Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
10 YEMEK 21 ARALIK 2008 / SAYI 1187 Aylin Öney Tan Murat Sayın (muratsayin2005@gmail.com) Şiir hayatın neresinde? Ataol Behramoğlu öportajlarda genellikle “şiire ne zaman başladınız” diye sorulur. Bu soruya yanıtım da genellikle “kendimi bildim bileli”dir... Kendisini bildi bileli şair olduğunu düşünen, ya da öyle sayılagelen biriyim... Sözcüklerle oynamak, aralarında bir uyum kurmaya ya da var olan uyumu bulmaya çalışmak... Çocukken yapmayı sevdiğim şeylerdi... İşin esası da sanıyorum ki budur... Derken bir anlam kıvılcımı, uyumlarla anlamların örtüşmesi, sizi şiir dediğiniz o bilinmezliğin ele geçirilmesine doğru götürür... Amacım kolay yoldan bir şiir kuramı oluşturma çabası değil... Kendimi on yaşlarımda şair gibi duyumsamaya başladığımı kabul edersem, demek ki elli yılı aşkın bir süredir bu işin içindeyim... Fakat bütün yaşamımda hiçbir zaman, şiirin bu yaşam içindeki yerini şu günlerde olduğu kadar sorgulamadım... Bu sorgulama kendimle ilgili değil... Şiirin benim kişisel yaşamımdaki yerini kuşkusuz ki biliyorum... Onsuz yapamam... Onun içindeki dünya benim için çoğu kez gerçek dünya dediğimizden daha gerçektir... Çocukken de böyleydi, şimdi de böyle... Fakat ne oldu, nasıl oldu da, şiir bu gerçek dünya dediğimizin bu kadar dışına itildi? Örnek mi? Vereyim... Beyoğlu’ndaki belli başlı kitapçıları dolaşın... Aynı zamanda yayıncı olan bir ikisi dışında hiçbirinin vitrininde şiir kitabı göremezsiniz... Bir tas çorba bin damla gözyaşı H ikâyenin kahramanı tam yüz yıl önce doğmuş. Beyaz tenli, al yanaklı, simsiyah top top saçlı güzeller güzeli bir kız. Öyle işveli, öyle endamlı ki bir gören unutamıyor. Kervanlar onun için yollarını değiştiriyor. Evinin önündeki küpten bir tas su içebilmek, su bahanesiyle onu bir an görebilmek için yollara düşenlerin hikâyeleri anlatılıyor. Zöhre kızın Antep’te başlayan öyküsü sınır ötesine Suriye’ye kadar uzanıyor, ardından yakılan ağıtlar Barak Ovası’nda yankılanıyor. Hikâye, Gaziantep’in Oğuzeli ilçesine bağlı Uruş köyünde başlıyor. Sonraları Ezo Gelin olarak nam salacak Zöhre Bozgeyik 1909 yılında burada dünyaya gelir. Ailesi Barak Türkmenlerinden olan Bozgeyikli oymağındandır. Büyüdükçe güzelliği ile dikkati çeken Zöhre kızın talibi çoktur. Kızın güzelliği ile şanı varsa komşu köyden bir delikanlının da sesiyle namı vardır. Belendi’den Şiddo Hanefi sazıyla sözüyle sesiyle çok genç kızın gönlünü çelmektedir. R Ezo Gelin Çorbası Ezo Gelin öyküsünün aynı adı taşıyan çorbayla ilişkisi nasıl kuruldu net değil. Barak Ovası’nda özellikle Uruş civarında mercimek çok yetişiyor. Bulgur ise yörenin temel gıdası. Mercimekli bulgurlu çorbalar özellikle tatlı veya ekşi malhıta yani mercimek çorbası çok yaygın. Bu nedenle, zamanla adına yakılan türkünün popülerliğinin de etkisiyle çorbaya Ezo Gelin ismi verilmiş olması mümkün. Ezo’nun acısına katılmak istiyorsanız biber salçasını acısından seçin, pulbiberi de bolca tutun. Acının yakıcılığı soğuk kış günlerinde ruh üşümenize çare olmasa da içinizi bir nebze ısıtacaktır. 1 bardak kırmızı mercimek, 1 kahve fincanı bulgur, 1 orta boy soğan, 45 diş sarmısak, 7 bardak su, 1 çorba kaşığı biber salçası, 1 çorba kaşığı domates salçası, ½ limonun suyu, tuz, karabiber, 23 çorba kaşığı tereyağı, acı pul biber, 1’er çorba kaşığı kekik ve kuru nane. Mercimek ve bulguru sudan geçirerek yıkayın. Su ile ateşe koyun. Soğanı çok ince, aşçıların sıçandişi tabir ettiği büyüklükte doğrayın veya rendeleyin, sarmısağı çok ince kıyın ve hepsini çorbaya katın. Biber ve domates salçasını bir kâseye koyun. Salçayı, çorbanın ılınan suyundan birazında ezerek eritin ve tekrar çorbaya ekleyin. Mercimek ve bulgur iyice yumuşayıp dağılma kıvamına gelene kadar haşlayın. Arada biriken yüzeyde biriken köpükleri toplayıp atın. Salça tuzlu ise onu da hesaba katarak çorbanın tuzunu biberini ayarlayın. Limon suyunu ekleyin. Servis yapmadan önce yağı küçük bir tavada kızdırın. Birer tutam pul biber, kekik ve naneyi kızan yağa ekleyin. Çorbaya ekleyip servis yapın. Dilerseniz kızgın yağa son anda 12 diş dövülmüş sarmısak katarak Barak Ovası’nın öte yanından duyulacak nefis bir koku elde edebilirsiniz. Rifat Mutlu (rifatmutlu@gmail.com) Şiir kitapları bu kitapçıların içinde de ya hiç yok, ya da sürgünde, dipte köşede bir yerlerdedir... Sadece Beyoğlu’nda değil her yerdeki kitapçılarda bu böyle... Şiir bütünüyle sürgündedir, lanetlenmiş gibidir. Nasıl hazırlandığı hiçbir zaman bilinemeyecek çok satarlar listesinde onu göremezsiniz. Çünkü paranın çirkin yüzü her yerde sırıtmaktadır. Vitrinlerde ve içeride okurun gözüne sokulurcasına sergilenen kitapların birçoğu ıvır zıvırdan ibarettir. Tıpkı iki üç haftada bir değişen film afişleri gibi onlar da yerlerini çok geçmeden başkalarına bırakacaktır... Çünkü bizim toplumumuzda artık yayıncılık da kapitalist endüstri içinde yerini almıştır... Tek bir farkla: Kapitalizmin gerçek metropollerinde gerçek kültür ürünlerinin de her zaman yeri olacaktır... Köklü, büyük geleneklere sahiptirler çünkü... Bizimki gibi sonradan olma, öykünmeci, giderek tam sömürgeleşecek yarı sömürge ekonomilerde ise, başta insanın kendisi olmak üzere her şey tüketim metaıdır. Şiir, doğası gereği, bu pisliğe uyum sağlayamaz... Onun için de yaşamın dışına itilmiştir. Kazıdığınızda ancak birkaç santim derinliği bulunduğunu, onun da birtakım sığ ve ordan buradan kopya edilmiş duygu ve düşünce kırıntılarından ibaret olduğunu göreceğiniz kişiliklere şiirin söyleyebileceği bir şey ne yazık ki yoktur... Şiir ancak onu kabul etmeye hazırsanız size kendini açacaktır... Yazı başlığını oluşturan sorunun yanıtı, şiirin bugün yaşadığımız hayatın hiçbir yerinde bulunmadığı, sürgünde olduğudur... Bütünüyle eğitim sistemi, çok az istisnası ile yazılıişitsel ve görsel medya ve yayıncılık sektörü, tüketim ekonomisinin buyruğunda, bu sonucun sorumluları ve günümüzde de başlıca etkenleridir... Şiirsiz, derinliksiz, yoz bir dünyaya doğru, hep birlikte yol almaktayız... ataolb@cumhuriyet.com.tr Bir not: “Çok az istisnası” ile derken düşündüklerimden biri de TRT 2’deki “Önce Şiir Vardı” programıydı. M. Ş. Onaran, T. Halman ve H. Yavuz’un, R. Asyalı ve B. Ötenel’in değerli katkılarıyla her pazar 23.15’te sundukları bu programı şiirseverler kaçırmamalı. Çalgılı çengili düğün derneklerden birinde denk gelirler ve böylece iki gencin yazgısı yazılır. Bir yıl sürecek aracılardan, aileler arasında gidip gelmelerden sonra evlenmelerine karar verilir. Ama ancak ‘değişik usulü’ ile.. Yani Hanefi’nin akrabası bir kız, Zöhre’nin abisine gelin gidecektir. Böylece karşılıklı başlık parasından kurtulunacaktır. Düğün dernek kurulur, gelin damat gerdeğe girer. Hayat mutlu mesut sürecek gibi gözükürken işler tersine döner. Zira olayın evveliyatı vardır. Hanefi önceleri bir başka kıza göz koymuş, abisiyle anlaşarak ‘gece değişiği’ yapmaya karar vermiştir. Gençlerin aralarında anlaşarak yaptığı bu çifte kaçma ya da danışıklı kız kaçırma olayında, çiftler enselenmeden köy dışına kaçmayı becerebilirlerse aileler olayı kabul etmek zorunda kalır. Ancak Hanefi ile gözdesi Selvi, olayı haber alan kızın ailesi tarafından kıskıvrak yakalanmıştır. Böylece Hanefi’nin ilk izdivaç denemesi suya düşmüştür. Bunu bilen yeni gelin kendini kıskançlık girdabından kurtaramaz. Geceleri geç saatlere kadar türkü çığıran Hanifi’nin hâlâ Selvi’yi sevdiği zannına kapılır. Kıskançlık başa bela. Ne yapsa bu saplantıdan çıkamaz. Nitekim bir süre sonra kocayı terk eder, soluğu gerisingeriye baba evinde alır. Barak Ovası’nın güzel kızıyla, çağlayan gibi gür sesli delikanlısı birbirine yâr olamamıştır. Gel zaman git zaman yeni namıyla Ezo Gelin daha da bir güzelleşir, talipleri artar. Gene de kimselere yüz vermez, altı yıl dul oturur. Ne var ki baskı büyüktür. En nihayetinde sınırın öte tarafındaki akraba Memey’e varmaya razı olur. Tek şartla. Suriye’ye gelin gitse de tez elden Türkiye’ye geri dönüp yerleşeceklerdir. Elbette evdeki hesap çarşıya uymaz. Ezo Gelin eli böğründe gurbette kalır. Arada sınırı kaçak aşıp köyünü ziyaret etse de bir türlü temelli dönemez. Altı kız doğurur. Bahtsız kızlardan ancak biri yaşar. Ezo Gelin hasretten bunaldıkça tepelik Bozhöyük’e çıkar, memleketine doğru bakar durur. Köyü müdür hasret çektigi, kıskançlıkla terk ettigi Şido mudur ah vah ettiği, kimseler tam bilemez. Bir zaman sonra veremden yatağa düşer. Öleceğini anlayınca köyünü uzaktan da olsa gören tepeliğe gömülmesini vasiyet eder. Genç yaşında toprağa kavuşan ama vatanına kavuşamayan Ezo Gelin hazin kaderiyle efsane haline gelir. Hikâyesi dilden dile anlatılır, türküleri Barak’tan Suriye’ye doğru yayılır. aylinoneytan@yahoo.com MİZAH MAĞARA ADAMI / Tayyar Özkan (www.tayyarozkan.com) C M Y B C MY B