22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

6 27 NİSAN 2008 / SAYI 1153 Aydınlanma Çağı’ndan nağmeler... Kısa adları OAE. Bir örgüt değil, bir ekip, daha doğrusu bir orkestra. Diğerlerinden farkları 18. yüzyıl enstrümanlarını kullanmaları ve şeflerinin olmaması… Yine de başına buyruk bir orkestra değil “The Orchestra of the Age of Enlightenment”, yani “Aydınlanma Çağı’nın Orkestrası”… Konuk şefleri var ve İstanbullular için seçtikleri müzik, Gluck, Haydn ve Mozart’tan… Zekeriya S. Şen şsanat 30 Nisan akşamı dünyanın en önemli orkestralarından birini ağırlayacak. 1986 yılında kendi kendini yöneten bir orkestra felsefesi üzerine temelleri atılan “The Orchestra of the Age of Enlightenment” (Aydınlanma Çağı’nın Orkestrasıkısaca OAE) adlı ekip, her zaman kendi kontrolü içerisinde olacak bir sanatsal kavram yarattı. Bu orkestrada kalıcı bir şef yok, orkestra müzik repertuarına göre ve kendilerine uyacağını hissettiği şefleri işbirliğine davet ediyor. Bu birlikteliğin devamı geliyor veya gelmiyor, ancak her zaman davet eden OAE sanatçıları oluyor. Bunlar arasında ön plana çıkanlar Sir Simon rattle ve Ivan Fischer. Dünyanın önde gelen tüm müzik devlerine ellinin üzerinde kayıt yapan OAE’nin Henry Purcell’den, Verdi’ye kadar oldukça kapsamlı yelpazesi var. Ağırlıkta 18. yüzyıl müzikleri ekseninde bir repertuara sahip olan ekip en önemli ayrıcalığı dönem enstrümanları kullanarak yaratıyor. Sir Charles Mackerras, Andreas Scholl, Emanuel Ax, Gustav Leonhardt, David Daniels ve René Jacobs gibi sanatçılarla çalışırken klasik müzik severleri enstrümanları ile söz konusu çağa götürüyor. Müzik dünyasının nefesini tutarak izlediği bu dinamik, yaratıcı ve öncü orkestrayı Londra’da yakaladık ve sizler için söyleştik. Türkiye’ye ilk defa geliyorsunuz ve Türk seyircisi sizleri yakından tanıma imkânı yakalayacak. “The Orchestra of the Age of Enlightenment” (OAE)’nin oluşumundan biraz bahseder misiniz? Memnuniyetle! OAE 1986 yılında kuruldu. O zamanlarda dönem enstrümanı kullanan birkaç orkestra, ancak hepsinin de bir orkestra şefi vardı. Davet ettikleri orkestra şefi ile istedikleri zaman çalmak isteyen birkaç çalgıcı bir araya gelip kendi orkestrasını kurdu. Orkestrayı yönetmek için farklı farklı şefler davet edildi. Bunların arasında bazıları dönem enstrümanlarından oluşan bir orkestrayı hiç yönetmemişti bile. Neden “The Orchestra of the Age of Enlightenment” (OAE)? Repertuarımızın çekirdeğini oluşturan müziğin dönemine (aşağı yukarı 18. yüzyılın ortasından 19. yüzyılın ortasına kadarki süre) gönderme yapan bir isim. Aynı zamanda araştırma, yenilikçilik ve keşifçiliğin var olduğu “Aydınlanma” dönemine referans yapıyoruz, zira bu bizim için çok önemli. Ne tür müzikler sizlere ilham kaynağı oldu ve OAE’nin oluşumunda önemli rol oynadı? Başlangıçta erken dönem müzikleri üzerine yoğunlaşmıştık, ancak yıllar geçtikçe repertuarımızı Dvorak, Rossini, Wagner ve Tchaikovsky gibi eşsiz sanatçıların besteleriyle genişlettik. Hatta OAE için bestelenmiş olan özgün besteleri bile çaldık. OAE’nin otantik dönem enstrümanları çaldığını biliyorum, bunları bizlere örneklemeniz mümkün mü? OAE çaldığı dönem müziğine uygun olan enstrümanları kullanıyor. Örnekler dönemlere göre değişebilir, ancak bunların arasında kedi barsağından yapılmış tellere sahip viyolin ve supabı olmayan nefesliler en dikkat çekenleri. Teknolojinin büyüme hızını göz önüne alırsak, dönem enstrümanları kullanmanın avantajı nedir? Daha mı iyiler? İ Dönem enstrümanları çok daha otantik ve farklı bir sese sahip. Modern bir orkestraya kıyasla ses sentezi çok daha az “cilalanmış/parlatılmış” durumda, ancak bu kesinlikle daha heyecan verici bir performans yaratıyor. Dönem enstrümanları çalmanın çok fazla teknik zorlukları var, fakat bu kadar emeğe değdiğini biliyoruz! OAE’de kullanılan en heyecan verici enstrüman hangisi? Hepsi çok heyecan verici! Fakat büyük olasılıkla kullandığımız en olağandışı enstrüman Theorbo (erken dönemlere ait, uda benzer çifte saplı çalgı aleti) veya Ophicleide (bas tubaya benzeyen nefesli bir erken dönem çalgı aleti), ne yazık ki her ikisi de İstanbul konserinde olmayacak. Çaldığınız besteler özgün halleri ile mi icra ediliyor, yoksa yeniden düzenleniyor mu? Genelde yazıldıkları halleri ile icra ediliyorlar, ancak bazen bizimle çalışan şefin yorumuna göre değişiklikler olabiliyor. OAE’de yer alan her müzisyen aynı zamanda birincil şef olabiliyor, bu çok ender rastlanan bir özellik. Bu, performanslarınıza nasıl yansıyor? Bu doğru bir tanımlama değil. Orkestranın genellikle sabit bir şefi yok ve ağırlıkta performans esnasında yönetim orkestra liderinde oluyor. OAE’nin özelliklerinden biri müzik yapılırkenki doğal işbirliği. Bu şefi olmayan bir orkestra için çok önemli bir faktör. Her ne kadar bir şefimiz yoksa da üç “müvekkil sanatçı” ile düzenli olarak çalışıyoruz. Bunlar Iván Fischer, Vladimir Jurowski ve Sir Simon Rattle. Başlarken OAE’nin 21 yıl devam edeceğini düşünmüş müydünüz? Muhtemelen hayır! Ancak OAE geçen yıllar içerisinde olgunlaşıp gelişti. Şimdi dünyadaki en üst orkestralardan biri olarak kabul ediliyor. Daha çok uzun yıllar ortalıkta olmayı umuyoruz! Orkestranın kuruluşundan bu yana en büyük değişiklik ne oldu? Uluslararası bir orkestraya dönüşmemiz ve dönem müziklerinin çok popüler olması… 21 yıldan beri elimizden geldiği kadar yenilikçi olmaya çalıştık, her zaman yeni repertuarlar ve bunları icra etme yöntemleri araştırdık. Örnek vermek gerekirse, Henry Purcell’in “Dido ve Aeneas” operasını kuklalarla sahneledik! Teknolojinin bunda katkısı ne, zaman zaman da olsa yaratıcılığınızı engellediğini düşünüyor musunuz? Teknoloji bizlere çok olanak sağlıyor. Canlı performanslarımız ancak teknoloji sayesinde dünyanın bir ucundaki hayranlarımıza ulaşabiliyor. İnternet yeni dinleyici bulmamıza ve onlara video, download vb gibi şeyleri sunabilmemize de yardımcı oluyor. İstanbul konserinizde Türk müzikseverler için yeni besteleriniz olacak mı? İstanbul’da OAE’nin yaptığı müziğe tanık olacaksınız... Konserde bize dünyanın önde gelen sopranolarından Lisa Milne ve genç, bir o kadar da coşkun şef Robin Ticciati de katılacak. Bu Robin Ticciati ile ikinci çalışmamız ve bu birliktelik birkaç konser daha sürecek. (OAE hakkında daha fazla bilgiye sahip olmak isterseniz www.oae.co.uk sayfasını ziyaret edebilirsiniz.) muzik@tikabasamuzik.com Joe Satriani, Âşık Veysel’i selamlıyor ünyanın tanınmış gitar virtüözlerinden Joe Satriani’nin içinde Âşık Veysel’e adadığı “Âşık Vaysel” şarkısının da yer aldığı “Professor Satchfunki us and the musterion of rock” albümü yayımlandı. Joe Satriani; çıkardığı 12 solo albümü, üç platinyum ödüllü DVD’si, 10 milyonu aşan satış rakamıyla yaşayan bir efsane olarak müzik tarihindeki saygın yerini koruyor. Gitar çalmadaki yeteneğini ve hızını müziğin duygusallığına hediye eden Satriani, dünya çapında fanatiklik derecesinde birçok hayrana sahip. Sanatçının son albümünde kendisine prodüktör olarak John Cuniberti ve davul ve perküsyonda Jeff Campitelli ve basta ise Matt Bissonette eşlik ediyor. Albümde sürpriz isim ise, tenor saksofonlardaki Satriani’nin oğlu ZZ Satriani. Albümü bizim için daha da özel yapan şey ise içinde Âşık Veysel’e adağı bir şarkının olması! “Âşık Vaysel” şarkısının hikâyesi ise sanatçının geçen 14 Temmuz’da İstanbul’da verdiği konsere dayanıyor. Satriani, İstanbul’da edindiği Âşık Veysel albümlerinden çok etkilenmiş, yeni albümdeki bir parçayı da Âşık Veysel’e adamış. Satriani, “Asik Vaysel” şarkısında gitarını daha önce hiç kullanmadığı bir tarzda çalmış. Yani bağlamaya yakın bir tarzı benimsemiş. Hatta Âşık Veysel’in pek çok tanıdık melodisi bu şarkıdan geçip gidiyor. Satriani; albümdeki Endülüsya anlamındaki “Andalusia” şarkısında ise yine Âşık Veysel’e gönderme yaparak, onun halk ozanı ruhuna yakın bir hisle yorumluyor. Veysel’in ruhu “Andalusia”da (Endülüs) yaşıyor diyen Satriani, “Veysel Endülüs’ü görseydi acaba ne hissederdi, diye düşündüm ve “Andalusia” şarkısını yazdım.” diyor. Albümdeki diğer şarkılar ise şöyle; “Musterion”, “Overdriver”, “I Just Wanna Rock”, “Professor Satchafunkilus”, “Revelation”, “Come On Baby”, “Out of the Sunrise”, “Diddleyadoodat”, “Asik Vaysel”, “Andalusia”. D “Bir Kumbara Öyküsü” dinlemeye ne dersiniz? Damlaya damlaya kumbara... Esra Açıkgöz Bu albüm tek bir şarkı Ali Deniz Uslu Yüksek Sadakat’in ikinci albümünün adı “Katil ve Maktul”. Grup, yeni albümünde olmak istediğimiz kişi ile olduğumuz kişi arasındaki uçurumun çelişkisini sorguluyor. Yaptığımız seçimlere, göre de kendimizin katili ve elbette maktulü olduğumuz metaforunu kuruyor. grup müziği kolektif bir olgu. Ben de gruba gelmeyi çok düşündüm, ne hissettiğimden emin olduğumda “evet” kararını verdim. Birbirimize çabuk alıştık. Albüm kayıtlarına başlamadan önce de pek çok konser verdik. Tepkileri gördük, sahne uyumunu tarttık ve doğru yolda olduğumuzu anladık. Serkan: Solist, grubun sesi ve anlatıcısı. Biz bunun öneminin farkındaydık, ama bunu bir risk olarak görmedik. Eğer burada bir risk varsa o da albüm için acele edip içimize sinmeyen bir sesle devam etmekti. Grubun söz ve müzikleri tek elden çıkıyor. Düzenlemeler ise kolektif. Gazeteci ve müzik yazarı olarak bir rock grubunun müzikal yükünü taşıyorsunuz. Hem müzik yazarı olmak hem de müzik yapmak nasıl bir duygu? Kutlu: İkisi de bağlantılı gibi gözükse de aynı işler değil. Birisi analiz, anlama ve anlatma, yani rasyonel bir iş. Şarkı yazarlığı ise sezgisel ve kendimle korkusuzca yüzleşebilmemle alakalı. Birbirini destekleyen tarafları elbette var. Ben sözleri ve müziği yazarken çok müzik dinlemiş, okumuş ve yorumlamış olmanın tecrübesini çok iyi kullandığımı düşünüyorum. En çok şarkıların enstrüman tavırlarında bunu hissediyorum. “Katil ve Maktul” albümünde melankoli dozu yüksek parçaların yanında, insanın kanını kaynatan yüksek enerjili, hareketli parçalar da var. Sözler çok şey anlatıyor, ama şarkılar bir zamana ait değil. Nedir burada yakalamak istediğiniz denge? Kutlu: Söyleyecek sözünüz yoksa müzik yapmazsınız. Albümdeki şarkı akışı ise dengesi hesaplanmış bir şey değil. Albümdeki şarkılar zamandan bağımsız, çünkü insana dair ve onun varoluş meselesine ait. Bu şarkıların içinde bir denge yaşaması da insanın içindeki coşkusu ve melankolinin dengesi aslında. Alpay: Ben albümü tek bir şarkı olarak dinliyorum, şarkıları, tek bir şarkının içindeki değişik ruh halleri olarak görüyorum. Albümün isminin hikâyesi nedir? Kutlu: Olmak istediğimiz kişi ile olduğumuz kişi arasındaki uçurumlar üzerimizde derin etkiler yaratıyor. Elbette bunları yaşatan seçimleri biz yapıyoruz. Yani yaptığımız seçimler bizi olmak istemediğimiz bir yere getiriyorsa o zaman kendimizin katiliyiz, elbette de maktulüyüz. Belki de kendi yaşamımızın sanatçısıyız... Yüksek Sadakat akustik olarak da kulağa çok hoş geliyor. Akustik bir konserde albüm kaydı fikriniz var mı? Uğur: Geçen yaz böyle bir konserimiz oldu, şarkılarımızı şarkıları akustik düzenledik. Gördük ki şarkılar dinleyenleri bambaşka yerlere götürdü, bizi de şaşırttı. Sanırım akustik yorumlar şarkıların özüne gitmenin farklı bir yolu. Yani bu tarz bir kaydı biz de çok istiyoruz, özellikle vokale Kenan geçtikten sonra eski şarkılara da onun yorumunu katmak gibi bir fikrimiz var. Arkamıza da orkestra desteği alırsak çok keyifli bir çalışma yapacağımız kesin. B ir Kumbara Öyküsü. Bu sergi adı bile kimilerini bozuk paraların değerli olduğu zamanlara götürmeye yetmiştir. İnsanların, tasarruf kampanyalarının başaktörü kumbarayla tanışmasını sağlayan Türkiye İş Bankası, bu sergiyle kumbaraları yeniden gündemimize sokuyor. Eminönü’ndeki Türkiye İş Bankası Müzesi’nde 15 Eylül’e kadar sürecek serginin metin yazarı Gökhan Akçura sorularımızı yanıtladı. Kumbaralar yaşamlarımıza ne zaman girdi? Kumbara insanlığın değiş tokuşu geride bıraktığı dönemden beri yaşamımızda var olan bir olgu. İnsanlar nasıl yiyecek maddelerini bir kapta topluyorlarsa, paralarını ya da onun yerine kullandıkları nesneleri de çeşitli türden kaplar içinde saklıyorlardı. Bugünkü anlayışımıza daha yakın kumbara örnekleri ise 19. yüzyılda üretilmeye başlandı. Çocuk oyuncağı gibi, değişik figürlerin Fotoğraf: UĞUR DEMİR kullanıldığı objelerden oluşan bu kumbaraların dünyanın dört bir yanında örnekleri var. Bankalar ise kumbaratasarruf hesabı ilişikisini kurmaya 20. yüzyılın başında başladılar. Türkiye’de de bu ilişki ilk İş Bankası sayesinde kuruldu. Sergi ve kitabımızdaki “kumbara öyküsü” de İş Bankası ile başlıyor. 1928’de Türkiye İş Bankası, yastık altında saklanan tasarrufları bankalara aktarmak için kumbara dağıtmaya karar veriyor. O zamanın Genel Müdürü Celal Bayar bu konuyu yönetim kuruluna getirince pek destek bulamıyor ama ısrarları sonucu ilk parti olarak iki bin kumbara dağıtılıyor. Ülkede böyle bir üretim olmadığı için, kumbaralar yurtdışına sipariş ediliyor. 1928 sonunda başlanan bu kumbara dağıtımı öyle rağbet görüyor ki, kısa sürede üst üste siparişler alıyorlar. Bir yılda on binlerce kumbara dağıtılıyor. İki yılda kumbara hesabı sayısı elli bini aşıyor. Bu ilginin nedeni ne? Bilineceği gibi, 1929 yılında dünya ekonomik krizin tam göbeğinde yaşıyordu. Aynı yıl hükümet ulusal bir ekonomik politika için düğmeye bastı. Mustafa Kemal’in himayesinde kurulan Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti iki ana konuyu gündeme getirdi. Bu konuların biri “yerli malı kullanma”, diğeri de “halkı tasarrufa alıştırma”ydı. İşte kumbara ile tasarruf politikası üst üste geldi. Bu nedenle İş Bankası kumbarası, bir nevi hükümet politikası nesnesi olarak kabul edildi. Okullarda, derneklerde, resmi kuruluşlarda tasarrufun simgesi olarak yerini aldı. Zamanla diğer bankalar da kumbara ürettiler ama kumbara ile İş Bankası çoktan bir bütün haline gelmişti. Bunda İş Bankası’ının meşhur kumbara reklamlarının da payı vardır herhalde. İş Bankası kumbaraya rağbeti fark edince, reklam kampanyalarını da “kumbara” fikri üzerine inşa etti. Sokaklardaki tabelalardan stadlardaki panolara, tramvay üstlerinden ışıklı maketlere kadar her yerde kumbara ile İş Bankası arasındaki ilişkiyi vurguladı. Hatta öyle bir noktaya gelmişlerdi ki uçaklarla, cami minareleri arasında gerilmiş mahyalarla bile kumbara reklamı yapmışlardı. Yine de zamanla kumbara hayatlarımızdan çıktı. Kumbaranın toplumsal tarihimizdeki önemi Y üksek Sadakat grubu geniş bir dinleyici kitlesine ulaşan ilk albümlerinden iki yıl sonra yeni albümleri “Katil ve Maktul”ü yayımladı. Solistleri ve davulcularının değişimi yüzünden pek çok badire atlatan Yüksek Sadakat’in yeni kadrosunda vokalde Kenan Vural, gitarda Serkan Özgen, bas gitarda Kutlu Özmakinacı, tuşlu çalgılarda Uğur Onatkut ve davulda Alpay Şalt var. Grup yeni albüm öncesi yaşadığı eleman değişikliklerine rağmen Yüksek Sadakat’in alameti farikası olan müzikal tavrını korumayı başarmış. Bu albümde müzikal ayrıntılar daha ön planda. Sözlerdeki ironik anlatımlar da iyice derinleşmiş. Grubun şarkı sözü yazarı, bestecisi, aynı zamanda gazeteci ve müzik yazarı Kutlu Özmakinacı “Söyleyecek sözünüz yoksa müzik yapmazsınız” diyor. Albümdeki şarkıların zamandan bağımsız, insana ve onun varoluş meselesine dair olduğunu anlatıyor. Biz de Yüksek Sadakat grubu ile yeni albümleri üzerine konuştuk... “Katil ve Maktul” albümünü merakla bekliyorduk. Çünkü grupta elaman değişiklikleri olmuştu ve bunun müziğinize ne kadar yansıyacağını bilemiyorduk. Bu dönemi nasıl geçirdiniz? Kutlu: Müzik grupları yaşayan organizmalar, değişiyorlar, evrim geçiriyorlar. Bu süreç sizi pek dinlemeden kendiliğinden gelişiyor. Bizim de önce davulcumuz, sonra da solistimiz değişti. Önemli olan bu değişimden sonra yeni bir kimya kurmakta zorlanmamış olmamız. İlk albümde doğru şeyler yaptık, ama eksiklerimiz vardı. Yeni albümde bu eksiklerin üzerine gittik. Tahlillerimizi kolektif bir vizyon ile yorumladık, tartıştık, çözüm aradık. Yani grup olmanın gereklerini daha iyi yaptık. Alpay: Ben her şeyden önce müziği bir meta değil de bir paylaşım olarak gördüğüm için, sevdiğim insanlarla müzik yapma fikrine zaten çok sıcaktım. Hepimizin içinde hâlâ büyümeyen bir çocuk olduğu için de bu birlikteliğin mayası güzel tuttu. Dostluğumuzun üzerine müziği inşa etmekte fazla zorlanmadık. Özellikle rock gruplarında solistin değişimi risklidir. Ne de olsa solist grubun sesi ve ruhunun önemli bir parçası. Yeni kimyayı nasıl tutturdunuz? Kenan: Vokal önemli bir rol. Dediğiniz gibi grubun sesi ve sahne iletişiminin en önemli unsuru. Bir de alışkanlık var, ama seksenlere kadar sürdü. Ancak paranın giderek değer yitirmesi, bu nedenle de demir paraların gereksiz ağırlıklar haline gelmesi sonucu kumbaralar da gözden düştü. Enflasyonun bu denli arttığı bir ülkede hangi bozuk paranın önemi olabilirdi ki? Peki ya bugün? Paranın sıfırlarının atılmasıyla bozuk paralar itibar kazanınca, kumbaralar da yeniden gündeme geldi. Geçtiğimiz yıllarda kumbaralar dağıtılmaya başlandı. Çocuklar yeniden tasarrufu önemsemeye başlayacaklar mı bilemem ama kumbara sadece anılarda yaşayan bir obje olmaktan kurtuldu. Artık günümüzde de bir anlamı var. Humbara’dan Kumbara’ya… Türkçe’deki kumbara sözcüğünün kökenleri ilginç bir şekilde eski bir savaş aletine kadar uzanıyor. Osmanlı İmparatorluğu’nda “humbara”; içine barut, demir ve kurşun parçaları doldurularak havan topuyla veya elle atılan bir çeşit bombaya deniyor. Halk dilinde “humbara” sözcüğü zamanla “kumbara”ya dönüşüyor. İstanbul’da kumbaraları ilk kez, bu tür “bomba” yapan “kumbara”cı esnafı üretiyor. C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle