibin kurgusuna pek çok konu oturabiliyor, ama benim üzerinde durduğum “bir” olmak, yani kendine ait kalabilmek. Tüm sıkıntılarımız, acılarımız yaşadığımız için var. Bazen bunun da yeterli olduğunu düşünüyorum. Şarkılarımda hayatımızı dengede tutmaya çalışırken nasıl yorulduğumuzu anlatıyorum. Sözlerdeki içsel kısmımlar da kendimle ilgili dertlerin yaması. Melodiyi sözlerle mi yazıyorsunuz enstrümanla mı? Bazen çok belirgin bir şekilde sözlerle yazıyorum, iyi bir armoniyi sonuna kadar getirebiliyorum. Sanırım en iyiler, en kolay anlaşılanlar, plan yapmadan ansızın gelenler oluyor. Müziği parça parça yazınca kimyası çok karışıyor. C M Y B C MY B Albümün adı “Hayvanlar”, ama anlatmak istediğinizin karşılığı bu değil sanırım. Albümü yaparken kendimi toprağın altına gömdüm gibi hissettim, oradan bir şey söylemek istiyordum. Toprağın biraz altında, azar azar sızan güneşi görerek bir şeyler yazmaya ve anlatmaya çalıştım. Toprağın altına girmeden, o ışık sızıntısının değerini bilmiyoruz. Bunları kişiselleştirmek anlamlarını biraz küçültüyor, zaten benim nasıl bir yolda olduğum değil de yolun kendisi üzerine bir çaba bu. Peki sahnede olmak nasıl? Sahne başka bir yer. Tiyatro gibi, ama canlı, her seferinde farklı bir oyun var, tepkilere ve doğaçlamalara açık. Sahnede ne dediğim daha anlaşılır bir hale geliyor. Zaten şarkıları canlı söylemek çok farklı. Ben zaten kendimi hikâye anlatıcı olarak görüyorum, şarkılarım da müzikli hikâyeler... G
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle