22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

6 21 ARALIK 2008 / SAYI 1187 7 Aralarında Hintli, Siyah, Musevi, Polonyalı var… Amerika’nın dominantlığına inat şarkılarını Fransızca söylüyorlar. Müziklerinde ise kendileri kadar geniş bir yelpazeleri var. Rupa & The April Fishes, ilk albümü “Extraordinary Rendition” ile dünya müziğinde üçüncü sırada… Ali Tekintüre: Arabesk, müzikte bir devrimdi... Ali Deniz Uslu Gerçeklerin peşinden... Başak Geçkinli, henüz 25 yaşında. Şimdiden iki belgeseli var; biri Irak’tan Müslüman olarak dönen Amerikan askerlerini, diğeriyse Koreli kadınların estetik tutkusunu anlatıyor. İnsanları yargılamaktan yana değil, belgesellerinde gerçeği gösteriyor ve “neden” sorusuna yanıt arıyor. Şu an moda fotoğrafçılığı yapan Geçkinli’nin asıl hedefi de savaş muhabiri olmak. Deniz Yavaşoğulları Gazetede iki Iraklıyla röportaj yapılıyor, ardından röportaj, “Irak Amerikalıları kurtarıcı olarak görüyor” şeklinde yansıtılıyordu. Hem fotoğrafta hem sinemada kurmacaya yönelik çalışan Geçkinli’nin, dünyada olup bitenlere ve belgesele ilgi duyması da böyle başladı. Oradaki insanlar gerçekleri görmeliydi artık. Ortadoğuluların ağırlıkta olduğu bir çevreye girdi, Arapça öğrenmeye başladı. Geçkinli ayrımcılıktan hoşlanmıyordu, okulda türbanlı arkadaşları da vardı, gay, lezbiyen olanlar da. Onun için önemli olan ne oldukları değildi, sadece neden öyle olduklarıyla ilgileniyordu. İlk belgesel konusunun ne olacağına Ortadoğulu arkadaşlarıyla Müslümanlık üzerine yaptıkları bir muhabbet sırasında karar verdi. Belgesel, Irak’taki savaşa gidip, Müslüman olup dönen Amerikalılarla ilgili olacaktı. Country minus religion (Ülke eksi din) adlı belgeselde bu askerlerin neden Müslümanlığa aşak Geçkinli veteriner olma hayalleri kurduğu sırada henüz ortaokulda bile değildi. Tabii o zamanlar bu mesleğin, iyileştirmek adına da olsa hayvanları kesip biçmeyi gerektireceğini hesaba katmamıştı. Oysa kedisine aşı yaptırtırken bile fena oluyordu. Veteriner olamayacağını idrak ettikten sonra fotoğrafa ilgi duymaya başladı. Önce, çok sevdiği hayvanları, biraz daha büyüyünce insanları fotoğrafladı. Ancak o sırada varolanı görüntülemeyi sevmiyordu. Arkadaşlarını eve getiriyor, kurmaca bir mekân hazırlıyor, evdeki ışıkları da kullanarak “güzel” fotoğraflar yaratmaya çabalıyordu. Moda fotoğrafçılığının ilk denemelerini de işte o zamanlarda gerçekleştirdi. A li Tekintüre ismi fazla bilinmese de arabesk müziğin tarihinde çok önemli bir yere sahip. En tanınan arabesk şarkılarından bir liste yapılsa ilk ondaki tüm şarkılar onun imzasını taşıyor olabilir. Bu dozu kaçmış bir iddia da değil; “Tanrım Beni Baştan Yarat”, “Kadehi Şişeyi Kırarım”, “Dilek Taşı”, “Kırılsın Ellerim”, “Gitme”, “Senden Vazgeçmem”, “Kaderi Ben mi Yarattım”, “Beklemek İbadet Kalmak Zulümdür”,“Tiryaki”, “Canım Dediklerim”, “Benim İçin Üzülme”, “Elimde Fotoğrafın”, “Kahrolayım”, “Sürünüyorum”, “Ağlıyorsam Yaşıyorum” yüzlerce şarkısından ilk nefeste akla gelenler. Şarkılarını yorumlayanlar arasında da kimler yok ki; Müslüm Gürses, Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur, Bülent Ersoy, Muazzez Ersoy, Zeki Müren, Adnan Şenses, Mahsun Kırmızıgül, Özcan Deniz, Gülden Karaböcek, Neşe Karaböcek, İbrahim Tatlıses, Cengiz Kurtoğlu, Ebru Gündeş, Sibel Can... Tekintüre, şimdi de Ali Coşar’ın önerisiyle Fairuz Derinbulut’la birlikte en çok sevilen şarkılarından onunu yeniden düzenledi. Biz de arabesk müziği sözleriyle onlarca yıldır besleyen Ali Tekintüre’yle buluştuk. Milyonları peşinden sürükleyen arabesk müzik furyasına rağmen, niçin bu kadar görünmez ve sessiz kaldığını konuştuk. Ali Tekintüre 1953 yılında Besni, Adıyaman’da doğdu. Sekiz çocuklu bir ailenin beşinci çocuğuydu, dört kız, üç erkek kardeşi vardı. 10 yaşında babasını kaybedince ailesiyle birlikte taşı toprağı altın şehir İstanbul’a göç etti. Para gerekliydi, çünkü İstanbul zor bir şehirdi. Liseden ayrıldı, işporta, bujiteri daha doğrusu ne iş bulsa yaptı. En son amcasının kuyumcu dükkânında çalışmaya başladı. Bir yandan da elinde kalem kâğıt şiir yazıyordu. Yetmişli yılların ortalarına doğru artık bu işi yapamayacağını düşünüyordu, yazmak her şeyin önüne geçiyor, başka bir şeye yer bırakmıyordu. Yazdığı ilk mısralar da içinde bulunduğu çaresizliği anlatıyordu; “Gülmeyecek bu yüzü neden verdin bana yarab, ya birazcık neşe ver ya beni baştan yarat. Baştan yarat ellerimi, baştan yarat gözlerimi, baştan yaz şu kaderimi, Tanrım beni baştan yarat”. Tekintüre’nin bu mısraları Hürriyet gazetesinde yayımlandı, ama o görmedi. Bir yıl sonra arkadaşının elinde gazeteyle ona gelip “Senin bize söylediğin şiir aslında başkasına aitmiş. Emel Sayın yeni albümünde okumuş” değinde yaşadığı şaşkınlığı hiç unutmayacaktı. Muzaffer Özpınar’ın bestelediği bu sözler Emel Sayın’ın yorumuyla kısa zamanda klasik oldu. B Ali Tekintüre arabesk müziğin gizli kahramanı, şarkı sözü yazarı. “Tanrım Beni Baştan Yarat”, “Kaderi Ben mi Yarattım”, “Benim İçin Üzülme”, tanınan yüzlerce şarkısından birkaçı. Biz bu şarkıların çoğunu Emel Sayın, Orhan Gencebay, Zeki Müren, Müslüm Gürses ve İbrahim Tatlıses’ten dinledik. Tekintüre şimdi de en çok sevilen şarkılarını Fairuz Derinbulut’la birlikte söyledi. Zekeriya S. Şen Başak Geçkinli’nin belgeseli için röportaj yaptığı ABD askerlerinden birinin Irak’ta çektiği bir fotoğraf. Güvenliği için ismini vermiyor (solda). Geçkinli’nin Kore’de çektiği “I dont even dream of wearing a bikini” belgeselinden (altta)... Başak Geçkinli. Ali Tekintüre. Fotoğraf: Vedat Arık Tekintüre hakkını aradı, yazdığı şiirin peşinden gidip isim hakkını almakla kalmadı, 300 lira da para kazandı. “Bu para hiç fena sayılmazdı” diyor “bir işçinin aldığının üç katıydı”. “Tanrım Beni Baştan Yarat”ı daha sonra Gönül Akkor da yorumladı, hatta şarkıyla aynı isimli bir de film çekildi. Ardından “İçiyorsam Sebebi Var”, “Kaderi Ben mi Yarattım”, “Dert Çekmeye Gidiyorum” gibi klasikleşen arabesk parçalarını yazdı. Yıllar boyu Unkapanı’nda diğer söz yazarlarıyla birlikte banklarda oturup sözcüklerini sattı. Sözlerinden milyonlar kazananlar ise onu yalnız bıraktı. Pek çok sanatçıya şöhret yolunu açtı, ama hiç şöhret olmadı, büyük paralar kazanmadı. Ünlü isimlerin yapımcıları onun sözlerini tercih ediyor, “Senin sözlerin gerçek” diyorlardı. “O güne kadar olmayan bir şeyleri yazıyordum” diyor Tekintüre “Zaten arabesk, müzikte bir devrimdi. Duygularla söz yazılan son zamandı. Artık duygu devri bitti, şimdi tek derdimiz her şeyi hızla tüketmek. Ben gücümü yaşamdan alıyordum. Halkın lisanını kullanıyordum, çünkü ben halktım, hâlâ da öyleyim”. Tekintüre’ye göre Arabesk eski argümanını kaybetti, bu yüzden arabesk şarkılar yapılamıyor. Pop ise arabeskleşti, rock müzik de bundan payına düşeni aldı. Peki ya sözler? Beğenmiyor. “Geçmişte de beğenmezdim, ama şimdi hiç beğenmiyorum” diyor “bunlar bir şairin beğeneceği şeyler değil”. Peki ya bu kadar popüler şarkıda imzası olup tanınmamak, şöhrete uzak kalmak hiç üzmemiş miydi? Evet üzmüştü. “Söz yazarı ve besteci için bu çok rahatsız edici bir durum” diyerek anlatıyor derdini. “Bu bilinmezlik emeği görünmez kılan bir perde. Telif sorunları doğuruyor, günümüzde de değişen çok bir şey yok. Ben şimdi MESAM Yönetim Kurulu’ndayım, hâlâ mücadele ediyorum”. Tekintüre’ye göre “iyi şarkıyı iyi sanatçı ortaya çıkarır”. En beğendiği yorumcular Müslüm Gürses, Mine Koşan, İbrahim Tatlıses, Kibariye, Orhan Gencebay, Gönül Akkor… Pek çoğumuz Ali Tekintüre’nin şarkılarını kederli anlarımızda mırıldandık, ama onu hiç tanımadık. Belki de Fairuz Derinbulut’la sonuna geldiği yeni çalışması onu bize yeniden tanıtacak, o da eskisinden daha görünür olacak. Peki o zaman bu kadar içten sözler yazabilecek mi? Kim bilir… G Rupa & The April Fishes B ir Hintli kız, bir Musevi, bir Polonyalı ve bir siyahi müzisyen, hepsi sahneye çıkıp ellerinden farklı enstrümanlar ile dünya müziği ezgilerinden nağmeler döktürüyor, adeta kötü bir şaka gibi. Amerika’nın alternatif ve aydın kesiminin yer aldığı San Francisco’dan gelen Rupa & The April Fishes adlı ekip çok kültürel, dilsel, ulaşılabilir ve algılanabilir müziği ile Amerika’dan son dönemlerde çıkan en heyecan verici dünya müziği ekibi. Albümlerini dinleyince grubun bir şakadan çok bir mucize olduğunu düşünüyorsunuz. Latin Amerika, İndie, Arjantin Tangosu, Fransız şanson, Balkan Çingene, Amerikan folk, caz ve Hint ragası gibi birçok tarzı aynı havanda karışımıyla ortaya çıkan bir müziği temsil eden ekip, 2003 yılında solist Rupa’nın çabalarıyla bir araya geldi. Ed Baskerville (çello), Marcus Cohen (trompet), Isabel Douglass (akordeon), Aaron Kierbel (bateri ve perküsyon), Safa Shokrai (çift bas) ve Rupa (gitar/solist) altılısından oluşan ekibin ilk albümü “Extraordinary Rendition”, dünya müziği listelerine 3. sıradan girdi. Rupa on dokuz yaşında tiyatro ve biyoloji eğitimi alırken şarkı bestelemeye başladı. Yaşadıklarını müziksel (özellikle Amerikan folk ezgileri çevresinde) bir biçimde anlatmanın keyfine varan Rupa’nın eline attığı ilk enstrüman gitardı. Ancak babasının isteğine uydu ve doktor oldu. Uzun süre çift kişilikle yaşayan Rupa, her iki taraftan diğer mesleğini sakladı. Sabahları doktorculuk oynadı, akşamları San Francisco’nun önde gelen barlarında şarkı söyledi. İlk bestelerini de bu dönemde yaptı, şarkı sözlerini Fransızca yazdı. Her şeyin Amerikanlaştırıldığı bir ülkeden duyduğu bıkkınlıkla, mümkün olduğu kadar farklı coğrafik tohumlardan gelen sanatçılar ile bir araya gelmeyi yeğledi ve grubunu kurdu. Şimdi ona bir isim lazımdı, bir nisan gününde insanların arkalarına şaka olsun diye yapıştırdıkları kâğıttan yapılmış balık geleneğinden yola çıkarak Rupa & The April Fishes adını seçti. Grup Amerika’nın dominant kültürüne karşı Fransızca parçalar besteleyip icra etmeye karar verdi. Herkesin İngilizce şarkı söylemek için ıkındığı müzik dünyasında Fransızca şarkılar söylemek oldukça cüretkâr bir hareketti, birçok şirket sadece bu nedenle kapısını gruba açmadı bile. Rupa karşısına eski Putomayo yöneticisi Jacob Edgar’ın yeni şirketi Cumbancha çıkana kadar sayısız kapı çaldı. Grubun müziğine ilk dinleyişte âşık olan Jacob Edgar İngilizce şarkı olmamasını dert etmeden hemen sözleşmeye imzaladı. Grup 11 Eylül’den sonra Amerika’nın yabancı olan her şeye gösterdiği nefret ve tepkiden dolayı üzerine basa basa Amerika’dan uzak müziksel sınırlara sokulmaya karar verdi. Onlara göre dili anlamasan bile farklı olan bir şey güzel ve bağlayıcı olabilirdi. Şimdi müziğin tutku, iyimserlik, insanlığı yaşatan en mucizevi oluşum olduğunun bilinciyle insanların birbiri ile etkileşimini, seyahat etmek hevesini ve özellikle farklı kültürlere olan merakı uyandırmak çabasındaydılar. On üç parçadan oluşan “Extraordinary Rendition” ağırlıkta aşk üzerine. Grup üyelerinin her birinin kendine has aşk tanımı, paradoksal iyilik ve kötülük kavramı ve kişisel politik duruşu albümün adında birebir yansıyor. Albümde Fransızcanın yanı sıra araya serpiştirilmiş İspanyolca, İngilizce ve Urduca sözler dinleyenlerin kişiliğini açan bir katalizör niteliğinde. Albüm boyunca Rupa’nın vokalleri genç ve esnek, temiz ve yakalayıcı… Yüksek tonlara mükemmel dokunup sessizliğe süzülebilen sanatçı, ilk çalışmaları olmasına rağmen vokal bakımından oldukça gelişmiş durumda. Grubun yaptığı müzik ise sadece eğlenceli ve özgün; her dinlemede içinize bir kat daha sinen türden. G www.theaprilfishes.com / www.myspace.com/aprilfishes muzik@tikabasamuzik.com Lise birinci sınıfta fotoğraf ve sinema okumaya karar verdi, o yaz New York Film Academy’de sinema kursuna gitti. Yurtdışında okuma fikri hep ona daha çekici gelmişti. Çünkü okuduğu okuldaki insanlar kendilerine benzemeyenlere karşı dışlayıcı davranıyor, onları yalnızlaştırıyordu. Lisede, “tiki” olmadığı, herkesin ayağındaki “Timberland” botlardan giymediği için “satanist” diye adlandırıldı. Türkiye’de belli kalıplara sığmayan insanların dışlandığına daha çok inanır oldu. Ne yazık ki Amerika’ya gittiğinde de çok farklı bir durumla karşılaşmadı, çünkü gittiği dönem 11 Eylül’ün hemen sonrasına, Amerikalıların yabancılara, özellikle Ortadoğululara ve Müslümanlara öcü gibi baktığı döneme denk düşüyordu... New York yakınlarındaki Ithaca College’da fotoğraf ve sinema bölümüne başladı. Okuldaki Amerikalı öğrencilerin büyük bir kısmı, başka ülkelerle ilgilenmiyordu. Açık açık “Bizim ülkemiz en iyisi, niye diğer ülkeleri bilelim ki?” diyenler vardı. Geçkinli “Türkiye’denim” dediğinde, “orası Kaliforniya’da mı?” sorusuyla bile karşılaştı. Durumdan rahatsız olmuştu, politika dersleri de almaya başladı. Bunlardan birinde her gün New York Times okumaları şart koşulmuştu, fakat gazete Irak’ta olan biteni öyle yanlış yansıtıyordu ki bir yerden sonra okumaya devam edemedi. kaydıklarını ve neler yaşadıklarını araştırdı. Amerikan ordusu laik bir temel üzerine kuruluydu. “Chaplin” adlı din adamları vardı, her dinin başında ayrı bir chaplin bulunuyordu. Belgesel için daha önce Guantanamo’da görev yapmış bir “chaplin”le görüştü. Bu kişinin Guantanamo’ya dair kayıt dışı anlattıkları çok ürkütücüydü, herkesin bildiği işkencelerin ayrıntılarından bahsetmesinin yanı sıra, orada 1214 yaş arasında pek çok çocuk tutuklunun da bulunduğunu da söylüyordu. Öğrendikleri Geçkinli’yi çok etkiledi ve belgeseller üzerinde çalışma isteğini pekiştirdi. Her ne kadar Ortadoğu’ya ilgi duysa da ikinci belgeselini apayrı bir coğrafyada, apayrı bir konu üzerine çekti. Bu kez Korelilerin estetik merakıyla ilgiliydi. Aslında tezi için bir belgesel çekmesi gerekiyordu ve Kore’ye vardığı sırada konunun ne olacağına henüz karar vermemişti. Kore’de bir üniversitenin yatakhanesinde kalıyorlardı. Aynı üniversitede okuyan, onlara yardımcı olacak 19 yaşındaki Koreli kız estetikliydi. Ondan Kore’de estetik yaptırma yaşının 15 olduğunu öğrendi. Bu belgesel konusunu belirledi ve hemen işe koyuldu. Çalışmasını ve araştırmasını gerçekleştirirken, Kore’de kadınların ne kadar baskı altında kaldığını gördü; dışarıda sigara bile içemiyorlardı, değerleri güzellikleriyle ölçülüyordu. Erkek arkadaşlarının, kendilerine “domuz gibi, çirkin veya şişman” olduğunu söylemelerinden dolayı dışarı çıkmaktan rahatsız olan kızlarla tanıştı. Üstelik bu kızlar eli, yüzü düzgün, 40 küsur kilolarda, en fazla 36 beden kızlardı! Kore’deki oda arkadaşı da anoreksiyaydı ve şişmanlama korkusuyla ağzına yemek koymuyordu. Belgesel için röportaj yaptığı insanlarla konuştuğunda, oradaki kadınların da bu duruma tepki vermediklerini gördü. Örneğin konuştuğu kızlardan birini, 1516 yaşındayken okul çıkışında, annesi kolundan çekip “sen çok çirkinsin” diyerek estetik yaptırmaya götürmüştü. Kore’de en çok burna kemik taktırma, gözlerinin altına çukur yaptırma gibi ameliyatlar yapılıyordu. Bir de gözlerini açtırıyorlardı ve bu ameliyatların özünde Avrupalılara benzeme çabası yatıyordu. Erkekler arasında da gözlerini açtıranlar vardı, ama sayıları kadınlara oranla çok düşüktü. Neredeyse sırf kadınlar üzerinden para kazanan bu estetik cerrahi merkezleri de öyle yaygındı ki, bazı caddeler sadece bu “dükkânvari” yerlerden oluşuyordu, üstelik ameliyatlar da çok ucuzdu. Geçkinli Ortadoğu’ya olan ilgisini hâlâ sürdürüyor. En son Afganistan’daki çocuk askerlerle ilgili bir belgesel yapmak istedi. Bunun için UNICEF’le bağlantıya geçti, olumlu yanıt aldı. Ancak konuyu ailesine açmasıyla birlikte projesi suya düştü. Henüz 25 yaşında olan Geçkinli’ye ailesinden izin çıkmadı! Şimdi moda fotoğrafçılığı yapıyor. Bu işi de seviyor ancak aklı hâlâ tehlikeli işlerde; savaş muhabiri olmak istiyor! Bunun için spikerlik ve diksiyon kursuna gidecek. Muhtemelen Başak Geçkinli adını, ileride sık sık duyacağız... G Aşk kalp kırıklığıdır... Devrim Ege Etnik elektronik müzik kulvarının başarılı temsilcisi Orient Expressions’ın yeni çalışmasının adı “Kırık Kalpler Albümü”. Onlar şarkılarına aşkın her halini yansıtsalar da, mutlu aşk şarkısı olduğuna inanmıyorlar. Çünkü aşk zaten kalp kırıklığı demek. Richard Hamer, Murat Uncuoğlu, Can Utkan, Cem Yıldız. Hep çocuk kaldık... Y azar Ethem Kocabaş ve İstanbul Oyuncak Müzesi ortak bir kitap hazırladı. Adı “Hep Çocuk Kaldık”. Kitapta yazar, siyasetçi, müzisyen, tiyatrocu, tanınmış 49 kişinin çocukluk anıları, istekleri ve hayal kırıklıkları var. Onları diğerlerinden ayıran, hep çocuk kalmayı başarabilmiş olmaları! İşte kiminin başka hayatlarla buluşabileceği, kiminin kendine, çocukluğuna dönebileceği, “Altın Kitap” tarafından yayımlanan kitapta yer alan isimlerden birkaçı ve anlattıkları… Haluk Bilginer: Ben hep doktor olmak istedim. Ayrıca bir şeylerin birbiriyle karıştırılması merakımın sonucu kimya mühendisi olmayı da arzu ediyordum. Bu karışımlarımla dünyada çığır açacaktım. Doktor olmayı istememin sebebi ise kansere çözüm bulmaktı. Sonra oyuncu oldum. Yıllar sonra kendime sordum; neden bu üç meslek benim hayatımda yer aldı diye. Cevap; meraktı. Oyunculuk bence hepsini kapsayan ve hepsinin üstünde bir meraktır. İyi bir empati yeteneği olmayan insanın oyuncu olamayacağını düşünüyorum. Dolayısıyla sahnede bir şeyi canlandırıyorken arınıyorsunuz. Sadece seyirci değil, oyuncu da arınıyor. Mesela tiyatro yapmak benim için çok büyük bir terapidir. Ben oynarken birçok şey öğreniyorum ve anlıyorum. İnsan, oynarken gizli bahçelerinden birçok şey bulup ortaya çıkarıyor. Bu da bir oyun ve ben elli üç yaşımda hâlâ oynamaya devam ediyorum. Kenan Işık: Hayat, öğrenmek adına bize oyun oynatıyor. Oyun; hayatı keşfetmek, çevreyi deşifre etmek demek bir yerde. Bunun en ileri boyutu soyuttur. İnsan kimdir? İnsan nedir, ne değildir? Bilinmeyen düşünsel ve duygusal süreçleri nelerdir? Uç nokta buraya dayanır ama o küçük bir oyuncakla başlar. Hayatın başlangıç noktası tam oradadır. Hep tatbik edilerek başlayan şey, daha sonra tasarıma dönüşür. Tasarıma dönüşmezse de zaten ona sanat diyemeyiz. Adalet Ağaoğlu: Babam bir seferinde İstanbul’dan gelirken bana neredeyse gerçek ölçülerinde bir bebek getirmişti. Oturup kalkabilen, bakıp konuşabilen bir bebek... Ancak, o bebek her O rient Expressions’u elektronik türkülerle tanıdık. İlk albümleri “Divan” ile çok sevilen grup, Türk etnik müziğinin öne çıkan seslerini ve enstrümanlarını kullanarak farklı bir DoğuBatı sentezi ile karşımıza çıkmıştı. Müzikleri Türkiye coğrafyasının İstanbul’da şekillenmiş haliydi. Avrupa’da ise Fatih Akın’ın “İstanbul Hatırası” filmindeki “İstanbul 1.26” parçalarıyla tanındılar. Şimdi yeni çalışmaları “Kırık Kalpler Albümü”nü yayımladılar. Grup müzik serüvenine çekirdek kadrosuyla, DJ Yakuza (Can Utkan), Richard Hammer, Cem Yılmaz ve Murat Uncuoğlu ile devam ediyor. Bu albümde vokallerde Berin Koç, perküsyon ve vurmalılarda da Levent Koç’un imzası var. Biz de yeni albümlerini, Orient Expressions’tan Cem Yıldız ve Can Utkan ile konuştuk. Cem Yıldız yakın dönemde yaptığı dizi müzikleri ile de adından sıkça söz ettirdi. “İmkânsız Aşk”, “Koyu Kara” ve “Yarım Bıraktın” gibi tanınmış bestelerde onun imzası var. Ona göre Orient Expressions çok biriktiriyor ve parça parça değil bir anda bırakıyor. Bu da müziklerine hareket ve canlılık kazandırıyor. Grubun müziklerine ruhunu veren hüzünlü ve derinden gelen sesi için “yalnızlığı ve hüznü seviyorum. Bu da sesime hüzün katıyor” diyor. Yıldız’a göre yeni albümleri “daha bir grup albümü”, çünkü bu albümde tek bir konuya odaklanmışlar, hem müzikleri hem de sözleri daha derli toplu. Albüm için 30’dan fazla şarkı hazırlamışlar, albüme girecek şarkıların seçimindeki referansları ise herkesin aynı şarkılardan memnun olması. Formüle edilmemiş bir müziğe ulaşmak istemeleri, müziklerindeki ortak dil pek çok yeni müzisyen için yol gösterici. Grup yeni albümünde aşkı anlatmayı deniyor, bunu da 60’lı yılların Türk sineması tadında yapıyor. Bu şekilde Yeşilçam ve emekçilerine de teşekkür ediyor. Albüm tanıtımlarında “60’ların, Türk sinemasının altın yıllarını süsleyen ve insanın yalnız kulağına değil, yüreğine de takılıveren o acılı, belki biraz ağdalı melodilerin bugüne bir yansıması” yazıyor. Cem Yıldız, albüme konu olan bu zaman yolculuğu için hazırlık yapmadıklarını, vardıkları sonucun bu olduğunu söylüyor. Yoksa ne sözler ne de enstrüman seçimi bu göndermeyi yapacak tavırda seçilmiş. Can Utkan da Yıldız’a katılıyor, “Dört kişiyiz, dördümüz de farklı yönlerden geliyoruz, ama burada buluşuyoruz. Albümü yaptıktan sonra onu anlatmak için bir şeylere ihtiyacımız vardı, albümü dinleyenlerin kafasında oluşan görüntü, albümün konusu oldu” diyor “her nasılsa dinleyene Yeşilçam nostaljisi yaşatan bir müzik yaptık”. Yıldız ise albüme ismini veren kırık kalpler için, “mutlu aşk şarkısı pek yoktur, çünkü kalp kırıklığı insanlara daha yakın. Biz acımızla büyüyoruz, bu gerçek” diyor “aşk kalp kırıklığıdır”. Elbette aşkı kadın erkek ile de sınırlamıyor Yıldız, aşkın her şeye duyulabileceğinin farkında. “Faniler” parçasında söylediği gibi “Aşk olmuşum aşık değil, bu bildiğin aşktan değil”. Can Utkan ise çok iyi söz yazarı olmadıklarını, ama Neşe Şen gibi biriyle çalışmanın onlara çok şey kazandırdığını anlatıyor. Hırsız Polis’in senaristi, İmkânsız Aşk’ın söz yazarı Şen, ilk albümlerinden beri müziklerine sözleriyle hayat veriyor. Utkan, Şen için, “Müzikten aldığı hisle sözleri yazıyor, müziği gerçekten çok iyi okuyor ve tamamlıyor” diyor. Orient Expressions, İstanbullu müzik denince akla gelen ilk gruplardan. Çünkü onlar bu şehri müziğe taşımanın derdinde. Can Utkan müziklerinin kendilerini buluşturan İstanbul’a bir gönül borcu olduğunu söylüyor. Hesaplamasalar da albümlerinde Yeşilçam’ı resmeden müzik yapmaları şehrin kültürel kimyasını çok iyi bildiklerinin de kanıtı. Yıldız, müziklerinin aslında göçmenliğin ve ait olamamanın verdiği sahipsizliğin yarattığı ortak bir dil olduğunu söylüyor, gün oynayayım diye elime verilmezdi. Oturma odamızın duvara gömülü yüklük diye bir dolabı vardı. Annem ben yetişemeyeyim diye o bebeği yüklüğün en üst rafına oturturdu. Onu ancak dolap açılınca görebilirdim. Annem oraya hasretle baktığımı görünce bebeğimi bana verirdi. İçimde bir acıma duygusu, ona mı kendime mi bilmem. Onunla oynar ve konuşurdum. Fakat üç beş ay sonra o bebek birden yok oldu. Bu benim hayatımın ilk ve en büyük yıkımıdır. Sanki onunla birlikte ben de yok olmuştum. Balkan Naci İslimyeli: Çocukluğum çok hareketli geçti. Babam memurdu ve üç dört yılda bir tayini çıkardı. Değişik bölgelere atanırdı. Bunlar aile için hüzünlü dönemlerdi. Çünkü tam bir kente alışıp dostlar edinince, birden beklenmedik bir anda tayini çıkardı. Benim içinse babamın tayinleri çok güzel bir şeydi. Aile üzülürken ben mutluluktan uçardım. Çünkü tayin demek benim için yeni yollar ve değişik insanlar, farklı bir ev, yenilik ve yeni bir çevre demekti. İnsanları ürperten her şey bu değişimde bana oyun gibi gelirdi. G “Müziğimiz başka yerlerden gelip, buraya ayak uydurmaya, bu şehri anlamaya çalışanların bir yakarışı” diyor, “Orient Expressions, Türkiye’nin farklı kesimlerinden çekilmiş karelerden oluşan bir resim. Yalnızlığımızı ortaya koyup, türkülerle şehri anlatmaya çalıştık, elektronik tınılar da şehrin bize verdikleriydi”. Utkan da göçmen müzikler üzerinden seyahat etmenin müzikal anlamda kendilerine gerçek bir hareket kazandırdığını düşünüyor, zamanın ve mekânın ötesinde kalıcılık için de bunun iyi bir mevzi olduğunu söylüyor. Utkan da Yıldız da yeni albümlerinde de buna epey yaklaştıklarına inanıyor. “Kırık Kalpler Albümü”nü grubun yıllardır birlikte çalıştığı ve onuncu yılını kutlayan plak şirketi Doublemoon çıkardı. Alternatif işlere destek veren bu yerli şirket her yıl düzenlenen, dünya müziği alanındaki en önemli yarışmalardan ve müzik fuarlarından Womex’te (World Music Expo) de haklı bir yere sahip. Afrika, Cezayir ve Latin müziklerinin Avrupa ülkeleri tarafından paylaşılıp sunulduğu bu fuarda Doublemoon, “buralı müzikleri” tanıtmanın derdinden hiç vazgeçmedi. Orient Expressions da bu anlamda dünya müziğine sunulan zengin tatlardan yalnızca biri. Bir de hatırlatma, grup 26 Eylül akşamı Babylon’da. G C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle