17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

8 19 EKİM 2008 / SAYI 1178 Kapitalizm öldü mü? Zülal Kalkandelen The Week dergisi Amerika baskısının kapağında Adam Smith’in mezar taşını resmedip, üzerine de doğumölüm tarihlerini 17762008 olarak yazmış. Yine kapağa taşıdıkları soru ise şu: “Kapitalizm öldü mü?” Öldü mü? Son nefesini vermedi ama ciddi yara aldı. Küresel mali krizle boğuşan kapitalist sistem bunalımda. Bugünlerde herkes, bunun nedenini arıyor. Oysa birçok ekonomist, çok önceden bu kontrolsüz gidişatın bir yerde mutlaka duvara toslayacağı konusunda uyarılarda bulunmuştu... Üstelik bu uyarıların tarihi geriye doğru bakıldığında oldukça da eski. Marx ve Engels’den bu yana kapitalizmin hangi aşamalardan geçerek nereye varacağı tartışılıyor... Kimisi bu tartışmaları “saçmalık” diyerek küçümsemeye kalksa da, bir Amerikan dergisinin 2008 yılını Adam Smith’in ölüm tarihi olarak Adam Smith. görmesi anlamlıdır. Ne diyordu Smith 1776 tarihli eseri “Ulusların Zenginliği”nde? Her birey kendi çıkarı peşinde koşarken, sıklıkla, katkıda bulunmaya niyetleneceğinden, çok daha etkin olarak topluma katkıda bulunur. Toplumdaki uyum, bilinçli bir müdahale olmasa da kendiliğinden oluşur. Bunu sağlayan “görünmez el” ise serbest piyasadır... Görünen o ki, bu teorinin gerçekleri yansıtmadığı kesin olarak kanıtlanmıştır. Başıboş bırakılan serbest piyasaların bugünkü hali ortada. O “görünmez el” gerçekten görünmedi ve sözüm ona kendiliğinden oluşacak uyum yaratılamadığından, sistem kendisini dinamitledi... Ve sonunda yine devlet babaya başvuruldu. Amerika’da yıllardır kendi haline bırakılan serbest piyasa, şimdi devletin kurtarma planlarıyla ayakta tutulmaya çalışılıyor; Avrupa’da devlet ek sermaye aktararak bankaları kısmen devletleştiriyor. Devlet bu işlere hiç karışmasın diyenler, kurtuluşu yine devlet yardımlarında buluyor. Bunun anlamı, İngilizce’de “unregulated capitalism” denen Reaganizm’in iflas bayrağını çektiğidir. *** Aslında bu son yaşananlar hiç de şaşırtıcı değil. Bilen bilir; Lenin 1916’da yazdığı “EmperyalizmKapitalizmin En Yüksek Aşaması” adlı eserinde kapitalizmemperyalizm ilişkisini anlatır. Lenin’e göre, emperyalizm, tekellerin ve mali sermayenin egemenliğini kurduğu, sermaye ihracının olağanüstü önem kazandığı, dünyanın uluslararası tekeller arasında paylaşıldığı ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında bölüşülmesinin tamamlandığı bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir. Günümüzde “küresel ekonomi” denilen aldatmaca gerçekte budur... Sermaye, artık ülkelerin gelecekleri üzerindeki en önemli belirleyicidir ve sınır tanımadan hareket etmektedir. Bunun etkileri, her yerde olduğu gibi ülkemizde de şiddetli bir şekilde hissediliyor. Ülkenin en stratejik kurumlarını yabancı kurumlara satan, küresel sermayeye teslim olmuş bir iktidar yönetiyor bugün Türkiye’yi. Neoconların egemenliğindeki Amerikan Emperyalizmi’nin dünyayı sürüklediği nokta budur. Peki bundan sonra ne olacak? Açgözlülüğün esiri olan emperyalistler, elbette faturayı yine yoksula yükleyecek. Bu ulusal düzeyde de uluslararası boyutta da böyle olacak. Wall Street lobicilerinin 700 milyar dolarlık yardım paketinden mortgage ile ilgili olmayan zararları için de faydalanmaya çalışması boşuna değil... O paralar yine halkın sırtına bindirilecek, az gelişmiş ülkelerden çıkacak... Bakmayın siz, Başbakan’ın “Ekonomik yapımız sağlam; kriz en az bizi etkiler,” demesine... O herhalde kendisini emperyalist kampta sanıyor... G www.zulalkalkandelen.com / [email protected] Kara kuzuya ödül... Adnan Binyazar ıllar önce mutluluk sergilediği izlenimi veren bir Amerikan filmi görmüştüm. Film bir yana, zaman, yaşadıklarımızı bile unutturuyor. Şimdi ne filmin adı aklımda ne oyuncuları... Belleğim beni, o filmde, “Rodeo” festivallerini andıran bir yarışma sahnesine götürüyor. Yaz başlarıdır. Bahar aylarında doğan kuzuların en bakımlısı, en semizi seçilecek, onu yetiştiren ödüllendirilecektir. Bir büyükanne ile torunu da yarışmaya kara kuzularıyla katılırlar. Boynu pembe kurdeleli dişi, yeni yeni uç veren boynuzları mavi kurdeleli erkek kuzular sahiplerini koklayıp meleşmektedir. Seçici kurul üyeleri, ödüllendirilecek kuzuyu belirlemek üzere sağda solda dolaşırlar. Büyükannenin kuzusu yalnızca besili değil, akıllıdır da. Film bu ya; tos vurmadaki becerisini de, onu okşamaya kalkan bir kurul üyesini yere sererek gösterir! Seçici kuruldakiler gidip gelip kara kuzuya bakarlar. Büyükanne, ödüllendirileceklerinden emindir. Filmler, yalnızca sunum özgünlükleriyle değil, çağrıştırdığı art olaylarla da değer bulur. Sözünü ettiğim film boyunca, yaşlı kadını; koyunun memesinden, dişilik yerinden yavrunun ne zaman dünyaya geleceğini bilen anamın yerine koydum. Ben de anasını meraklı gözlerle izleyen oğul idim... Anamın, koyunu doğuma nasıl hazırladığı, ona ne okşayıcı sözler söylediği, doğum sonrasında, kuzuyu anasına nasıl yalattığı, üşümesin diye onu bir beze sarıp ocağın yanındaki mindere nasıl doladığı... bugünkü gibi gözümün önündedir. Çoğu kentlinin hayvan sevgisi özentiden ileriye gitmez; kır insanının hayatı ise hayvanın da hayatıdır. Anam, keneli koyunu melemesinden anlar, hayvanın tüysüz ince derili memesine, apış arasına, kuyruk altına yapışıp kanını somuran bu iğrenç asalakları tırnaklarıyla koparırdı. O sırada, parmakları kana bulanmış anamın güleç yüzüne bir yaratığı acıdan kurtarmanın sevinci yayılırdı. Filmdeki büyükanne anamın soyundandı. Seçiciler gelmeden parmaklarıyla kuzunun postunu kabarttı, gözünün çapağını aldı, kuyruk altı temizliğini yaptı, biçimli tırnaklarını silip parlattı. Karar zamanı gelmişti... Sonuç açıklanınca büyükanne ile torununun başından kaynar sular döküldü. Gerekçe daha da sarsıcıydı: Yarışmada yalnız ak kuzuların değerlendirildiği belirtilerek, kara kuzu yarışma dışı bırakılmıştı. Amerikalı, her durumda ağza bir parmak bal çalmayı bilmiştir; kendi renginde en bakımlı buldukları kara kuzuya da küçük bir armağan verilecekti... Filmin ustalığı orada idi; bu avutma oyununu sezen kadının yaşı seksense bir anda 100’e çıktı. Çocuğun ak benzi kuzunun sırtı gibi karardı. Anneanne, bu uydurma ödülle ağza bir parmak bal çalındığını, beyazkara ayrımcılığı yapıldığını, hak verildiği izlenimi yaratılarak bunun hak gaspı olduğunu.. anlamıştı. Ödül törenini bekleyeceğine kuzunun ipinden, torununun elinden tutup oradan ayrıldı. Yirminci yüzyılın başından beri, Amerika’nın yaptığı budur. O zamandan bu zamana dünya yüzünde buna katlanmanın onursuzluk olduğunu kavrayan çok az adam çıkmıştır. Bizde o “az”lardan biri çıkmadıkça evimiz, ocağımız her gün şehit kanı kokacaktır. G [email protected] Y Özgür Özkan Enver Aysever T iyatro yapmak arzusu çocuk yıllarda düşmüştü yüreğime. Kaç kez yazdım; 12 Eylül faşizmi pek çok şey gibi, düşlerimizin peşinden gitmemizin önüne de set çekti. Sokağa çıkma yasakları konulan bir ülkede, perdelerin açılması mucizeydi. Nitekim AST, Dostlar Tiyatrosu gibi ayağını öğrencilere, aydınlara, işçilere basan kurumlar büyük gözaltıyla, sindirme uygulamalarıyla izleyicilerinden koparıldılar. Ucuz vodvillerin, sulu müzikallerin önünün açılması o yıllara rastlar. Su yolunu bulur derler; tiyatro bir yazgıydı demek, kaçamadım ve sahne tozunu yirmili yaşların hemen başında yuttum. Bir iki arkadaşımla birlikte kurduk Tiyatro Çisenti’yi. Ataköy’den mahalleden gençler, bilmediğimiz bir dünyanın ardından koşuyorduk. Ben yazmaya, yönetmeye gönüllüydüm. Kimimiz tasarımcı, kimi oyuncu, kimi müzikçiydi. Ustam Feridun Benden’den aldığım dünyayı kavrama yöntemleri işime yarıyordu. Sezgilerime güveniyordum, imgelemin ardından koşuyordum. Bir dil, bir dünya yaratmak istiyordum. İyi çocuklardık. Hepsi eğitimli, ahlaklıydı arkadaşlarımın. Bir ben tembeldim. Hep geç kalan... Üniversiteye geç kalmıştım örneğin. Şair olmak için geçirdiğim avare yılları anımsıyorum. Âşıktım sürekli. Ama hepsi pes etti de, bir ben direndim. Amatörlüğü hızla geçip, er meydanına çıktım. Provalar, dekor, kostüm teminleri, turneler, borçlar, vergi bataklığı, salon sorunu, seyirci sıkıntısı derken... Lafı uzatmayayım; tiyatrocunun bildik yazgısını ben de yineledim... Gün geldi, herkes tekneyi terk etti. Başka dünyadan bir dostla, yaşamı güzelleştirmeye duyduğumuz inanç, sahici öyküler anlatma arzusuyla bir araya geldik. Adı Tuncay’dı... Tevazu içinde geçen yaşamda, perdelerini aralayan her tiyatroya saygı ve heyecanla yaklaşmıştı. Esentepe’de, tuhaf bir yazıhane de kesişti yollar. Günlerce söyleştik, çıkışsızlığa çözüm aradık... Sonunda yazgımızı ortaklaştırdık, ekmeğimizi, emeğimizi... Tiyatro iki kalas bir hevesti elbet. Bir o kadar da ciddi ve zorlu... Hiçbir tiyatrocunun cesaret edemeyeceği bir riskle çıktı yola Tuncay, kolları sıvadı, güvendi bana ve tiyatroya... Özgür Özkan. Çocuk tiyatrosundan uzak durdum bir zaman. Ustalık, uzmanlık isteyen bir özel alan olduğunu biliyordum. Neyse; yoğun çalışma, bitip tükenmek bitmeyen savaşlar, art arda çocuk oyunları yazmaya ve sahnelemeye itti beni. İki dost, ilk oyunumuzu çocuklar için yaptık. Sonra pek çoğu geldi arka arkaya... Yüz binleri bulan çocuk izleyicinin alkışını işittik birlikte; karış karış dolaştık Anadolu’yu... Tüm bunları Özgür Özkan’ı anlatmak için yazdım. Şimdi 13 yaşında. Tuncay’ın oğlu. Neredeyse kulislerde büyüdü. Kurduğumuz masal dünyasının kahramanlarını hem şarkılarla, danslarla tanıdı; hem de prova arası yemeklerde gördü. Söyleşti onlarla; üç dört yaşında tutkun oldu sahneye. Gözlerinde beliren sevinci tanıyordum. Soluğunu tutuyordu perde açılırken. Yüreğinin heyecanı dilindeydi. Dost olduk Özgür’le. Kitaplar önerdim ona. Bir başka dünyadan söz açtım. Çocuk gözleri parlıyor, masallar yazıyor, çizimler yapıyordu. İyi bir okula gitti. Dürüst olmayı ilke edindi hemen. İnsana dair inandığım ne varsa paylaştım, paylaştık Özgür’le. Yazarlara saygı duydu, oyuncuları sevdi, yönetmen nedir, bildi. Yetmedi; cesur oldu. Yürekli ve fikrini açıklamaktan kaçınmayan bir genç oldu. Dostluğumuz, ilgimiz sürüyor. İyi bir adam yetiştiriyoruz biz... Ancak... Ben ülkemin yazgısının bilimden, sanattan, edebiyattan, felsefeden yana değişeceğini sanıyordum. Olmadı. Bu topraklarda işkence sürüyor; insanlar ana dillerini konuşamıyorlar; Aleviler ibadethanelerini meşru bir zemine taşıyamıyor; çocukluğumun yoksulları onurluydu, şimdiki dilenci olmayı kabulleniyor; iktidar sahipleri faşizmi hızla yerleştiriyor, kimsenin gıkı çıkmıyor... Irkçılık almış başını gitmiş, bir ermeni ölüyor, oh çekenler çoğunlukta; düşüncesinden dolayı içerde yatanlar gırla; adalet gecikiyor, hep gecikiyor; çeteler devleti basmış, türlü kontrgerilla öyküleri dört yanda; eskiden hava bedavaydı, su bedava... Şimdi derelerimiz satılıyor, suyumuz şişelerde; eskiden düşmanı tanımlardık, şimdi küresel şirketler geçirmiş eline egemenliğini ve cebimdeki eli bilmiyorum, tanımıyorum... Özgür’e bu adı niye verdikleri belli... Ama ‘özgür’ kim bilen var mı? Biz; yeni, post, postmodern zamanların sözde özgürleri, şimdi de son ekonomik krizle dünyayı finanse etmeye çalışıyoruz. Ekmeğimizin bir dilimini, yarım domatesi, bir kaşık çorbayı, yüz mum ampulü, bir gömleği, çocuğumuzun mamasını eksilterek düzen çökmesin diye çırpınıyoruz. Kandırdılar bizi Özgür; biz de seni kandırıyoruz...G www.enveraysever.com C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle