22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

19 EKİM 2008 / SAYI 1178 7 ‘Pandora’nın Kutusu’ açılıyor! Gönül DönmezColin eşim Ustaoğlu Antalya, 45. Altın Portakal Film Festivali’nde, dördüncü konulu filmi “Pandora’nın Kutusu” ile “En İyi Film” ödülü için yarışıyor. Film alzeimer hastası bir annenin çocuklarıyla ilişkisini anlatıyor görünse de arkada akan, modernizme henüz uyum sağlayamamış insanları anlatıyor… Siz bu röportajı okurken sonuçlar açıklanacak ve belki de ödül Ustaoğlu’nun olacak… “Pandora’nın Kutusu” dördüncü uzun konulu filmin ve bu seninle dördüncü söyleşimiz. Filmini iki kez izledim, daha birkaç kez izleyebilirim. Bu başarın için öncelikle seni kutluyorum. Temel öykü bir Alzeimer öyküsü olmakla birlikte onun ötesinde filmin Istanbul’un ve dolayısıyla Türkiye’nin filmi olduğunu düşünüyorum. Modern yaşamın, modern Türkiye’nin filmi. Modernizme henüz uyum sağlayamamış insanların öyküsü. Tamamen katılıyorum. Yola çıkışta esas niyetim buydu. Dolayısıyla amacım bir aileyi anlatan, orta yaşta odaklanıp sonra diğer kuşakları da içine alan, bellek ve aidiyeti sorgulayan bir film yapmaktı. Evet, modernizm, modernite ve gelenek içindeki sıkışmışlıkla, bunun yarattığı insana ve bize ait meseleleri anlatmak isteyen bir film yaptım. Filmde bir anahtar cümle var: “Kurtulamıyoruz o evden” diyor Güzin karakteri, annesinin yaşadığı köy evi için. Yani bir yandan geçmişimizle, geleneklerimizle ilişkimiz kesilmemiş, öte yandan henüz hazmedilmemiş bir modernizmi yaşıyoruz. Özgür aşk yaşayan da evlilik kuran da mutlu değil. Her ikisini dışlayan da mutlu değil. “Aydın” kadın kafeste gibi. Özgürlük elde edilmiş ama sonra ne? Y Kardeşlerin hepsinin kendine göre iç problemleri var, ama diğer kuşaktan anne, oraya ait belleğini yitirmiş olsa da onların köşe bucak kaçtığı yere dönmek ve ait olduğu yerde ölmekte ısrar ediyor. Bu anlamda Alzeimer bir metafor gibi. Bir bellek hastalığı, ayrıca seçerek hatırlama söz konusu. Bir açıdan öyle. Alzeimer beynin ölümü ama sadece unutmak değil. Şöyle diyebilirim: Anahtarı değil, anahtarın ne olduğunu unutmak. Çok ciddi bir mesele. Bizim toplumumuzun da böyle bir meselesi olduğunu düşünüyorum. MODERN PERDELERİ ARALAMAK... Yıllar önce ClermontFerrand Kısa Film Festivali’nde tanışmamıza neden olan kısa filmin “Otel”de ve ilk uzun konulu filmin “İz”de belirli bir biçimde var olan, “Güneşe Yolculuk” ve “Bulutları Beklerken”de anlatımın bir parçasını oluşturan önemli bir öğe, kişinin mimariyle ilişkisiydi. Bu, bu filmde ön planda. İnsanların üstüne üstüne gelen dikey gökdelenler zaman zaman aralansa da nefes alma şansı vermiyor. Çünkü bu görüntünün aralığından görünen de beton yollar, arabalar, yoğun trafik… Annenin iki kez pencereden bakışı, hele ilkinde “modern” perdeleri aralamakta zorlanışı bu duyguyu çok başarılı görüntülüyor… Çok doğru söylüyorsun. Mimari hemen her filmimde önemli, ama burada çok daha önemli, çünkü insanlar mekanlarını isteyerek seçiyor. Tüketim toplumuna dönüşteki kitsch’leşmenin, etrafımızda hapishane yaratmanın, güven meselesini hayatımıza katmanın, abla karakteri Nusret’in yaşadığı “Ataşehir” gibi bize ait olmayan, dışardan hayatımıza soktuğumuz yaşam türlerini benimsemenin, değersizlik ve değer kaybının ilişki problemleri yaratması doğal. Bunu sembollerle değil, bir karakter olarak mekânların seçimi yoluyla verdim. Bu insanlar böyle bir şehir dokusu içinde, böyle mekânlarda yaşıyorlar. İstanbul hâlâ dayanmaya çalışan bir şehir, şehirde nefes almaya çalışan insanlar var, ama Murat gibi genç bir çocuğun bile sığınabileceği mekân bir liman. Sonuçta, Tarlabaşı ile Beyoğlu’nun bobo (bohem burjuva) kuşatmasına uğramış bölgeleri arasında pek fark yok gibi. İkisi de karanlık ve umutsuz… Filmde, mimari kadar açılıştaki kurşuni ton, balıkçı kayıklarını cüceleştiren dev turist gemilerinin verdiği tezat da önemli. Sabah bir şeylere gebe ama manzara turist kartpostallarından çok uzak. Daha çok Ara Güler’in, şehir vapurlarından çıkan isle kararmış gökyüzünü görüntüleyen Galata Köprüsü fotografları gibi. Sislerin ötesinde kalmış bir Sarayburnu, Topkapı Sarayı, camiler tarihimizin bir parçası olan yapıtlar ve onların yatay görüntüsünü deler gibi ön planda yükselen bir beton direkle sabah oluyor. Korku verici ve acımasız. Mehmet’in yaşadığı mekân Güzin’inkinden farklı. Mehmet daha kozmopolit bir mekân çingeneleri, Kürt göçmenleri bağrında yaşatabilen bir ortam seçmiş kendine. Cihangir de eski binalarıyla belki Tarlabaşı’nın özelliğine sahip ama daha entelektüel. Güzin aydın olmak için taviz vermiş, soğumuş. Hiçbir şeyi olmayan bir hayata sahip çünkü geçmişi unutmaya başlıyor ve bu açıdan sorunlu. Annesiyle sorunları var. Bir kuşak bir öncesi ile hesaplaşırken ortada yeni bir kuşak olduğunun farkında değil. Yepyeni bir kuşak için ne yapıyoruz? Hiçbir şey. Güzin ve Nesrin gibilerin çoktan teslim olduklarını ve körlük içinde yaşadıklarını görüyoruz. Murat’ın naïf olarak aradığı ve anneannede gördüğü direnme gücü yok onlarda. Murat, Güzin, Mehmet, Nesrin… Yeşim Ustaoğlu’nun son filmi “Pandora’nın Kutusu”nda kendileriyle ve birbirleriyle yüzleşen karakterler… Alzeimer hastası bir annenin etrafında gelişen öykü Türkiye’deki gelenekle modernize arasında sıkışan kuşakları anlatıyor… Pandora’nın Kutusu, bugün 45. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nden ödülle dönebilir... Kapalı ve açık mekânlar ile ışık değişimi çok önemli filmde. Koridorlarda, alt geçitlerde, asansörde, karanlıkta, trafikte sıkışmışlık yineleniyor. Annelerini karanlık köşelerde aradıklarında o karşılarına açık mekânlarda çıkıyor. Film ilerledikçe renkler yavaş yavaş değişiyor. İkinci kez sabah oluyor ama farklı bir sabah. İlk kez Murat ve anneannesini yakın planda ve gün ışığında görüyoruz. Murat artık yalnızlık duymuyor. Balık avlayanlar, iskele, Haliç, vapurlar, lunaparkta mutlu çocuklar ki bu çocuklar Tarlabaşı’nda kediye işkence eden çocuklardan çok farklı... Murat köyde kızak kayarken çocukluğuna dönüyor. Rahat bir atmosfer, anneanne ve torun birbirlerinden destek alıyorlar. Battaniyenin içine giriyor, ekmeği paylaştıkları gibi onu da paylaşıyorlar. Ve yaşlı kadın dağa doğru kararlı adımlarla ilerlerken artık Murat müdahale etmek istemiyor. Kiarostami’nin o meşhur uzun ve kıvrılan yolu yerine kısa ama nereye gittiği çok belli bir patika var, anneannenin önünde. İnsanların hayatlarında, iç dünyalarında kekremsi bir tad yaratacak bir şeyleri var. Filmin başında gösterdiğim puslu ve soğuk bir atmosfer. Hiçbir şey tartışılmamış. İki kaçağın yüzleşme halinde daha sıcak konular, sıcaklık, kendiliğinden bir yakınlaşma, dokunabilme var. Murat kolunu anneannesinin omuzuna koyuyor. İki insan söze gerek olmadan lokmalarını paylaşıyor. Başta Güzin’in yolculuktan gelişi soğuk ve köhneleşmiş bir bunalım sergiliyor. Filmin sonunda gene gidiyor ama içinde bir aydınlanma oluyor, çünkü sevgilisinden ayrıldı, annesiyle yüzleşti. Belki büyük şeyler yapmadı ama bir şeyler öğrendi… Yüzünde ışık var, parkta kuşlar, neşeli çocuklar... Bu anları severek çektim, iyi narrative anlattım. Hayata dair bir anlatımı görselledim. Mekânları bu anlamda kullandım. “Güneşe Yolculuk” ve “Bulutları Beklerken”de olduğu gibi su yine çok önemli. Su hayat demek. Film su görüntüleriyle açılıyor ama görüntülerin tonu ilerledikçe değişiyor. Murat ve anneannesi su kenarında oturuyor, hayata bir şans tanıyorlar. Bu, İstanbul’un bana etkisinden kaynaklanıyor. Nerede olursam olayım İstanbul’un suyunu, martısını duyar gibiyim. Denizin o kokusunu hissediyorum. İstanbul böyle bir şehir. Martıları duymadan sanki uyuyamıyorum. Film bir yol filmi gibi başlıyor ama yavaş yavaş bir iç yolculuğa dönüşüyor. Senaryo da öyle başladı ama sonra çark etti. Senaryo yazmak da bir yolculuk. Birbirinden farklı üç kardeş; biri kirayı filan ödemekle haşır neşir olup öbürüne parazit gözüyle bakıyor. Nasıl bir patlama olacak? Metazorik bir halde patlıyor, sözüm ona özgürlüklerine gidemeyecekleri bir yerde, bir arabanın içinde. Ortada büyük bir mesele var: Kayıp anne. Ama bunu düşünmekten yoksunlar. Olaylar hep olduktan sonra gösteriliyor. Anne kaçtıktan sonra, bulunduktan sonra, Murat kaçtıktan sonra gibi… Eliptik anlatım seçtim. Olayların çınlamalarını, etkilerini görüyoruz. Çınlamayı edebiyatta, şiirde de çok severim. Nesrin annesini televizyonun önüne oturtuyor. İki ayrı televizyon sahnesi var. Bunlardan biri Cumhuriyet kutlama törenleri ki bu sahne daha önceki filmlerinde vurguladığın aşırı milliyetçiliğe bir gönderme yapıyor. Diğeri ise tamamiyle “televizyon ağzı” konuşan maskeli bir kadının görüntüleri. İkisi arasındaki bağlantı nedir? “Cumhuriyet kutlamalarını Arım Balım Peteğim gibi bir programla bir mi tutuyor” diyenler oldu. Milliyetçiliğin bir uyuşturucu olduğunu düşünüyorum. Görüntülediğim, medyanın düzeysiz, uyusturucu hali. Medya kendisine çeki düzen vermeli. Birlikte yaşamak, demokrasi özlemlerim var. Bunları bana hissettiren olaylar ve temalardan biri de milliyetçiliğin uyuşturucu konumu. SİSTEMİN DIŞINDA KALABİLMEK... Kadın yönetmen tanımlamasını sevmiyorsun ama sanki filminde kadınların iç dünyasına daha kolay girebiliyoruz. Erkekler ise kaçan bir baba ki yokluğuyla sanki daha çok var; erkek kardeş Mehmet de kaçıyor (Beni bırakıp gittin, diyor annesi); oğul Murat desen aynı. Erkeklerin yeni bir yaşam arama lüksü var gibi. Mehmet’i oynayan Osman Sonart da karakteri için bunu söyledi. Tek kaçmayan Nesrin’in kocası ama bu yüzden oğlu tarafından aşağılanıyor. “Senin gibi olmak istemiyorum, baba” diyor Murat. Mehmet ve Murat’ın isyanı burjuva halıya işeme duygusuyla belirtilmiş. Karakterleri sezgiyle ama bilerek yaratıyorum. Erkeklerin zayıf yanı bu bence. Hep kaçan, karısının anasının kucağına sığınan, çok maço bir toplum. Böyle filmler üretirken erkeğin zayıflığını görmemezlikten mi geliyoruz? Transformasyon yaşıyorsak bunu genç, kirlenmemiş Murat ve bir anlamda da, filmin sonuna doğru Güzin ve Nesrin yaşıyor. Yaşamımda da gözlediğim kadarıyla erkekler zayıf karakterler. Bir yandan da benim en onayladığım karakter Mehmet. Sistemin dışında kalabilmeyi becermiş. Nihilist bir durum bu. Ayyaş değil, esrarkeş değil. Diğerlerinin var olduğu düzende ev kirası, elektrik, su parası, ev eşyası derdiyle tükenen yaşamların sisteminde var olmak istemiyor. Kuvvetli bir karakteri var. Diğerlerinin görmediği bir göze sahip. Ruhunda kirlenmemiş bir güven duygusu var, köye giderken benzin bittiğinde traktörlü adama benzin alsın diye tüm parasını verirken düşünmüyor ya adam gelmezse diye... Diğerlerinin çoktan yitirdiği bir dünyada sade bir insan Mehmet. Ben insanı anlatmayı tercih ederim. Hepimize ait bir insan dünyası var. Şunu da belirtmek istiyorum: Dünya sinemasında ve bizim sinemamızda da büyük bir handikap var. Hep bir erkeğin bakışı. Belki Bergman kadın karakterleri anlatmak açısından başarılı tek yönetmen. Gerçi Bergman da feminist kuramcılar tarafından çok suçlanıyor. Bu, Bergman’ın kadın karakterlerin iç dünyasına giremediği anlamına gelmez. Bizim sinemamız maço bir yüze sahip ve biz onu görmek istemiyoruz. Modern bir maçoluk hali. Dün bir konuşmada erkek bir eleştirmen Türk sinemasında 1980’lerde, özellikle Atıf Yılmaz’ın öncülüğüyle kadına ve kadınla ilgili konulara yaklaşan bir akımın başlatıldığını ama bunun zamanla yok olup sinemamızın kadına bakış açısının tümüyle geriye döndüğünü söyledi. Ben de bu konuda başarılı çağdaş yönetmenlerimizin filmlerinden örnekler verebilirim. Hele son zamanlarda… Örneğin dişi örümcekler, gözü yaşlı suskun kadınlar, adı sanı olmayan, ancak erkeğin gölgesinde var olan, erkek tarafından kurtarılması gereken kadınlar… Diğer filmler hakkında konuşmak istemem ama bu görüşe tamamiyle katılıyorum. Murat’ın, parasını çalan adam bıçağı boynuna dayadığında “ellerimi, kollarımı, damarlarımı hissettim” demesi önemli. Murat doktorların “kuşatılmış cocuklar” dediği gençlerden bir örnek. Bu gençlerle çok haşır neşir oldum, örneğin yeğenimin dertleriyle iç içe yaşadım. İyi okullar, rahat hayat, sıkışmışlık, anne ve babaların sunduğu sevgiyi unuttukları donma hali… Arayış içindeler. Çabuk kirlenecekler. Murat teslim olmamaya calışıyor ve bunu tehlikede arıyor. Her zaman korunmuş, hiç risk almamış çocuklar korkuyu merak ediyor. Kimi bunu halisünasyonda, uyuşturucuda arıyor ya da sokakta var olmaya çalışıyor. Ailelerinin onları örneğin okul ya da başka problemlerde korumasının adil olmadığını biliyor. Bunlar kendi başına bir şey yapabilme özgürlüğü elinden alınmış çocuklar. Yaşayabilme derdinde, bizim kirli gördüğümüz bir ayakkabıya tamah etme zorunda biriyle (onları biz ve toplumumuz yarattı) yüzyüze gelince damarlarının aktığını hissediyor ve o gün büyüyorlar. Biz militer toplumuz, kul köle ilişkisindeyiz. Çocuklarımızı insan yerine koymadan, insan olduğunu düşünmeden militer sisteme hazırlıyoruz. Toplum da bu yüzden evrilmesinde geç kalıyor. G C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle