17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

8 27 NİSAN 2008 / SAYI 1153 Çarpıcı bir sergiden politik izlenimler Zülal Kalkandelen u pazar gününü biraz daha ilginç kılabilmek adına, bu yazıyı, bugüne kadar gördüğüm en etkileyici sergiye ayırmak istedim. Cai GuoQiang’ın New York Guggenheim Müzesi’ndeki “I Want To Believe” (İnanmak İstiyorum) başlıklı retrospektif sergisinden söz ediyorum. Günümüzün önemli sanatçılarından birisi Cai GuoQiang. 1995’ten bu yana New York’ta yaşıyor, ama doğduğu ülke Çin’le olan bağlarını hiç koparmamış. Çocukluğu ve ilk gençliği, Mao Devrimi’nin en heyecanlı günlerine rastlamış. Bu nedenle, eserlerinde devrimin izleri var. Ayrıca Taocu kozmoloji, Budist felsefe, mitoloji, Çin efsaneleri, sosyal idealizm, şiddet ve küreselleşme, sanatçıyı belirgin bir şekilde etkilemiş. Cai GuoQiang, New York’taki sergide, müzeyi “patlamaya hazır bir fişek” haline getirmek istediğini söylüyor. Bunu gerçekten de başarmış! *** Müzeden içeri adımınızı attığınız anda tavandan asılarak sarkıtılan 6 adet gerçek otomobil görüyorsunuz. Beyaz renkli arabaların içinden, sürekli yanıp sönen neon ışıkları fışkırıyor. İlk bakışta çok eğlenceli gözüküyor, ama bir yandan da, dünyanın birçok yerinde neredeyse her gün tanık olunan araba bombalama olaylarını anımsatıyor. Müzenin hafif yokuşlar halinde dönerek yükselen katlarını tırmandıkça, gerçek boyutta 9 adet B replika kaplan çıkıyor karşımıza. Tavandan asılarak farklı şekillerde yerleştirilen kaplanların bedenlerine oklar saplanmış. Acı içinde kıvranan hayvanlar, insan ve doğa arasındaki mücadeleyi, yok olan türleri ve aşırı şiddet kullanımını anlatıyor. Biraz daha ilerleyince, bu defa gerçek boyutta 99 adet replika kurtla karşılaşıyoruz. Giderek yerden havaya doğru yükseliyorlar, ortak bir hedefe yönelmişler. Berlin Duvarı’nı çağrıştıran kalın bir camdan duvara doğru sürü psikolojisiyle koşuyorlar. Sonunda cama toslayan kurtlar, tam bir bozguna uğrayıp yere yığılıyor. Bir inanç etrafında cahilce bir araya gelen bir toplumun, aynı hataları tekrarlama yanılgısı, bundan daha iyi nasıl anlatılır? Birkaç adım sonra, yine tavandan asılan kocaman tahta bir gemi görüyoruz. Onun da her tarafına oklar saplanmış. Burada sanatçıya esin kaynağı olan, 2. yüzyıldan kalma bir Çin efsanesi: General Zhuge, bir gün komutasındaki gemi filosunu düşmana doğru sürmüş. Fakat gemiye askerlerin yerine samandan yapılma maket insanlar yerleştirildiği için, düşman okları kimseyi öldürmemiş; aksine gemiler geri döndüğünde, bu oklar yeni silah olarak kullanılmış. Çin, Batı’nın bilgi ve teknolojisine karşı gösterdiği aynı yaklaşımla küresel bir güç haline gelmedi mi? *** Sergideki eserler bu kadarla sınırlı değil ama yazı için ayrılan yer bitti. Ateşlenen barutla yapılan resimler, Batı’nın bireyciliğine karşı Çin geleneğindeki kolektivizmi öne çıkararak yerel halkla birlikte yapılan yerleştirmeler ve devrim öncesi toprak sahiplerinin zulmü altında ezilen köylüleri gösteren gerçek boyutlu kil heykeller... Hepsi, bu sıra dışı sanatçının yaratıcılığının ürünü. Sanatla ilgilenenlerin zaten yakından tanıdığı Cai GuoQiang ismini, ağustos ayından itibaren daha sık duyacağız. Çünkü kendisi, bu yılki Pekin Olimpiyatları’nın açılış gösterisinin görsel sanat direktörlüğünü yürütüyor. Fakat bugünlerde Olimpiyat açılışı, işin bu sanatsal yönüyle değil, politik yönüyle gündemde. Çin’in insan hakları konusundaki tutumunu protesto etmek isteyen bazı liderler, açılışa katılmamayı planlıyor. Şu kesin ki, 2008 Olimpiyat Oyunları, hem sanatsal hem de politik açıdan farklı olacak. G [email protected] Başardığına inanmak... Adnan Binyazar eçen hafta sözünü ettiğim Tokyo Üniversitesi’ndeki öğrencinin Faulkner’a yönelttiği ikinci soru da şuydu: “Ernest Hemingway’i nasıl buluyorsunuz?” Hemingway, ilginç yaşamından, serüvenli seyahatlerinden dolayı o sıralarda çok okunmakla kalmıyor, magazin basınının baş kişisi de sayılıyordu. Nobel almasına karşın, zor okunmasından dolayı Faulkner daha çok edebiyat çevrelerinin sözünü ettiği bir yazardı. Faulkner’la Hemingway arasındaki rekabeti buna bağlayanlar olsa da, kuşkusuz bu karşılaştırmayla, kolay ya da zor anlaşılmanın yazarlığın belirleyicisi olduğunu vurgulamak istemiyorum. Hemingway, Nobel Edebiyat Ödülü’nü 1954 yılında, Faulkner’dan beş yıl sonra aldığına göre, öğrenci bu yolda bir soru yönelterek, belki de dipten dibe Hemigway’in haksızlığa uğradığını sezdirmek istemiş olabilir... Faulkner’ın bunu sezip sezmediğini bilemeyiz; ama soruyu yalın bir yanıtla karşıladığı ortada: “Hemingway iyi bir yazardır. Ancak başardığına erken inandı.” “Başardığına erken inanma” yargısı iki uçlu. Çelişkili de. Faulkner, sözünün arasına “ancak” koyduğuna göre, Hemingway’in “başardığına erken inanmasını” onaylamıyor. “Başarmak” gerçekte olumlu bir eylemdir. Başardığına erken inanan bir yazar, yaşamının sonraki yıllarında daha üst başarılara ulaşma olanağı bulacaktır... Düz düşünceyle ancak böyle bir mantık yürütülebilir. Ancak, sözün özü irdelenirse, Faulkner’ın çelişkili yaklaşımının doğru olduğu sonucuna varılır. Birçok alanda geçerli sayılması gereken Ernest Hemingway... başarma inancı, bir bakıma sanatçının yaşarken ölümü olur. Yaratıcılıkta son yoktur çünkü, ancak ulaşılacak yerler vardır... Bu açıdan, bence Faulkner, “Hemingway başardığına erken inandı” sözüyle, alttan alta, onun, yazarlığını savsaklayıp kendini hayatın hayhuyuna kaptırdığını sezdirerek onu eleştiriyor. Sanat, ömür boyu alınması gereken uzun bir yoldur. Bu yolun nerelere uzanacağını ancak sanatçı bilir. Onun açısından bitirilmiş eser de yoktur. Sanat, gerçekte, bitirilemeyecek olanın ardına düşmektir. Bu bağlamda, hangi yazar son noktasını koymuştur; ressam desenini tamamlamış, besteci beynindeki sesin uçlarına varmıştır?.. Bitirdiğine inandıysa, Michelangelo, yaptığı “Musa” yontusunun karşısına geçip neden “Konuş!” diye ona çekiç fırlattı?.. Faulkner’ın bugün de ilgiyle okunmasını, onun söylemine, bu söylem ortamında özgün kahramanlar yaratma çabasına bağlıyorum. Hacettepe yılları... Faulkner’ın Japon öğrenciye yanıtını o günler okumuştum. Güzel bir şey bulup da onu öğrencilerime aktarmadığım olmamıştır. Bir derste, Faulkner’in yanıtından söz ederek, başardığına inanmanın gelişimi frenleyeceğine değinmiştim. Yalnızca derse katkısıyla değil, kişiliğiyle de değerli bir öğrencimi anımsıyorum. Amerikalarda üst öğrenimler görüp dönmüştü. Yıllar sonra ışıklı bir kavşakta karşılaşmıştık. Ortada durup konuşamazdık. Uzaktan uzağa, “Nasılsın?” diye seslenmiş, ondan, “Daha başardığıma inanmıyorum, hocam!” karşılığını almıştım. Bilmem, öğrencim, o anda, beynine yerleştirdiği Faulkner’ın sözünü anarak öğretmenine en değerli armağanı verdiğinin farkında mıydı?.. G [email protected] G Vicdanları temizlemek için Taksim’e... Enver Aysever Çocukluğum korku filmi izler gibi, televizyondan taşan siyasi haberler eşliğindeki dehşet görüntüleriyle geçti. Kurtarılmış mahallelerin adları hâlâ belleğimde. Annemin işten akşam eve gelip gelemeyeceğini bilmeksizin geçirilen saatler... Sanki birer küfür, şiddet imgesiymiş gibi kullanılan kavramlar... Marksist, Leninist sözcüklerinin suçla, yasadışılıkla, şiddetle anıldığı o günler... Kalaşinkof marka silahların soğuk imgesi... Bir çocuk için ürkütücü, karanlık o tablo... 1977 yılında henüz altı yaşındaydım. Meydanlara doğru akan işçilerin duygularını bilmiyordum elbet. Babamın çekmecesini karıştırırken gördüğüm bir kartpostal hâlâ aklımda. Bir işçi dayak yemiş, kan revan içinde, altta bir yazı var. Arka tarafta Süleyman Demirel’in genç, ağzı kocaman açık sırıtırken çekilmiş bir fotoğrafı. İşçi, Süleyman Bey’e sesleniyor. “Ben sana oy verdim. Sen beni dövdürdün, boklu sulardan içirdin, açlığa mahkum ettin.” diye serzenişte bulunuyor. Bu bile toplumdaki sınıf bilincinin yerleşmediğinin acı bir göstergesi ya, neyse... Cem Karaca’nın sesinden dinlediğim marşları belleğime kazımışım. Ev halkı her zaman tedirgin. Sokak çatışmaları almış başını gitmiş. İşçi sözcüğü bile korkutuyor insanları. Her yerde direniş var. Sokak isyanda. Demirel; “Bana sağcılar cinayet işledi dedirtemezsiniz.” diye buyurmuş. Ama gerçekler öyle değil. Sendikalılar, örgütlüler, işçiler, alın teri döken herkes sanık konumunda. Kanlı Bir Mayıs bunun bir simgesi gibi. Sanki işçiler orada ölmek için bulunmuşlar, sanki namlular alın terine, emeğe, ekmek peşinde olana yönelmemiş, sanki yine yoksul cezalandırılmamış gibi... İşçi bir terörist gibi algılanıyor toplumda. Siyasi karmaşa alabildiğine büyümüş... Bir büyük kurgunun içinde olduğumuzu bilmiyorum elbet. Belki kimse sezmiyor. Ama hava korku havası… Herkes takip edildiği endişesinde, kimse kendini güvende hissetmiyor. Çalışanlar sıkıştırılmış. Sokaklarda cinayetler işleniyor. Sahipsiz ölüler dört yanda... İstiyorlar ki korku egemen olsun, kimseden ses çıkmasın. İstiyorlar ki; özgürlük diyenler sinsin… Biliyorlar ki; anaların yürekleri yandıkça, bu sefalet düzeni daha kolay sürecek. Çünkü o analar, oğullarına, kızlarına dur diyecekler, hakkımı helal etmem diyecekler, ölülerini görmek istemeyecekler evlatlarının... Pusuda bekliyor emeğin düşmanları... Cinayetler işleniyor... Susuyor koca bir halk... Darbe oluyor... Kenan Evren’in yılışık, tiz sesiyle okuduğu 12 Eylül bildirisini dinlediğimde dokuz yaşındaydım. Hâlâ kulaklarımdadır o ses. Belki onca yıl dinlediğim için öyle sanıyorum. Faşizmin sesiydi o. Solcu gençlere işkence evleri kuranların sesiydi. Aydınları mahkum edip, serserileri, katilleri ödüllendirenlerin sesi. Toplumun yetiştirdiği en nitelikli insanları zindanlara tıkan; tarikatçıları, sahte şeyhleri, imamları, aydınlık düşmanlarını gönendirenlerin sesiydi Evren’in sesi... Melek kılığında bir şeytanın sesiydi o. Kurtarıcı gibi gelen, ama toplumun dibine dinamit koyanların sesiydi... Önce örgütler darmadağın edildi. Alın terinden başka silahı olmayanlar, daha da güçsüzleştirildi, yalnız bırakıldılar. İşçi köleleştirildi. Yeni bir düzen kuruluyordu. Özgürlük diye yutturulan liberalizm, koca bir toplumun ahlakını bozuyor, üzerinden tanklarla geçiyordu. Gülümseyen, şişman, sevimli, Amerikancı bir adam getirildi iktidara. Memurlarının işini bildiğinden söz açtı, sustuk. Anayasayı bir kere delerim bir şey olmaz dedi, yuttuk... Çünkü itiraz edecek kimse kalmamıştı, siyaset yapacak herkes veto yemişti. Gün akbabaların günüydü. Onlar da cesetleri gagalamakla meşguldüler... O gelenek ülkeyi esir aldı. Nakşiler aldı başını yürüdü. İmamHatipliler seçkinler sınıfı oldu. Süleyman Bey’in yetiştirdikleri iktidara geldi önce. Dünün takunyalıları, o günlerde şortla orduyu denetliyor, bunun adı sivil, özgürlük oluyordu. Gencecik çocuklara kıyan faşizmin kumandanı Evren Paşa’dan gık çıkmıyordu. Islah olmuştu demek... İşçiler bir daha Taksim’e hiç çıkamadı. Unuttular, unutuldular... Onlar da tüketim toplumuna eklendiler; sınıf savaşımı yerine Allah’a avuç açmayı yeğlediler, asla sahip olamayacakları arabaların, evlerin, tatillerin, pabuçların, pantolonların düşleriyle uyudular... Ama işçi, sonunda işçiydi işte ve o dışlanmaya, ezilmeye, sömürülmeye yazgılıydı... 1 Mayıs Taksim’de kutlanmalı! Çocukluk acılarım dinsin diye... Özal’a, Evren’e, Çiller’e, Erdoğan’a, Demirel’e, Baykal’a, Erbakan’a tutsak olmadığımı bilmek için... Vicdanlarımız temizlensin diye... İşkencede can verenlere olan namus borcumuzu ödemek için... İşçi sınıfından özür dilemek ve önlerinde saygıyla eğilmek için... İnsanca yaşamayı anımsamak için... 1 Mayıs’ta işçiler Taksim’de olmalı... İnadına! G www.enveraysever.com C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle