Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
R PAZAR 4 31/5/07 16:32 Page 1 PAZAR EKİ 4 CMYK 4 PAZARIN PENCERESİNDEN Napolyon kompleksi Selçuk Erez uhbilimin babası sayılan Freud’un ilk talebelerinden Alfred Adler, “aşağılık duygusu” konusunda önemli çalışmalar yapmıştır: Böyle bir duyguya sahip olunmasının nedenlerini açıklarken Napolyon’u örnek göstermiş, onun imparator olmak istemesini, saldırganlığını, kısa boyluluğundan kaynaklanan eksiklik duygusunu dengelemek için girişilmiş eylemler olarak yorumlamıştı. Adler’e göre insanlar, aşağılık duygularını yenebilmek için, önemsenmelerini sağlayacak işler becermeye yeltenirler. Bu yolda gösterilen çabalar bazen iyi sonuçlar verebilir: Mesela kekeme olan Demostenes, uzun süre ağzına çakıl taşları doldurarak deniz kenarında konuşma talimleri yapmış ve eksikliğini giderebilmişti. Ancak, aşağılık duygusundan mustarip biri, eksiğini dengelemekte başarısız olursa? Adler’e göre ceberrutlaşır ve çevresini, kendisini önemsemeye, kendisini “yüce” hissetmesine yol açacak şakşakçılığa zorlar. Bu insanın politika sahnesinde yer alması da, devleti felaketlere sürükleyebilir. Adler’in insanlarda büyük çapta eksiklik duyguları varlığında ne yapabileceklerini açıklamak için seçtiği örnek, zamanla halk arasında “Napolyon Kompleksi” olarak anılmaya başladı: Acaba boyu kısa olanlar gerçekten kendilerini “kötü” olarak algılar ve saldırgan vb. olmağa mı kalkarlar? Üç kez evlenmiş olan Tom Cruise gibi kısa boyluların süksesine bakarsak bu iddia daima gerçekle bağdaşmayabilir. Evet, Sovyet Diktatörü Stalin “2 arçin (bizim arşından kaynaklanan Rus ölçüsü) ve 4 verşok” yani 1.63 boyundaydı, Hitler’in sağ kolu Goebbels de 1.65 boyundaydı ama 1.93’lük İdi Amin, 1.88’lik Saddam gibi uzun boylu diktatörler de gördük. R Cannes’da, kırmızı halının üzerinde bir yönetmen, iki oyuncu. Fatih Akın, Tuncel Kurtiz ve Nurgül Yeşilçay. Kurtiz son derece rahat, çünkü 4. kez festivalde. Umut’la başladı, Duvar, Kuzuların Gülüşü ve Yaşamın Kıyısında ile sürdürdü... Cannes... 36 yıl önce, 36 yıl sonra... Berat Günçıkan Biraz kendinizi mi görüyorsunuz Fatih Akın’da, siz de bir hayli arayış içindeydiniz… Tabii de, bir noktaya geldim, yeni bir şeyler yapmak istiyorum, ama tiyatro yapamayacağımı biliyorum, çünkü by Baştarafı 1. sayfada passlıyım. Şu anda başka bir hayatı seçtim, sinemada uğraşıyorum, workshop’lar yapmaya çalışıyorum, Şeyh Oysa Fransızlar, Amerikan sinemasının ülkelerinde, Bedrettin’i film yapmak istiyorum, hâlâ Kroçer Sonat’la hatta kıtada yayılmaması için çok direndiler… uğraşıyorum… Son Tanrıça’yı yaptım, orada kaldım, Yok yok, orada başka bir şeyler oluyor artık. Birincilik aşamadım. Bu durum birçok rejisörün hayatında ödülünü Romanya aldı, bu sinemanın sinema, yani sanat vardır, ama bu çocuk durmadan koşuyor, arıyor, olarak sürmesini istediklerini gösteriyor, ama bunun onun için Maradona diyorum. Bu hali çok yanında büyük bir ticaret merkezi oluşuyor, partiler, hoşuma gidiyor, benim yapamadıklarımı eğlenceler… yapıyor, bundan sonraki filmlerinde de ufacık Bu da bir pazarlama yöntemi mi, derdi olan da olsa bir rol verirse oynamaktan yanayım. filmlerin pazar tarafından kuşatılması mı? Kendinize haksızlık etmiyor musunuz, her Sinema bir eğlencedir, ama nasıl bir eğlence? dönemin koşulları farklı… Yıllar önce Onat Kutlar’la bir şema yapmış, Biz el yordamıyla geldik, Karaköy’de bir “Bir ticari Amerikan estetiği, bir Sovyet dükkânda 16 mm kamera görmüş, günlerce idealist estetiği, bir de Avrupa Burjuva şu kamerayı elde etsek neler yaparız diye estetiği var” demiş, “Biz bunun karşısına ne hayranlıkla bakmıştık. Oysa kamera getirebiliyoruz, bizim estetiğimiz ne olmadan da yapılabilirmiş, ama onu olacak” diye sormuştuk. Bu, bugün de bilmiyorduk bile. Şimdi daha ilkokulda devam ediyor… kamerayı görüyorlar. Okulda ışık, Bizim estetiğimizi bugün Fatih Akın kamera, prodüksiyon, reji, oyunculuk ve diğer genç yönetmenler mi gösteriyor? dersi alıyorlar. Bunların arasında Gördüğüm kadarıyla Avrupa’daki yeni yeteneğini doğru saptayanlar ve nesil çok enteresan sinema örnekleri çalışanlar başka noktalara veriyor, çünkü Türkiye onların unuttukları gidebiliyorlar. Mesela Serdar Akar, yer değil. Mesela Fatih Akın, Yılmaz Güney, “Gemide” ne kadar güzel bir filmdi… Metin Erksan, Atıf Yılmaz hayranı. Cannes’da Bunca donanımlı, eğitimli Martin Scorsese ile Metin Erksan’ın filmlerini sinemacı var, ama hâlâ hikâyenin restore edip dünyaya tanıtmak üzere bir yokluğundan yakınılıyor… görüşme yaptı. Yani Almanya’da büyüse de Mesele orada, hikâyede… Fatih dünya sinemasını olduğu kadar Türkiye Akın’da işte bu var. sinemasını da yakından takip ediyor ve o da Nedeni çok kimlikli olması mı? Yılmaz Güney gibi sürekli “Sinema yapmak O ve arkadaşları nereden çıktılar, istiyorum” diyor. Almanya’daki gettolardan. Yabancı Fatih Akın’ı Yılmaz Güney’in devamı olarak görüldüler, ama onlar inatla okudular, mı görüyorsunuz? sinema yapmak istediler. Bizde hikâye Kimse kimsenin yerini dolduramaz. Yılmaz yazan arkadaşlarımız acaba Güney ayrı bir yıldızdı, bu çocuk da nevi şahsına Ümraniye’yi, Yenibosna’yı, münhasır bir Maradona. Fotoğraf: Gaziosmanpaşa’yı biliyorlar mı? Yerini doldurmaktan ziyade, bir iz Uğur “İyi”, “temiz”, “korunaklı” sürmekten söz ediyorum… Demir yerlerden çıkanların anlatacak Yılmaz’ın bir lafını hatırlarım, “Biz gökten hikâyeleri de olmuyor mu? zembille inmedik, Lütfü Akad’ın, Atıf Yılmaz’ın Orta sınıf kayboldu, onun yerine paralı sepetinden çıktık” demişti. Etkilenme olmuştur okullarda okuyan, hali vakti, her şeyi tabii, ama bu etkilenme içinde durmadan kendini yerinde insanlar geldi. Bir Amerikanlaşma, yenilemek, kendisini bulmak da vardır. Fatih daha doğrusu bir yabancılaşma var. Bir kendisini bulmak isteyen bir yönetmen. İnsan üniversitede öğrencilere bir oyun ararken belirli noktalarda durur, ben kendimi oynamıştım, oyun sonrasında ortaya koyarken “bir tiyatro rejisörüyüm, konuştuğumuzda “Aranızda Sait oyuncusuyum, ama artık noktamı koydum, bitirdim, Faik’i tanıyan var mı” diye buraya kadar gelebildim” diyorum, ama bu adam sordum. Biri, annesinin arıyor… kütüphanesinde bir kitabı olduğunu söyledi. Sonra hangi müzikleri dinlediklerini sordum, biri “Led Zeppelin” dedi, ben de “Bak şimdi” diye devam ettim, “Sait Faik Mark Twain ödülünü aldığında, Led Zeppelin ondan imzalı bir kitap istemişti”! Bir Fransız gazetesi saçları nedeniyle İstanbul’da bütün çocukların David Beckham’a benzediklerini yazdı… Televizyon büyük bir tehlike, eğitim sistemi çökmüş bir ülkede seyirci de bunu istiyor, denilip, insanlara hiç işlerine yaramayacak şeyler veriliyor. Bu tehlikeyi savuşturmanın yolu, derdi olanların kamerayı ya da kalemi ellerine almaları mı? Evet, başka çaresi yok. Son birkaç yıldır Türkiye’de çekilen film sayısı da, izleyici sayısı da artıyor, yani öyle ya da böyle bir “dert” var gibi… Geçen yıl Kars Film Şenliği’nde, birçok Avrupa filmi de vardı, orada Avrupa burjuva estetiğinin nasıl bir yerde sıkıştığını, Kuzey sinemasının “yalnızlık” konusuyla nasıl baş başa kaldığını gördük. Takva, onların ortasında öne çıkıp ödül aldı. “Cenneti Beklerken” de onca filmin arasından sıyrıldı. Zeki Demirkubuz gibi bir adam “Kader”i yaptı, Avrupalı bir yönetmen çıkıp “Tam, tipik Türk işi” dedi. Sonra Uğur Yücel… Alacakaranlık’ta onunla oyunculuğun tadına vardım, sinema tadı aldım. Napolyon. Demek ki Napolyon’u olmayacak işlere kalkıştıran “eksiklik duygusu”, boyunun kısalığından değil başka alandaki komplekslerinden ileri gelmekteydi: Araştırıcılar, o devirden kalmış belgeleri inceleyerek acaba bu, herhangi bir yabancı dili konuşamamasından mı kaynaklanıyordu diye soruşturmuşlar ve onun anadilinin İtalyanca olduğunu ve Fransızcayı doğru dürüst bir şiveyle konuşamadığını, hatta imlasını bile yanlış bildiğini işaret ederek bu eksikliğinin Napolyon’u böyle saldırgan kılabileceğini düşünmüşlerdir. Asal kaynağı ne olursa olsun bu aşağılık duygusu, onun çeşitli alanlarda olmadık tahammülsüzlükler sergilemesine yol açmıştı: Mesela Napolyon’un, karikatürcülere çok kızdığı bilinir: Muhalif gazeteleri kapattırdığından bu gazetelerin ünlü karikatüristleri (şerrinden korktuklarından) imzalamadıkları ve onu maskaraya, çeşitli evcil ve vahşi hayvanlara benzeten karikatürlerini el altından yaymağa başlamışlardı. Napolyon’un müze ziyaret defterlerinde hakkında eleştiri içeren yazıları yırtıp yırtmadığı bilinmiyor ama yaptıklarını beğenmediğini açıklayanların yok edildiği bir polis devleti oluşturduğu kesindir. Bu adamın aşağılık duygusunu kavrayamayan halkı neler çekti? Napolyon, kırallık rejimine yeni ayaklanmış bir ülkede, kendini imparator ilan etmiş ve Fransızları, binlerce insanın ölümüne yol açan, felaketle sonuçlanan seferlere sürüklemiştir. Murat Bardakçı, Atilla Oral gibi tarihle ilgilenen yazarlarımızın, Napolyon’u kaabilse bu açıdan bir an önce ele almaları, halkımızın, bu diktatörün benzerlerinden sakınmasına yol açarak çok yararlı olacaktır. YAKIN TARİHİ YAZACAĞIM Yani bir karakterden söz edebiliyoruz. Var tabii, bu çocuklar çok önemli şeyler yapıyorlar. Demirkubuz’un Kader’ine “Tam Türk işi” denilmesi bir kimliğin olduğunu belgeliyor mu? Birkaç isim dışında kimliğimiz yok maalesef. Valla ben Yeşilçam denilen sinemayı daha çok seviyordum, 200300 işporta film arasından hiç olmazsa on tane başka bir şey çıkıyordu. Sefa Önal, Bülent Oran gibi isimler yüzlerce senaryo yazıyorlardı. Klişe de olsa bir kemiği, omurgası vardı o filmlerin. Biraz önce sinema okullarından mezun gençleri methettim, ama çoğunun da omurgasının olmadığını görüyorum. Fatih Akın’ı sizin yapamadıklarınızı yapan bir yönetmen olarak tanımladınız, neleri yapamadınız, neler eksik kaldı? Sinema yapmak isterdim, bir tek “Gül Hasan”la kaldım, o da kayboldu gitti, oysa bir adımdı. Orhan Kemal’den Avare Yıllar’ı, Baba Evi’ni, Kemal Tahir’den Yediçınar Yaylası’nı yapmak isterdim. Şimdi Nâzım Hikmet’in Şeyh Bedrettin’iyle uğraşıyorum. Başka bir sinema düşünüyorum, sıkıldım artık bu sinemadan, genel plan çek, yakınlara geç, tekrar dene, ikinci sahneye geç… Lars Von Trier ya da Theo Angelopoulos gibi başka türlü bir sinema yapmak isterdim. Peki şimdi ne yapıyorsunuz, Kaz Dağları’nda? Yakın tarihimizi çalışmak istiyorum, en azından 1945’ten bu yana bir şeyler biliyorum ve elimde belgeler var. Bunların içinden hikâye çıkar mı bilmiyorum, ama uğraşıyorum.