Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
R PAZAR 5 16/8/07 15:09 Page 1 PAZAR EKİ 5 CMYK 19 AĞUSTOS 2007 / SAYI 1117 5 PAZARIN PENCERESİNDEN EDİTH PİAF: HAYAT BÖYLE!.. Semra Topal dith Piaf’ın hayatı bir peri masalı değildi, ama gerçek olamayacak kadar da inanılmazdı. Naif, kırılgan ve matraktı, bu unsurlar onu son derece dayanıklı yapmıştı. Hayatında şarkı söylemekten ve aşktan başka bir şeyi ciddiye almamış gibiydi. Agora Kitaplığı şu günlerde, bu inanılmaz kadının, üvey kız kardeşi Simone Berteaut tarafından yazılmış biyografisini Türkçede yayımladı. Bu biyografinin, Edith Piaf’ın “hayatının tanığı” tarafından yazılmış olması hasebiyle ayrı bir anlamı var. Edith Piaf, Belleville Sokağı 72 numara önündeki bir sokak fenerinin dibinde, bir polis pelerininin üzerinde doğdu. Annesi aktris, babası akrobattı (çocukları Gassion Baba diyordu) ve kısa bir süre sonra anne tarafından büyükannesine “devredildi’. Büyükanne yoksulluk içindeydi ve Edith’i emziğine sulandırılmış şarap katarak büyütüyordu, çocuğun kör olduğunun kimse farkında değildi. Gassion Baba Edith’i, kuzininin genelevinde aşçılık yapan annesinin yanına bırakana kadar körlüğü bilinmedi. Çocuğun durumuna ilk “uyanan” genelevdeki kızlar oldu. Büyükanne Mama, doktorlardan bir fayda göremeyince kızlarla birlikte Lisieux’un küçük azizesine dua etmekten başka bir yol bulamadı ve hepsi birlikte, takım halinde Edith’in gözlerinin açılması için kilisede dua ettiler. Hakikaten tam da kararlaştırılan gün mucize gerçekleşti ve kızın gözleri açıldı. Bunun üzerine Mama, adakta bulunduğu gibi azizeye on bin frank bağışladı. Okul hayatı kısa sürdü, “o biçim” bir evden okula gelen Edith’i iyi aileler istemiyordu. Okula gidemeyeceği anlaşılınca Gassion Baba’yla yaşamaya başladı, meyhanelerden barlara, köylerden şehirlere sürükleniyorlardı. En önemli şey babanın absent parasını çıkarmaktı. On beş yaşına geldiğinde kendinden iki buçuk yaş küçük üvey kız kardeşi Simone’la (Edith Momone diyordu) tanışınca hayatında yeni bir dönem başladı. Bundan sonra iki kardeş birlikte yaşayacaktı. E Edith Piaf’ın yakın çevresini, yankesiciler, pezevenkler, dolandırıcılar ve orospular meydana getiriyordu, yani gerçek çevre denilen, sabıkalılar çevresiydi bu. Onun için şöyle bir ilan hazırlanmıştı: “GERNY’S’DE SOKAKTAN SAHNEYE ÇIKAN KALDIRIM SERÇESİ; KÜÇÜK PIAF.” Leplée sayesinde Polydor’a ilk plağını doldurdu. Edith’in peşinden denizciler, lejyon askerleri, kibar haydutlar Pigalle’den ChampsElysées’ye inmişti. Esasında Leplée de onun bu çevresinden yararlanıyordu, istediğini Edith kapısına kadar getirmiş oluyordu. Bu mutluluk dönemi, 6 Nisan 1936’da Louis Leplée’nin öldürülmesiyle bitti. Gazeteler bu cinayeti, Edith’in âşıkları bahriyelilerin ve piyadelerin de karıştığı rezil bir fotoromana dönüştürme fırsatını kaçırmamışlardı. Renklendirme: Eylem Zor Sular durulduktan sonra Brest’te bir sinemada Lükres Borjiya filminin arasında sahneye çıkmaya başladı, Simone da onu takdim ediyordu: “Kaldırım Serçesi Piaf, tahta perdeler ardında aşk ve kenar mahalle şarkıları.” Eski bir lejyon askeri ve garip bir adam olan Raymond Asso’yla tanıştılar, Edith’i Leplée keşfetmişti, ama yaratıcısı Asso oldu.. Bir müddet sonra Edith bu adama âşık olmuştu ve Simone’a şöyle demişti: “Momone, bunu anlayamayacak kadar hırtmışım.” A.B.C.’de sahneye çıkmaya başladı, Raymond Asso Edith’i yıldız yapmıştı. Ama mutluluğunun tam olabilmesi için yeni bir erkek gerekiyordu, o da çok geçmeden ortaya çıktı: Paul Meurisse. 1939 sonlarıydı ve savaşla ilgilendikleri pek söylenemezdi, bütün gün bir somun ekmek ve bir şişe şarap bulmak gerekiyordu. Grevlerle de ilgili değillerdi, Simone’a göre sınıflarının adı bile yoktu çünkü. Edith ve sevgilisi, Jean Cocteau’nun yazdığı bir oyunda oynadılar, oyunun adı “Yakışıklı ve Kayıtsız”dı. Savaşın etkileri gittikçe daha fazla hissediliyordu, Paris’in işgali boğazlarına takılmış kılçık gibiydi. Bu tarihlerde Edith’in adı para yapmaya başlamıştı ve su gibi para harcıyorlardı, gelirlerinin büyük bir kısmını BidouBar yutuyordu. Kapısını çalan çoktu ve esir kamplarına da bir yığın paket yolluyordu. Bu konuda Edith şöyle diyordu: “Askerleri çok sevdim, kendilerini yüzüstü bırakamayacak kadar zevk verdiler bana...” Kültür Bakanı kim olacak? Selçuk Erez aksim’den Gümüşsuyu’na sapın, Atatürk Kültür Merkezi’nin kaldırımından Teknik Üniversite’ye doğru yürümeye başlayın: On beşyirmi adım ötede başınızı sola çevirirseniz küçük, eskiden beri orada bulunan çıkmaz sokağa nihayet bir ad verildiğini görürsünüz. Tabelasında “Kültür Çıkmazı” yazmaktadır! İlkönce tuhafsadım: Beyoğlu gibi pek çok kültür odağının yer aldığı bir bölgede böyle bir sokağa, gelmiş geçmiş bunca kültür bakanımız mesela Atilla Koç dururken niçin “Kültür Çıkmazı” adı verilmiştir? Sonra bu davranışta isabet bulunabileceğini, adı verenin belki de bize, kültürümüzün ve bundan sorumlu bakanlığımızın durumunu hatırlatmak istediğini düşündüm. Gerçekten bu çıkmaz konusunda kafa yormalıyız! Ümit Bakış, internette yayımlanmış olan “Sanatta Yapılanma” başlıklı yazısında kültür bakanlarının kültürle ilişkilerini de irdeler: “Bizim kültür bakanlarımız hep sanatla iştigal etmiş zatı muhteremlerdir. Kimi gençliğinde ut dersi almıştır ve çok yakın bir tiyatrocu arkadaşı vardır. Kimi lisede veya öğrenci derneğinde sahneye çıkmıştır” der. Bakanlıklarımızdan “kültür” adını taşıyanı, bu bakanlığa 1971’de ilk atanmış olan Talat Halman ile isabetli bir başlangıça sahne olmuş, ancak sonra genellikle bakan yapılması gereken fakat o an için başka bir pozisyon bulunamayan ya da parti içi ağırlığı açısından ilk ona girmeyenlerin atandıkları bir kuruluş olagelmiştir. Bazısı tesadüfen atanmıştır: Mehmet Barlas, 8 Ağustos’ta Milliyet com.tr’de yayımlanmış bir yazısında anlatır: “Sadi Irmak 1974’te hükümet kurarken bana da devlet bakanı ve hükümet sözcüsü Prof. Metin Sözen. olmamı teklif etmişti. Ben gazeteci kalacağım diyerek teşekkür edip, hayır dedim. Bunun üzerine ‘Bari bana bir kültür bakanı adı ver’ dedi. Ben de Prof. Nermin Abadan’ı bakan yapmasını önerdim. Elindeki kâğıda eski harflerle ‘Nermin’ diye yazdı.” Kasdedilen “Nermin”in, Nermin Abadan olduğu ama o an Prof. Abadan’ın soyadının hatırlanamadığı anlaşılıyor. Hangi Nermin? Turhan Feyzioğlu’nun aklına Nermin Abadan değil Nermin Neftçi gelir ve bu Nermin’i bakanlar kurulu listesine “Nermin Neftçi” olarak yazdırır! Haldun Taner, Mükerrem Taşçıoğlu’nun iç işleri bakanlığı gibi daha ağır olduğuna inandığı bir görev beklerken Turgut Özal tarafından kültür bakanı olarak atanmasına tepki gösterdiğine şahit olduğunu anlatmıştı. Bizde kurulduğundan bu yana adına uygun örgütlenemeyen, yönetilemeyen, hele son yıllarda bu işe bakanın aynı zamanda turizmi de üstlenebileceği inancıyla Kültür ve Turizm Bakanlığı’na dönüştürülmüş olan bu bakanlığa gelişmiş ülkelerdekine benzer bir çekidüzenin verilmesi Türkiye’nin çağdaşlık skalasında nerede bulunduğunu yansıtan en önemli gösterge olacaktır. Dahası da var: Kültür bakanlığına atanacak olan kimsenin tutumu ne olacaktır? Kültür kapsamındaki konuları ilk kez atandığı gün mü düşünmeye başlayacaktır? Donanımı, bu alandaki sorunlara uygar çözümler bulmasına elverecek midir? Fransada’da André Malraux, Jacques Duhamel gibi önemli yazarların ve ince ince düşünülerek seçilmiş kültür adamlarının yönetimine atanmış oldukları bu bakanlığın protokoldeki yeri de bakanlığa önemi vurgular, Başbakanlığı izler. Ben bu nedenlerle en çok kimin kültür bakanı olacağına merak ediyorum! Başbakan olsaydım bir saniye beklemez ya da tereddüt etmez, bu bakanlığa Prof. Metin Sözen’i atardım. Böyle bir atama duyulduğunda Menkul Kıymetler Borsası’nın ne yapacağını kestiremem ama Türkiye, kültürü sevenler, ciddiye alanların gözünde çok daha saygın ve önemli bir yere gelirdi. T EVLİLİK BANA GÖRE DEĞİL... Ünlü Moulin Rouge, Edith’le on dört günlük bir anlaşma yapmıştı, ikinci yıldız da Yves Montand’dı. Yves Montand’ı ilk bakışta anladığını söylüyordu: “Bu herif Momone, şarkıda ihtilal yapacak. Beklenen kişi o. En yeni olan, savaş sonrasının adamı.” Yves Montand tam Edith’in istediği gibiydi, hem çetin ceviz, hem kavgacıydı, tabii müthiş yakışıklıydı da. Yves Montand sayesinde kendinde yıldız yaratma gücünü keşfetti. Montand’ı sinemaya sokan da Edith oldu, Sönük Yıldız filminde birlikte oynadılar. Birkaç yıl sonra Yves Montand şöyle diyordu: “Her şeyimi Edith’e borçluyum.” Sırada Amerika turnesi vardı, Amerika’da şarkı dünyasının Sarah Bernhardt’ı olarak takdim edildi. Manhattan’ın en şık, en züppe gece kulübü Versailles’da onu kutlamak için odasına kadar gelenlerden biri de Marlene Dietrich’ti. Amerika’da hayatına Fransız boksör Marcel Cerdan girdi, o da Edith kadar ünlüydü. Karısı ve iki çocuğu vardı, ama Edith’e göre asıl sevdiği kadın kendisiydi. Evli bir adamla bu kadar mutlu olacağı aklına bile gelmemişti. Hayatı boyunca erkekler için para harcayan Edith, ilk defa erkeğinin elini cebine soktuğunu görüyordu. Fakat bu mutluluğu da bitti. Edith âşık olduğu en iyi adamı uçak kazasında kaybetti. Geçirdiği bir kazadan sonra morfine alışmıştı. 1952’de otuz yedi yaşındayken Jacques Pills’le evlendi, morfin kullandığını herkesten saklıyordu. Onun için “kocam” demek tılsımlı, uğurlu bir sözcüğü söylemek gibiydi. Düğün için Marlene Dietrich, Waldorf Astoria Oteli’nde Edith’i giydirmişti, morfinle ayakta duruyordu, ama çocukluğundan beri düşlediği gibi evleniyordu.Evliliği dört yıl sürdü. Boşandığında şöyle diyordu: “Evlilik bana göre değil, kilise çanları bir daha ancak cenazemde çalar.” Edith bitti, sıfırı tüketti denildiği bir sırada Olympia’da konser verdi, on iki hafta sahnede kalabildi. Bilet fiyatları rekor düzeye ulaşmıştı. Bu arada uyuşturucudan kurtulmaya çalışıyordu ve kür tedavisine girmişti. Evliliğe tövbeliyken ikinci evliliğini yirmi yedi yaşındaki Théo Sarapo’yla yaptı, genç Yunanlı Théo Sarapo (soyadı seni seviyorum demekti), upuzun siyah bir tazıya benziyordu ve kadın berberiydi, ama içinde hep şarkı söyleme arzusu vardı. Yani Edith bir şarkıcı daha yaratacaktı. 1962 Eylül’ünde Olympia’da verdiği konserde Théo’yla “Aşk Neye Yarar”ı söylediler, bu esasen bir evlilik ilanı oluyor ve dinleyiciler de onaylıyordu. Théo, Edith’in ölümcül hasta olduğunu bilerek onunla evlendi, Edith’e duyduğu sevgi cinsel aşkın üstünde bir şeydi fakat Edith epey zamandır erkeklerin, sadece Edith Piaf adına ve onlar için yapabileceklerine âşık olduğunu biliyordu. 14 Ekim 1963 günü Edith hayata veda etti, her şarkısında söylediği gibi “hayat böyle!”ydi. BİR SOMUN EKMEK VE ŞARAP... Edith ve Simone, Orfila Sokağı 105 numarada, suyu olmayan tek yataklı Gelecek Oteli’nde kalmaya başladılar bütün adlardan ironi fışkırıyordu sanki. Passy’den Montreuil’e bütün Paris’i dolaşıyorlardı. Bu arada kışlalara da gitmeye başlamışlardı, böylece lejyon askerlerinin ve denizcilerin meyhanelerini de öğrenmiş oldular. İlk aşkı on sekiz yaşındaki Louis Dupont’tu. Kısa zaman sonra tek yataklı otelde üçü birlikte yaşamaya başladılar. Hiç kimseninkine benzemeyen bir “yuvaları” olmuştu. Louis Dupont annesinden korkusuna Edith’e evlenme teklif edemiyordu, çok geçmeden Edith gebe kaldı. Louis hâlâ normal bir koca gibi “yuvadaydı”. Edith kızını doğurunca bebeğe Marcelle adını verdi. Bebek bakımı hakkında hiçbir şey bilmiyorlardı, sütün kaynatıldığından bile haberleri yoktu. Bebek iki buçuk yaşında menenjitten öldü. Edith bebeğini kaybettiğinde on dokuz yaşındaydı. Yaşamları böyle devam ediyordu ve bir gün Louis Leplée ChampsElysées’deki yerinde onlara iş verdi, Edith’in sahne adı da burada bulundu, Piaf argoda serçe anlamına geliyordu. Hayatı boyunca sokağa, onun diline ve şiddetine yakın durdu. Her şarkısında yinelediği “Hayat Böyle” de yaşadıklarını kendi gözünde anlaşılır kılmak içindi. Âşık olduğu adamların aşk sürerken ölmelerine tanık oldu, vazgeçmedi, bir daha evlenmeme kararını sonuna kadar çiğnedi. Uzunca bir süre morfinle ayakta durdu. Bir gün geldi, direnmekten vazgeçti. “Kaldırım Serçesi” filminde Edith Piaf’ı Marion Cottillard oynuyor...