Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
R PAZAR 9 31/5/07 16:40 Page 1 PAZAR EKİ 9 CMYK 3 HAZİRAN 2007 / SAYI 1106 9 PAZAR SÖYLEŞİLERİ Avrupa’dan sıkıldım Ataol Behramoğlu Ben de adayım... İpek Özbey aber merkezlerinin faks makinesi hiç durmaz. Basın duyuruları, isyanını dile getiren okuyucular, seyirciler, davetler… Durmadan çalışır makine. Yine bir basın bülteni geçti, eski bir seks işçisinin bağımsız milletvekili adayı olduğu yazıyordu. Adı Ayşe Tükrükçü’ydü, ŞefkatDer’in de Hayatsız Kadınlara Hayat Hakkı Komisyonu Başkanıydı. Basın bülteninde “Ben” diyordu “hayatı çalınmış, hayat kadını denen, hayatsız kadınım.” Derneğin Beyoğlu’ndaki merkezinde buluştuk. Ofisin duvarlarında şiddete uğramış kadınların, töre kurbanlarının fotoğrafları vardı. Ayşe Tükrükçü Gaziantep’te doğmuş. İşçi olarak Almanya’ya giden anne ve babasıyla yedi yaşında tanışmış. O güne kadar babaannesi tarafından büyütülmüş. O güne kadar arayıp sormayan ailesiyle Almanya’ya gitmiş, ama hep yabancı olarak kalmış. Ne anne ve babasını aile olarak kabullenmiş, ne de Almanya’yı. “Evde sevgi yoktu, annemi yedi yaşında tanımak benim için büyük acıydı” diyor. O gün duyduğu acıyı yenileri ve daha şiddetlileri izlemiş. Dayakçı babadan, yeniden babaannesinin yanına döndüğünde dokuz yaşındaymış. Ayşe Tükrükçü hikâyesinin tam burasında göz yaşlarına hâkim olamıyor. Sicim gibi süzülen yaşlar röportaj boyunca bolca mendil tükettiriyor. Bense şaşkınım. Böyle hikâyeler vardı, biliyorum ama bu kadarı sadece filmlerde olur diye düşünüyordum. Gerçekmiş, üzgünüm… “Çocukluğumu, gençliğimi, hayallerimi çaldı” dediği alkol bağımlısı amcasının tecavüzüne uğramış, ama kimseye söyleyememiş. Üç buçuk ay süren bu şiddetin tanığı amcasının kızıymış, ama o da sesini çıkaramamış, bu olayı konuşmamışlar. Vücudundaki morlukları görüp ne olduğunu soran babaannesine de anlatamamış yaşadıklarını, “Düştüm” diye geçiştirmiş. “Her yerimde diş izleri vardı” derken yeniden ağlamaya başlıyor. T arih okuduğunuzda her şeyin ne kadar değişken ve geçici olduğunu görüyorsunuz. Tarih sahnesinden sayısız devlet, imparatorluk gelip geçmiş. Bizlerin geçmekte olduğumuz süreçlerin de geçici olduğunda kuşku yok… Kimilerimizin onca özendiği, üyesi olalım diye can attığı Avrupa Birliği de bir yerde başlayıp bir yerde noktalanacak bir süreçtir. Bu gün bulunduğu nokta, özellikle de Türkiye’ye karşı tutumu benim midemi bulandırıyor. Ekonomiye, siyasete, karşılıklı çıkar ilişkilerine ilişkin sayısız gerekçeyi sayıp dökebilirsiniz. Bunu ben de yapabilirim. Hepsinde bir doğruluk payı da bulunabilir. Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi kapısında süründürmesinin haklı nedenleri olduğu ileri sürülebilir. Benim söylemek istediğim bunlarla ilgili değil. Ben bir duygumdan, Avrupa sözü edildiğinde duyduğum can sıkıntısından, iç daraltısından ve evet, bir zamandır da mide bulantısına benzeyen bir irkiltiden söz ediyorum. Avrupa lafından da, Avrupalıdan da, Avrupa Birliği’nden de sıkıldım. Bu iç daraltısını, Avrupa ülkesi diye adlandırılan kimi ülkelere yıllar önce ilk adım attığım dönemlerde de duyumsamıştım. Şimdi bu duygum daha da kesinleşti, derinleşti, belirginleşti. Avrupa’dan da, Avrupalıdan da sıkıldım. Kafalarındaki sığlık canımı sıkıyor. Dünyanın bu gün geldiği evrede, Amerika’yla birlikte Avrupa’nın, bu dünyanın sonunu hazırladıklarını düşünüyorum. Çıkara dayalı dünya görüşleri, ahmak kibirleri, kendileri dışındaki dünyaya zavallı kapalılıkları içimde hem öfke, hem acıma duygusu uyandırıyor. Macar göçmeni bir Sarkozy’nin bu gün Fransa adına ahkâm keserek Fransız burnu büyüklüğünü simgelemekte oluşunu gülünç ve ahmakça buluyorum. H Öğretmeni önce aile birliğine bildirmiş Ayşe’nin uğradığı şiddeti, sonra güvenlik güçlerine. Ayşe ailesinden alınıp çocuk yurduna verilmiş, aile mahkemesinde de dava açılmış. Aradığını, sevgiyi yuvada bulmuş Ayşe. “Evimizde bana Kara Kız derlerdi. Burada tecavüzümle, utancımla, ayıbımla kabul edilen Ayşe’ydim” diyor. “Tecavüz olayı mahkemeye yansıdı. Tecavüze uğradığım kanıtlandı. Babam hiçbir zaman abisinin tecavüz ettiğini kabul etmedi. Yuvada uğramadığı ne malum dedi”. Babası annesinin kafasına porselen bir şekerlik fırlatıp. “Git” demiş “Git, al kızını getir eve”. Ayşe korkmuş, dönmeye yanaşmamış, ama sonunda eve dönmüş. Yasa gereği aile kontrol altına alınmış. Üç ay, yani kontrol boyunca sessiz kalmış babası, süre bitince bu kez “Benim abim sana tecavüz etti he, öyle mi” diyerek dövmeye başlamış… Evden kaçmaya başlamış Ayşe, apartman boşluklarında uyumuş, fastfoodlarda arta kalanları yemiş. Tecavüze uğradığına tanık olan amcasının kızı abisiyle evlenince yüzleşme de gerçekleşmiş. Amca kızı “Bir şey yapamadım” demiş, “Beni öldürmesinden korktum”. Büyümüş Ayşe, bir adamı sevmiş, üstelik evlenmiş, ama adamın ailesi hor görünce boşanmış. İkinci kez sevmiş, ikinci kez evlenmeye kalkışmış. Adam “Hazırla evraklarını” demiş “Nikâh başvurusu yapacağım”. Ayşe Tükrükçü İstanbul 2. Bölge Bağımsız milletvekili adayı. ŞefkatDer’in başkanlığını da yapan Tükrükçü’nün Meclis’te olma nedeni “hayat kadınları”na başka bir hayat şansı tanımak! İşe vesikalarını iptal ettirerek başlayacak. Tükrükçü’nün oy için kapılarını çalacağı seçmenler arasında şiddete uğrayan kadınlar da var… ALMANYA YAŞAMI Kaçışı halasının yanına gitmekte bulmuş. Yanlış otobüse binip gittiği İzmir’de karakola sığınmış. Komiser arayanı soranı çıkmayınca üçüncü gün alıp Ayşe’yi evine götürmüş, onunla yaşıt, yani dokuz yaşındaki kızına arkadaş yapmış. “Mustafa Amcanın evinde geçirdiğim 12 gün hayatımın en Fotoğraf: Hıdır Durman mutlu günleriydi” diye anımsıyor “İlk defa denize gittim, beni Adamla kent kent gezmişler, arkadaşların, akrabaların lokantaya götürdüler, saçımı okşadılar”. daveti diye pek çok eve girip çıkmışlar! Ayşe sonra anlamış Ayşe’nin ailesi peşini bırakmamış, gazetelere ilanlar bu arkadaş ve akrabaların genelev patronu olduğunu, bir verilmiş. Komiser Mustafa da görmüş ilanı ve ailesine kızınız “mal” olarak onların karşısına çıkarıldığını. Anladığında yanımda diye bildirmiş, amcası gelip geriye, Gaziantep’e eline evlilik belgesi değil vesika tutuşturulmuş. Ayşe, götürmüş. Anne ve babasına da haber salınmış, “Gelin geneleve satılmış! Mersin genelevine girdiğinde kendisini kızınızı alın”. 13 yıl sürecek ikinci Almanya yaşamı işte hayvanat bahçesinde hissetmiş, “Mezbaha gibiydi” diyor böyle başlamış. Erkeklerden korkan, erkek kardeşiyle bile “mezbahada koyunlar kesilmemek için can atar, genelevde konuşamayan küçük kadını bu kez babasının şiddeti rahat de kadınlar etlerini satmamak için direniyorlardı”. bırakmamış. Hakaretlere dayak eklenmiş. En sevdiği renge Senelerce çalışmış genelevde, kürtaj üstüne kürtaj geçirmiş, kırmızıya bile şiddet bulaşmış: “Okula giderken, kırmızı sonunda doğurma yetisini yitirmiş, bir müşterinin evlenme boğazlı bir kazak giymiştim, çünkü boğazımda babamın teklifine “evet” demiş, erkeğin ailesi istemeyince yeniden parmak izleri vardı. Ağustos’ta, hava 27 dereceyken genelev kapısına bırakılmış. “Genelevde hayat çok kötü” kırmızı kazakla dolaşmam öğretmenin dikkatini çekti. diyor “Kadınların çoğu uyuşturucu kullanıyor, başka türlü Gerçeği saklamak için çok uğraştım, ama öğretmen nasıl tahammül edersin ki”… öğrenmekte ısrarlıydı.” Doğu Almanya kökenli Merkel’in Batı adına Türkiye konusunda hüküm verme konumunda bulunuşunu, söz konusu kişinin üzerinde iğreti duran giysileri gibi, bir zevk bozukluğu ve kısırlığı olarak değerlendiriyorum. Avrupa’dan sıkıldım. Yunanlı ya da Bulgar, Türkiye’ye elini kolunu sallayarak girerken, Türk insanının bu ülkelerden geçerken bile vize almak zorunda oluşu ağrıma gidiyor. Alanlarda çiçek çiçek açan insanlarımızdan herhangi biri herhangi bir Batılıya demokrasi dersi verebilecek bilinçlilikteyken; sanatsal duyarlığa, şiir sevgisine, insanlık değerlerine herhangi bir Batılıdan daha çok sahipken, en sıradan bir Batılının en seçkin Türk insanı karşısında kendini dev aynasında görmeye devam etmekte oluşunu tarih ve insanlık bilincinden yoksunluk ve zavallılık olarak görüyorum. Bunun yanı sıra da, Türkiye’nin, içeride ve dışarıda kendine yaraşır bir imajla ortaya çıkamıyor oluşu daha da çok ağrıma gidiyor. İnsanlık değerlerinin şu ya da bu millete değil, tüm insanlığa özgü evrensel değerler olduğunu; bu gün bulunduğumuz tarihsel süreçte “Avrupa”, “Avrupalı” kavramlarının uygarlığı simgeleyen deyimler değil, yeni bir ırkçılığın, sömürünün, gerçek anlamda evrensel değerlere karşıtlığın anlatımından başka bir şey olmadıklarını bu gün geçmişin mirasını sorumsuzca tüketmekte olan Avrupa’ya ve Avrupalıya anlatmak, onları kendileriyle yüzleşmeye zorlamak gerektiğini düşünüyorum… Bu söylediklerimin, ruhsal bakımdan köleleşmiş, kendi ülkelerinin değerlerine, kendi insanlıklarına yabancılaşmış kimseleri rahatsız edeceğinden kuşku yok. Fakat asıl Türkiye’nin, aydınlanmış insanlarımızın büyük çoğunluğunun, Avrupa ve Avrupalı karşısında aynı iç sıkıntısını duymakta olduğu ve bu sıkıntının gittikçe yaygınlaşıp çoğaldığı da gün gibi ortada… Bundan herhangi bir kaygı değil, tam tersine, sevinç duyuyorum. Çünkü geleceğin yaratıcı, aydınlık, gerçek anlamıyla “Avrupalı” Türkiye’si, bugünün Avrupa’sına ve Avrupalısına kölece bağlılıktan, ahmakça hayranlıktan değil, sözünü ettiğim bu can sıkıntısından doğabilir... ataolb@cumhuriyet.com.tr Sonunda ŞefkatDer’i bulmuş Ayşe Tükrükçü ve hayatı değişmiş. Şimdi İstanbul 2. Bölge’den, Beyoğlu, Beşiktaş, Eyüp, Bayrampaşa’dan, bağımsız milletvekili adayı. Meclis’te olmayı isteme nedeni başta “hayatsız kadınlar” olmak üzere tüm hor görülen, şiddete uğrayan kadınların sorunlarını çözmek, seks işçilerinin vesikalarının iptal edilip yeni bir hayat hakkı verilmesini sağlamak, kendi deyimiyle modern köleliği ortadan kaldırmak. “Arka sokaklardaki hayatları biliyorum” diyor “Onlara yardımcı olmak için kapı kapı dolaşacağım ve oy isteyeceğim”… Fotoğraflarda dikkatinizi çekmiştir. Ayşe Tükrükçü’nün elinde oyuncak bir bebek var. Onu anne olamayacağını öğrendiğinden beri yanından ayırmıyor. Adı mı? “Cennet”. Yönetim ve denetim bozuk olursa Aylin Kotil u aralar ya algılarım fazla açık ya da duyarlılığım arttı. Son günlerde kafamı meşgul eden o kadar çok soru var ki cevabını bulmakta zorlandığım… Bazı haberler yazılı medyada ya çok sık çıkmaya başladı ya da ben hep o haberleri görür oldum: Çocuklarda obezite! Gittikçe daha çok çocuk obez oluyormuş. Sağlıklı beslenme alışkanlığı küçük yaşlarda ediniliyor. Peki okullar bu konuyla ilgili neler yapıyor? Acaba beslenme sorunlarıyla ilgili önlemler alınıyor mu? Mesela özel okullar genellikle yemekli oldukları halde, neden kantine de ihtiyaç B duyuyorlar, biraz daha fazla kazanabilmek için mi? Ya devlet okulları? Oradaki kantinlerde neler satılıyor? Cips, çikolata, gofret dışında meyve satmak çok mu zor bir prosedür? Mesela tek olarak elma ya da az miktarda diğer meyvelerden... Kolalı ve şekerli içecekler neden hâlâ satılıyor? Katkı maddeli gıdaların satılmasına hiç mi değinmesem? Son haberlere göre İstanbul’da kullanılan sütün yüzde 60'ı sokak sütüymüş! Bunları düşünürken, devlet hastanesinin kapısındaki görevliye gideceğim bölümü soruyorum, beni ağzındaki sigara ile cevaplaması dehşete düşmeme sebep oluyor. Onun içinse bu çok sıradan bir durum. O an içimden acaba hastaneye personel alınırken (kapı önüne dahi olsa) “Sigara kullanıyor musunuz” diye sormamışlar mı, diye düşündüm. Hadi diyelim ki, işe girebilmek için yalan söyledi, peki sonrasında hiç mi denetim yok? Koridorda ilerlerken mahallelere ikinci, üçüncü cami yapan hayırseverleri kusura bakmasınlar anlayamadığımı tekrar fark ettim. Herhangi bir devlet hastanesinin bir katını, bir odasını, bir yerini, duvarların boyanmasını neden üstlenmezler de illa cami yaptırırlar... Devlet okullarının sıralarını yaptırmak daha mı az hayırlı bir iş acaba? Devlet okulları ve hastanelerin durumları böyleyken lalelere harcanan paralara nasıl hoşgörü ile bakılması beklenebilir? Ve partilerin ön seçim yapmadan atama yolu ile belirleyeceği milletvekilleri önümüze konurken ister istemez çok saygı duyduğum bir doktorun sözleri aklıma geliyor: “Zeki bir milletiz, yeniliklere çabuk adapte oluyoruz ve kendimizi çok hızlı geliştirebiliyoruz, ancak maalesef çok kötü yönetiliyoruz”. Bu yüzden kullanacağımız bir oy gerçekten çok değerli. Cumhuriyet okurları bilir: “Sen gelmezsen bir eksiğiz!” İyi pazarlar... aylin@kotilsarigul.com