22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

8 23 MART 2008 / SAYI 1148 Medyaya güven sorunu Zülal Kalkandelen eçenlerde gazetelerde bir manşet vardı: “Medyaya güven içler acısı!” Neden? Avrupa Birliği’nin kamuoyu araştırmalarını yürüten Eurobarometre’nin Türkiye Ulusal Raporu’na göre, Türk halkının medyaya güveni yüzde 28 düzeyinde. Medya çalışanları bu raporu haber yaptılar, ama sonrasında üzerinde tartıştılar mı? Hayır. Bunun nedenlerini belirleyip çözüm yolları aradılar mı? Hayır. Kimsenin hakkını yemeyelim; bazı uyarılar yapılıyor, bireysel düzeyde bazı çabalar da var, ama bunlar çözüm için yeterli değil. Peki neden medya kuruluşları, mesleğin saygınlığını koruyacak önlemler almak için bir araya gelmiyorlar? İktidarla olan çıkar ilişkileri, holding medyasının üzerine ölü toprağı serpti de ondan mı? *** Bizdekine benzer bir güven sorunu, Amerika’da da var. Harris Interactive tarafından yapılan son kamuoyu araştırmasına göre, Amerikalıların yüzde 54’ü basına güvenmiyor. Bu oran, televizyonlarda yüzde 46, internet haberlerinde yüzde 34, radyolarda yüzde 32. G Amerikan medyası, General Electric, AOL Time Warner, Walt Disney, News Corp., CBS ve Viacom gibi büyük şirketlerin kontrolu altında. Bu dev şirketlerin oluşturduğu blok karşısında medyanın tarafsızlığını korumaya yönelik bazı girişimler yürütülüyor. Bunlardan birisi de, “Media For Democracy” (Demokrasi İçin Medya) adlı sivil toplum hareketi. Kampanya kapsamında imzaya açılan bildiride yer alan şu soru oldukça düşündürücü: “Irak’ın işgalinin 5. yılında, Afganistan’daki çatışma giderek artıp İran’la savaş tehdidi büyürken, medyanın bugün daha iyi çalıştığını, Irak’ın işgali için utanç verici bir şekilde amigoluk yaptığı günlere göre işini daha iyi yaptığını dürüstlükle söyleyebilir misiniz?” Olumlu yanıt verenlerin azlığı ortada. Irak’a saldırıyı tüm gücüyle destekleyen Amerikan medyası, şimdi de İran’a karşı saldırıyı teşvik ediyor. Amaç, Beyaz Saray’a yaranmak olunca, bu çok da şaşırtıcı değil. Bir de savaş dönemlerinde gazetelerin çok sattığı, televizyonların daha fazla izlendiği gerçeği göz önünde bulundurulunca, reklam pastasından daha çok faydalanmak isteyen medyanın savaş çığırtkanlığının nedeni açıkça görülüyor. *** Fakat sorun da tam bu noktada başlıyor. Asıl hedef kitlesi (alıcısı) olan halkın gözünde güvenilirliğini kaybeden medyanın geleceği ne olacak? Bu durumda medya çalışanlarının kendilerine sormaları gereken soru şu: “Okuyucunun, dinleyicinin ya da izleyicinin güvenini kazanmak için ne yapmalı?” Demokrasi İçin Medya hareketinin talep listesi, bizim medya için de yol gösterici olabilir: Sadece bize bizi anlatan haberler yerine, farklı bakış açılarını da aktaran haberler. Güçlü kişilerin açıklamalarını stenocu gibi yazan gazeteciler yerine, onları sorgulayan haberciler. Siyasi gelişmelerin bağımsız bir şekilde değerlendirilmesi. Yolsuzluk soruşturmalarının izlenmesi. Savaş bölgesindeki durumu yansıtan gerçek fotoğrafların kullanılması ve bazı görüntülerin kamuoyundan gizlenmemesi. Kısacası talep edilen, gerçek gazetecilikle ortaya konacak doğrular... Ne dersiniz, uygulaması çok zor bir liste mi? G kzulal@yahoo.com Benzeşim ruhun ölümüdür! Adnan Binyazar K İslamcı işçiyle eylem yapılır mı? Enver Aysever lsa Triolet’in “Sosyalist olmayan bir düzende sosyalist gibi davranmak aptallıktır.” sözü etkileyicidir. Kardeşi Lili Brik’in, Mayakovsky’nin, Aragon’un da içinde olduğu ilginç bir yaşam süren tutkulu, savaşçı bir kadın, muhtemelen deneyimlerinin acı sonucu olarak varmıştır bu noktaya. Bütün çabası eşitlikçi, ezeninezilenin olmadığı, adil bir bölüşümle kurulmuş bir dünya yaratmaktır. Her sosyalist gibi romantik, özgürlükçü, duyarlı ve belki de zaman zaman hafif esriktir. Sosyalistlerin, duygusal yaşamlarına yön verirken büyük etki yaptığı bilinir. Buna karşı önerilen düzen, duygusuz, salt maddi dengeler üzerinden kurulacakmış gibi sunulur. Büyük bir yalandır. İşçi eylemlerinin sokağa taştığı dönemler yüreğim kabarır, yüksek perdeden haykırmak isterim. Alın teri uğruna verilen savaşın büyülü bir yanı olduğunu düşünürüm. Kişinin, diğer biri için göğsünü siper etmesi, yanındaki için de kavgaya girmesi, salt çıkarlarla açıklanamaz. İçindeki ahlaki boyutu kavramak gerekir. Düşünsel zemin ne denli güçlü olursa olsun, insanı salt bilimsel verilerle, düşünsel çıkarsamalarla açıklayamazsınız. Belki bu yüzdendir sosyalistlerin en güzel ezgileri bulması, dizeleri yazması, insanları öyküleştirmesi... Bir sendika araştırmacısı, bir ekonomi muhabiri ve ben; tam da işçi eylemlerinin başladığı gün kıyasıya bir tartışmaya giriştik. Gördüm ki ekonomistlerin tüm bir yaşamı üretim araçları ve bölüşüm üzerinden açıklama çabaları var. Yani artı değer, yani paranın serüveni üzerinden konuşalım istiyorlar tüm olup, biteni. Bu olanaklı mı? Sendika araştırmacısı dost, işçi eylemleri sırasında yan yana düşen bir İslamcıdan ve sosyalistten söz etti. Eylem yapmanın görkemi ve dayanışma ortamı içinde, diğer tüm ayrılıkların bir kenara bırakıldığını ve işçi E sınıfının ayağa kalktığını anlattı heyecanla. Ona göre elinde tesbih tutan, uzun sakallı ve eşi çarşaflı olanla; yanı başında içindeki tanrıyı çoktan öldürmüş olan aynı dava uğruna savaşıyorlardı. O İslamcının; “Biz Allah yolunda ölürüz. Bu davaya baş koymuşuz, sonunda gideceğimiz yer cennettir. Buna inanırız. Bir sosyalist de dava uğruna can veriyor. Üstelik gideceği bir cennette yok. Toprak olacak. Bana bu çok daha etkileyici geliyor.” demesini de örnek olarak veriyordu. Anlaşılan, kutsallar arası bir astüst sıralaması yapmıştı İslamcı ve bizim sendikacı da etkilenmişti bu söylemden! Ekonomi muhabiri işi daha da ileriye götürüp, sonunda gelinen noktanın altyapı ilişkilerinin, üstyapıyı doğrudan etkilemesi olarak açıklamanın yeteceğini dile getirdi. Kara çarşaf, tesbih, cüppe bu süreçte kaybolup gidecekti... İman eden birinin ne türden duygular taşıdığını hiç düşünmemişler belli ki. Söz konusu olan iki işçinin de ortak bir sorunları var; açlık! Ancak iş karın doyurma sürecindeki yönteme, amaca gelince bu kadar kesin hükümler vermek doğru mu? Küresel ortam, döndü dolaştı ülkemizde de bir ucube siyasal partiyi, kökten dinci bir anlayışı, üstelik demokratik yollardan iktidara taşıdı. Seçim var mı, var. Parti kapitalizme uygun mu işliyor, evet. Peki nasıl oluyor da çalışanların, işçilerin oyları da bu siyasal örgüte gidiyor? Doğal olan, bu küresel kapitalizme eklemlenmiş partiye karşı, güçlü bir işçi direnişinin gelişmesi ve karşı çıkması değil midir? Olmuyor, olamıyor... Sosyal bilimlerin bir türlü tam anlamıyla bilim olamayışının altında insan unsuru yatar. Her türlü öngörüyü hesaba katan insan, ‘ruh’ denen kavramla ve onun kişinin üzerindeki etkisiyle matematiksel bir ilişki kuramaz. Ruhsal olanın en büyük sorunsalının din olduğunu bilmek ve görmek gerekir. Yıllar yılı ‘şükür’ kültürüyle yetiştirilmiş bir kişinin itirazları yoktur. ‘Devlet Baba’ya karşı gelmek aklının uzak köşesinden geçmez. Kimi zaman devlet baba evrilerek patrona dönüşür. Alın teriyle para kazandığını bilmeyen imanlı işçi, ‘velinimetine’ karşı her zaman saygılı, ölçülü ve boynu bükük durur. Duygusal coşkuyla ya da canı çok yandığı için kimi zaman tepki verse de, nihayetinde kıblesi değişmez. O halde buradan bir sosyalist de çıkamaz! Allah’ına avuç açarak dileklerinin gerçekleşmesini bekleyen kişi, düzenin, önüne koyduğu “sadaka”yla yetinebilir. Açlık bastırılıp, yerini tokluğa bırakınca sınıf bilinci de kaybolur. Bu insanlar topluluğunun dönüşüp, üzerindeki kara çarşafı, cüppeyi atması söz konusu olamaz. Bu duruma modernleşme denemez. Tam kapitalizme geçmeyi başaramayan toplumların da, sağlıklı işçi sınıfları olamaz. Enayi bir burjuvazinin olduğu yerde imanlı işçiler görülür. Gün gelir sömürü düzeni, onların sözcülerini İslami bir kılıkla iktidar yapar. İsyan etmesi gereken işçi, sadece şükreder. Yanınızda sınıf bilinci olan bir sosyalist yoksa, ortada bir sosyalist hareket de olamaz. Sosyalist olmayan bir sistemde sosyalist gibi davranmak ahmaklıktır. Ortadoğu coğrafyasında dincilerle kol kola giren devrimcilerin hazin sonu önemli bir gösterge olsa gerek... G www.enveraysever.com üreselleşme dediğimiz olgu her yeri bir biçime sokarak dünyanın çehresini değiştiriyor. Değiştirme bir aldatmaca; tam tersine, kentleri aynı çehreye büründürüp birbirinin içinde yok ediyor. Ne denli korunsa, yüz binlerce yıl sonra tarihsel yapılar, yontular, yeraltı kentleri bugün var, yarın yok! Onların yerini hep birbirinin benzeri yapılar alacak... Atıkların salgıladığı kimyasal parçacıklar gözeneklere virüs gibi dalıp doğayı bütün varlığıyla öldürüyor. Belli ki, öldüremediklerini de türsel değişime uğratıp yozlaştıracak. Klonlama, değişimin değil, türsel benzeşimin başlangıcıdır. On bin yıl sonra bugünkü koyunun, karıncanın, ayının.. hatta insanın nasıl bir yaratığa dönüşeceğini biliyor muyuz?.. *** Mevlana “Bir yerden bir yere göçmek ne güzel!” demiş... Değişim için geçerli bu söz, benzeşim için değil! Atatürk Havalimanı’ndan uçağa binip üç saat sonra Berlin’e inince değişimin orta yerine düşeceğimi ummuştum... Arabada giderken sağa sola bakıyorum... Yapılar aynı, reklam panoları aynı... Yollar aynı, yol şeritleri aynı, direksiyonlar aynı, sürücüler aynı, hız aynı... Dil aynı olmasa da konuşma üslubu aynı, tavırlar aynı... McDonald’s aynı, kafeler aynı, müzik aynı, tabelalar aynı, bağırtı aynı, giyim kuşam aynı... Boss, Lacoste, adidas, CocaCola, Knorr... Bilboard dedikleri ekranlarda kadınlar aynı, kadınların gülüşleri aynı... Her yerde aynı kadına, aynı erkeğe, aynı çocuğa.. delirmeden kaç dakika bakılabilir?.. Benzeşim ruhun da ölümüdür! *** Benzemezlik doğaya özgüdür. Yeryüzünün herhangi bir noktasındaki doğa parçasına can alıcı gözle bakıldığında, aynı sanılan her nesnede binlerce benzemezlik bulunacaktır... Milyarlarca insanın göz bebeklerinin, parmak uçlarındaki dokusal çizgilerin aynı olmayışı doğasal benzemezliğin kanıtı değil de nedir?.. İlk bakışta dağ dağdır, kuş kuştur, çayır çayırdır... Ancak ruhunun gözüyle bakanlar, kavrayış derinliği olanlar görüyor nesnenin benzemezliğini... Ressamlar, besteciler, bilginler, buluşçular, düş yaratıcıları... Kıvılcımın aydınlığını Edison, dünyanın döndüğünü Galile, boyadaki balığı Picasso, sesin kudretini Beethoven, insanlığın geleceğini Karl Marx.. görüyor. İnsan, benzerliğiyle değil, benzemezliğiyle insandır. Benzemezlik, hayatın ahengidir. *** Berlin’de yaşadığım yıllarda Türkiye’nin dağlarını, bayırlarını, tek ağaç bulunmayan kırlarını, ovalarını, yüksek uçan kuşlarını.. göreyim diye az çok bizim topraklarımızı andıran İspanya’ya giderdim. Orada da yeşil yeşildi, ama Anadolu yeşili değildi, orada da bozkırlar uzanıyordu, ama bizim bozkırımız değildi... Nereye giderse gitsin, insan, ayrıntısına erdiği doğa parçasını bulamayınca içinde koca bir gurbet boşluğuna düşer. Uzaktan gören, kör bakar; Dünya, uzaydan, çiçek hastalığı geçirmiş bir yüz gibi görülür. Her gözeneğin denizler, karalar, dağlar, ovalar, evler, bahçeler, caddeler, sokaklar.. olduğunu, içinde yaşayan bilir... Benzerliği bulmaya gidenin aradığı, gerçekte, ayrıntısına erdiği benzemezliktir. G Binyazar@gmail.com C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle