02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

R PAZAR 67 19/4/07 15:44 Page 1 PAZAR EKİ 67 CMYK 6 22 NİSAN 2007 / SAYI 1100 7 Hüznüm sesimde Ali Deniz Uslu C Ahh Belinda. Kupa Kızı. Asiye Nasıl Kurtulur. Dağınık Yatak. em Yıldız, 20 yıldır sürdürdüğü müzik macerasını bu albümle kutluyor. 12 yaşında eline aldığı sazıyla sevdasını bir araya getirip müzikle yaşayan Cem Yıldız’ı müzikseverler zaten Orient Expressions grubundan tanıyor. Yıldız, Can Utkan, Murat Uncuoğlu, Richard Hamer ile kurduğu Orient Expressions ile etnik elektronik tarzda pek çok başarılı işe imzasını atmıştı. Özellikle son dönemde yaptığı dizi müzikleri ile adından sıkça söz ettiren müzisyen, albümüne “İmkânsız Aşk”, “Koyu Kara” ve “Yarım Bıraktın” gibi tanınmış şarkılarını da aldı. İlk solo albümünde Cem Yıldız’a “Yarım Bıraktın” parçasında, Adile Yadırgı, “İmkansız Aşk”ta, Hüsnü Şenlendirici, “Koyu Kara”da ise ney sanatçısı Ercan Irmak eşlik ediyor. Albümde yer alan tüm şarkıların bestesi Cem Yıldız’a ait. İşte anlattıkları... Müzikle ilişkiniz ne zaman başladı? Saz ile tanışıklığım 12 yaşında başladı. Erzincan’dan 1987’de konservatuvar için İstanbul’a geldim. Profesyonel anlamda müziğe burada başladım. Bir yandan okurken bir yandan da hayatımı müzik ile kazanıyordum. Türkü barlarda çalıyordum. O zamanlar koyu türkü dinleyicileri ve sıkı solcular geliyordu bizi dinlemeye. Türkü barlar kültür merkezi gibi işliyordu. Şiir, müzik, sanat, siyaset hepsi vardı. Şimdi pek bir popülerler, ama eski samimiyetleri artık yok. Bu, Orient Expressions grubunu kurana kadar böyle devam etti. Bu sırada da pek çok ünlü isme sahnede eşlik ettim. Sizi, özellikle “Hırsız Polis” dizisi için bestelediğiniz “İmkânsız Aşk” parçası görünür kıldı. Bu kadar geniş kitleleri etkileyeceğinizi düşünmüş müydünüz? Herkes onu sahiplendi, herkes söyledi. Şarkının kısa zamanda elde ettiği şöhret elbette diziye de olumlu yansıdı. İkisi birbirini tamamladı. Neşe Şen sözleri bana söylemişti. İlk duyduğum anda çok heyecanlanmıştım. Çümbüşümü elime aldım ve melodi ellerimden döküldü. Mucize gibi bir şeydi. Yeni albümünüz adı “Aşk İmkânsız”. Albümde “İmkânsız Aşk” gibi dizilerden aşina olduğumuz, “Koyu Kara”, “Yarım Bıraktın” isimli parçalarınız da var... Albüme “İmkânsız Aşk”ı koyarken çok düşündüm. Bu şarkı çok tüketildi diye düşünüyordum çünkü. Aynı zamanda ticari bir kaygıdan ötürü albüme konulmuş olmasını da istemedim, ama “Yarım Bıraktın” ve “Koyu Kar”ı albüme aldığım için onu dışarıda bırakamazdım. “Yarım Bıraktın” parçasında, Adile Yadırgı’nın büyülü sesi “İmkânsız Aşk”ta Hüsnü Şenlendirici’nin sihirli klarneti, “Koyu Kara”da da ney sanatçısı Ercan Irmak’ın nefesi onlara başka bir tat verdi. Albümde, bağlama ve çümbüş hüzünlü bir hava yaratıyor. Ne yalan söyleyeyim ben de sizin duygusal şarkılarınızı seviyorum. Hareketli olanlar pek kanıma girmiyor, neden? Sanırım bu benim! Yani sesimde bu var. Yanık ve kendine dönük bir ses benimkisi. Zaten dostlarım, dediğiniz gibi hareketli ve kıvrak bir şarkı söylediğimde, “Senin sesin hüzünlü” diyorlar. Çünkü ben yalnızlığı, sessizliği ve hüznü seviyorum. Mesela eve gittiğimde, içime kapanıp ıssızlaşıyorum. Beste yaparken yalnızlığı özellikle yaşıyorum, ağlıyorum ve de hüzünleniyorum. Bunları yalnızken yaşayabiliyorum. Dışarıda ve insanların arasında aksine hareketli ve neşeliyim. SOKAĞIN KARANLIK TARAFI Sanırım bu biraz da “paylaşılmayan yalnızlıkla” ilgili... İçimde yananları pek çok zaman dışarısıyla söndüremiyorum. Bunlar sır değil, ama bende kalsın istiyorum. Bu dünyaya bakışımla da alakalı. Mesela İstiklal Caddesi’nde yürüyen insanların kimi mağazalara, şık vitrinlere, kimi eski binalara, kimi tarihe ve sanata, kimi de sokağın karanlık tarafındaki dilencilere bakar. Ben sokağın karanlık tarafına bakıyorum. O zaman “dünya” dersem aklınıza ilk ne gelir? İlk olarak Irak. Ben, Neva Şalom sinagogu bombalandığında orada oturuyordum. Bana pek bir şey olmadı, ama evi o haliyle bırakıp çıktım. Çünkü oturulmayacak hale gelmişti. En önemlisi de “o anı” yaşamaktı. Şimdi her gün bombalar altında korkuyla yaşayan insanları çok daha iyi anlıyorum. Zaten dünya başından beri böyle boktan! Haberleri okumaktan korkuyorum, çünkü sürekli kendimi onların yerine koyuyorum. Bundan vazgeçemiyorum. Müziğinizdeki hüznün kaynağı da bu olsa gerek? Ben çok biriktiriyorum ve parça parça değil bir anda bırakıyorum. Bu müziğe yansıdığında verimli oluyor. İçimde hep bir isyan var. Şöyle masaya elimi vurup “yeter!” demek istediğim zamanlar öyle çok ki, ama yapabildiğim, elimden gelen bu. Şarkılarımı dinleyenler zaman zaman Ahmet Kaya’ya benzediğini söylüyorlar. Bunlar şarkılarınıza politik olarak yansımıyor ama... Müzikte politika olmalı, ama en azından ben şu an müziğime bunu yansıtmıyorum. Orient Expressions ile yeni projeleriniz var ? Haziran ayı gibi yeni albüm çalışmaları için kollarımızı sıvayacağız. Grubunu tüm üyelerinin solo çalışmaları devam ediyor, bu da gruba çok iyi yansıyor. Orient Expressions, bizim dinlendiğimiz, soluk aldığımız ayrı bir hayat. Asılacak Kadın. Afife Jale. Gizli Duygular. Ah Güzel İstanbul. KADININ ADI MÜJDE AR Şükran Yücel 1. Sayfanın devamı Aşkı Memnu’dan sonra diğer filmler nasıl geldi? Aşkı Memnu’da oynadığım karakterle sinemada o güne kadar geçerli olan “aldatan kadın” klişesini kırmış olduk. Bu, ondan sonraki sinema yaşamıma da yol gösterdi. Aşkı Memnu’nun daha ilk bölümü gösterildiğinde ben sokağa çıkamaz oldum. O kadar çok beğenildi ki, bir anda tanındım. Sonra sinemaya Köçek’le çok kötü bir giriş yaptım. Orda da bir travestiyi oynadım. Daha yürümeyi bile bilmiyordum. Oyuncu olarak bilinçlenmem, Ertem Eğilmez’in Arzu Film’ine girmemle oldu. Sinema nedir, oyunculuk nedir, orada öğrendim. Arzu Film benim için okul oldu, Yavuz Turgul’a, Kemal Sunal’a, Tarık Akan’a ve pek çoğumuza olduğu gibi. Ertem Eğilmez’in bana ilk söylediği sözü hatırlıyorum. “Senin gözlerin ölünceye kadar sinema yapacağım diye bakmıyor” dedi; “Bir insan oyunculuğu mezara kadar düşünmezse, sinemada hiçbir şey olamaz. Sen bunu iyice düşün, öyle gel.” Siyasi olarak muhalif kimliğiniz de o dönemde mi oluştu? Tabii, benim ilk eşim gazeteciydi, aydın bir insandı. Biz de 12 Mart’ta banyolarda kitapları yaktık. Aysel’in siyasi kişiliği, Ertem Eğilmez’le olan fikir alışverişimiz. Zaten benim bütün ailem hiçbir zaman iktidarla barışmayan, muhalif yapıda, fevri, isyankâr insanlardı. Farklı yapıda bir aileydik. Benim toplumsal olaylara duyarlılığım her zaman oldu, hep olacak. Aslında hayatımın geri kalanını eylemle geçirebilirim. Çünkü her gün televizyonu açıp, Irak’ta şu kadar insan öldü dendiğinde, koşa koşa sokaklara fırlamak istiyorum. Bir hayvana eziyet yapıldığında, herhangi bir kadın bu dünyanın acımasız pisliklerinden nasibini aldığında, aynı duyguyu hissediyorum. Belki de bir yol ayrımındayım, bilemiyorum. Hayatımızın tamamını Ercan’da (Karakaş) bende aynı konularda duyarlıyız, böyle şeylerle geçirebiliriz. Sinemadaki ikinci döneminiz Ah Güzel İstanbul’la başlıyor, değil mi? Ah Güzel İstanbul’dan sonra ben iki yıl hiç film yapmadım. Ertem Eğilmez bana dedi ki, “Sen vasat filmlerde oynamaktan kurtulmak istiyorsan, başka şeylerden para kazanacaksın, kazandığın parayla istediğin gibi film yapacaksın”. “Nasıl olacak?” dedim. “Sahneye çıkacaksın” dedi. Bu lafı duyduğumda bir hafta, hiç durmadan ağladığımı hatırlıyorum. Hiç sevmeden, 13 yıl Türk müziği söyledim. Baktım bu şarkıcılık beni çok sıkıyor, işi kabareye çevirdim. Uğur Yücel ve Şener Şen’le kabare yaptık. 80’le 90 arası gazinolardan kazandığım para, bana istediğim filmi yapma özgürlüğünü verdi. Asıl yapmak istediğim filmler o ekonomik özgürlükle geldi. Bu dönemde yaptığınız kadın filmleri böyle mi oluştu? Şalvar Davası, Adı Vasfiye, Fahriye Abla, Kupa Kızı, Ahh Belinda, Asılacak Kadın, Dağınık Yatak, Teyzem, Afife Jale, Gizli Duygular, Güneşin Tutulduğu Gün gibi filmlerin çoğunun yapımına da bir şekilde katıldım. Oyuncuların paralarını ödüyordum. Sanat yönetimine prodüktörün parası yetişmiyordu, ben karşılıyordum. Bu filmlerin fikrini Atıf Abi’yle, Barış’la (Pirhasan), Başar’la (Sabuncu) birlikte oluşturuyorduk. Şu konuyu anlatan bir film yapalım, diyorduk. Bu dönemde oynadığınız bütün kadınlar cesaretli, bilinen kadın tipini baştan aşağıya değiştiren, dönüştüren kadınlardı. Evet, özellikle böyle olmalarını istiyordum. Şimdi içimde kalan bir tek şey var. O da Behice Boran’ı oynamayı çok istiyorum. Onu da yapacağım. Hem siyasi tarihimize dönüp bakmayı bilmiyoruz hem de siyasette kadın olarak gücü, öncülüğü çok önemli bence. O siyasal dönemi hatırlatmak da istiyorum. Belleksiz bir toplumuz ya o dönemi unutmamak gerekiyor. Bugünkü oyunculara baktığında senin gibi öncü kimlikte bir oyuncu görüyor musun? Göremiyorum çünkü bugün durum çok değişti. Artık sinema yapmanın adı televizyon oldu nerdeyse. Televizyon dünyası çok acımasız bir dünya. Tamamen paraya dayalı. İnsanların hayatına bir şey kattık mı, bir şey ifade ediyor mu diye bir endişesi yok hiç kimsenin. Sadece o para çarkının acımasız dişlileri arasına bir takım yemler atılıyor. O anlamda sinemadaki son oyuncu ben oldum. Bayrağı devredeceğim biri yok açıkçası, çünkü başka şeyler devreye girdi. Nurgül’ü (Yeşilçay) çok beğeniyorum. Onun da işi çok zor, bir yandan dizilere yetişiyor. Tabii, şimdiden bir şey söylemek zor, zaman gösterir kimin neler yapacağını. Yeşilçam’da olsun, günümüzde olsun, egemen olan erkek bakışı sizi rahatsız ediyor mu? Bütün dünyada böyle aslında. Bu dünya erkeklerin dünyası. Bunu kabullendim mi? Hayır, asla, hiçbir zaman. Ölünceye kadar da böyle bir şeyi kabul etmeyeceğim. Tabii ki, rahatsız oluyorum. Geçenlerde mesela “standup erkek işidir, kadınlar yapamaz” dedi birileri. Ben bu alanda sahnede çok başarılıydım. Sinemada da hep erkekler için erkek projeleri üretiliyor. “İmkânsız Aşk” parçası ile hayatımıza giren Cem Yıldız ilk solo albümü “Aşk İmkânsız”ı yayımladı. Cem Yıldız, yalnızlığı ve hüznü sevdiğini söylüyor. Bunun da sesine hüzün kattığını... “İçimde yananları pek çok zaman dışarısıyla söndüremiyorum” diyor, “bunlar ne derseniz, sır değil, ama bende kalsın istiyorum.” Fotoğraf: Ceren Semerci Sönmeyen mum: Terry Callier Zekeriya S. Şen Fahriye Abla (üstte). Sol altta Aşkı Memnu. Oysa 8090 arası yaptığınız filmlerde hep kadın hikâyeleri var. Türk Sineması’nın son döneminde ise gene erkek hikâyelerinin öne çıktığını görüyoruz. Kadın konusunda bir gerileme mi söz konusu? 80 sonrası bizim yaptığımız filmler, Türkiye’deki kadın hareketleriyle paralel gitti. Öyle bir açılım vardı, toplumda bir değişme isteği vardı. Şu anda mesele tamamen başka bir yere kilitlendi. Kadınlar başörtülü mü daha iyidir, başörtüsüz mü daha iyi? Sanki bütün mesele oymuşçasına medya çok manipule ediyor meseleyi. Ben felaket senaryoları yazmaktan hoşlanmam ama bir tek bu meseleye odaklanarak, dipte yatan kadının eğitimi, özgürlük isteği, erkeğin karşısında ve yasalar önünde daha eşit yer alması gibi sorunların göz ardı edilmek istendiğini düşünüyorum. Türkiye’de insanlar giderek fakirleşiyor ama istatistiklere göre kişi başına gelir düzeyi şu kadar dolara çıktı deniyor. Her şeye yüzeysel bakılıyor. Fakirlik de kadının sorunu oysa. Sinemaya da bu yüzeysellik yansıyor. Geçen gün bana birisi “sömestr filmi yapıyoruz”. O ne, yeni bir tür mü çıktı, dedim, okullar tatil olunca, çoluk çocuk seyredilecek film yetiştiriyoruz, yarıyıl tatiline, dediler. Böyle bir mantık olur mu? Son projeniz çekilecekti, ne oldu? “Erkekler Yalan Söyler” diye bir film çekecektim. Benim babamın hikâyesi aslında. Ben babamdan hep kopuktum. O ölmeden önce düzeldi aramız. Benim babam çok enteresan bir adamdı. 42’de ordudan atılmış, Kemal Ilıcak’la birlikte Tercüman’ı kurmuş, öncesinde Akşam’da yazmış... Sülün Osman, Yeşil karışımı durumlar. Çok sempatik görünen ama her türlü yalanı söyleyen, çok karmakarışık bir tipti. İktidarın adamıydı belli dönemlerde. Çok ilginç bir hayat hikâyesi vardı. Oradan yola çıktık. İki hayatı olan bir adam. Bir anlamda da bir derin devlet hikâyesiydi. Senaryo istediğim gibi olmadı. Olmayınca da ben ne kadar para harcarsam harcayayım, o parayı çöpe atıyorum. Kendi yapmak istediğiniz bir film var mı? Var tabii. Ama onun için bir yıl kadar buradan uzaklaşmak istiyorum. Bir yerlere gidip tümüyle kapanıp yazmak istiyorum. Burada çok dağılıyorum. Bizim ailenin kadınlarının hikâyesini anlatacağım. Kendiniz yönetmeyi düşünmüyor musunuz? Filmi yönetmek zor bir şey değil. Senaryo çok zor. Ben iddialı bir tipim. Film yapınca, hem çok beğenilsin hem de iş yapsın isterim. Belki bu hikâye olur. Yapmak istediğim filmin içinde savaş var, kadının kör talihi var, film delirme hikâyesiyle başlıyor. Kim niye deliriyor? Bu koşullarda delirmek mi daha iyi, delirmemek ve düzene göre “normal” bir insan olarak kalmak mı? Delirince mi fark ediliyor? Fark edilmek için delirmek mi gerekiyor? Bunu sorgulayacağım filmde. Sizin İffet’teki bazı sahnelerinizi internet sitelerinde “Müjde Ar’ı hiç böyle görmediniz” diye gösteriyorlar. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? İffet benim çok sevdiğim bir filmdi. Senaryosunu Yavuz Turgul yazmıştı. O sahnede de bir şey yok aslında. Tecavüze uğrayan bir kadın var. Göstersinler, bence mahsuru yok. Ne mal olduklarını göstersinler. Kendi dünyaları için böyle bir şeyi hazırlıyorlarsa, başka filmlerimde de bu sahneler var. Onları da göstersinler. Çünkü bu toplumda cinselliğin bir karşılığı da ne yazık ki, tecavüz. Adam çıkıp, “Ben karıma tecavüz ettim” diyebiliyor. Dünyanın neresinde bir adam kalkıp böyle bir şey söyleyebilir ki? Ancak bizim gibi cinsellik konusunda sorunlu bir ülkede bununla övünenler çıkabilir. Yeni yönetmenlerden kimlerle birlikte çalışmak istersiniz? Ben Serdar’ı (Akar) çok beğeniyorum. Çağan’ı (Irmak) çok beğeniyorum. Hepsi iyi. Bir hikâyem var, onu beğenirse Serdar’la yapmak istiyorum. Onun farklı bir duyarlılığı var. Kendime yakın buluyorum. Bu sene ilk filmlerini yapan iki genç yönetmenle çalışacağım. Hikâyeleri hoşuma gitti. Ben öncelikle hikâyeye bakıyorum. Biri Bilgi mezunu Koray, diğeri Berna Yeşilyurt adlı bir kadın reklamcı. Biri bir anne oğul hikâyesi getirdi, diğeri yalnızlık üzerine. Ben yönetmenden çok hikâyeye bakıyorum. İyi bir hikâyeden önünde sonunda iyi bir film çıkıyor. Uçan Süpürge’nin onur ödülü hakkında ne düşünüyorsunuz? Çok mutlu oldum, tabii... Kadının dönüşümünün temsilcisi olan bunca kadın filminden sonra size yakışıyor, değil mi? Bu konuda mütevazı olmayacağım, hakkettiğimi düşünüyorum. Bu onur ödüllerinin bir de şu yanı vardır, İstanbul Film Festivali’nde birkaç yıl önce aldığımda da onu düşünmüştüm. Emeklilik ödülleri gibi olmasın, diyorum. Hiçbir yere gitmiyorum, ölünceye kadar buradayım. Mezara kadar sinema yapacağım. azı sanatçılar vardır ki, hak ettikleri tanınma mertebesine hemen ulaşır, bazıları ise bir süreçten sonra bu mertebeye nail olur. Terry Callier ise, bu iki gruba da dahil edilemeyen bir sanatçı. Callier 1960’larda başladığı sanat hayatının karşılığını ancak 35 yıl sonra gördü. Ruhani bir caz stilini takip eden sanatçı her zaman genel sınıflandırmanın dışında kaldı, böylece kendisine ufak ama tutkulu bir kült takipçi grubu yarattı. Yeniden doğuşu olarak tarihlenen 90’ların ortasından itibaren çığ gibi büyüyen bir ilgi ile karşılanan Terry Callier, 25 ve 26 Nisan akşamları saat 21.30’da Garanti Caz Yeşili konserleri kapsamında İstanbul Babylon’da hayranlarıyla buluşuyor. B Terry Callier üç yaşında piyano ile flört etmeye başladı. Kolejde gitar ile tanışınca, bu enstrüman üzerine uzmanlaşmaya karar verdi. O dönem yeni yeni ortaya çıkan kafelerde müzik yapmaya başlayan sanatçı, bir gün kahve içmeye gelen Chess müzik şirketinin temsilcisi Charles Stepney’in dikkatini çekti. Stepney ile yaptığı anlaşmanın ardından, 1962’de sanatçının ilk 45’liği “Look at Me Now” piyasaya sürüldü. Parça ufak çapta bir dalgalanma sağladı, 1964’te sanatçı dönemin önemli prodüktörlerinden Samuel Charters ile tanıştı ve bir yıl sonra yoğun bir çalışma sonucu “The New Folk Sound of Terry Callier” adlı ilk albümünü kaydetti. Albüm bazı nedenlerden dolayı ancak 1968 yılında gün ışığı gördü. Gözü pek sanatçı bu olumsuzlukların kendisini yıldırmasına izin vermeyip, müzik hayatına devam etti. Bestecilik yönünün ortaya çıkması da bu dönemde oldu. SAHNEDEN UZAK GEÇEN YILLAR 1972’de “The Dells” adlı grup için yazdığı “The Love We Had Stays On my Mind” adlı bestesi ile tekrar dikkatleri üstüne çekti. Tekrar Charles Stepney ile stüdyoya giren Callier, peş peşe “Occasional Rain” ve “What Color Is Love?” albümlerini üretti. İki albümünde de folklorik temaları caz ezgileri ile işleyen Callier, yavaş yavaş alternatif müzik çizgisini ve farklılığını hissettirmeye başladı. Geniş bir hayran kitlesine sahip olup, çoğu eleştirmenler tarafından olumlu eleştiriler almasına rağmen, ticari sınırı aşarak ünlü olma statüsüne bir türlü geçemedi. 1975 tarihli “I Just Can’t Help Myself” adlı albümünün yayımlanması ile şirketi tarafından kontratı feshedildi ve resmen kapı önüne YÜZÜMDEKİ ÇİZGİLER BENİM... Bir zamanlar bir kolonya reklamında yer almıştınız. O reklamdaki kadın olarak insanların kafasına yerleşmiş bir görüntünüz var. Şimdi gene öyle bir reklam teklifi olsa gene yaparım. Oradan kazanacağım parayı kedilere köpeklere harcarım. Ama tabii oyuncu olarak böyle 32 yıl sinemada var olmak çok hoş bir duygu. Kendinin her türlü halini görüyorsun. Kolonyadan fışkıran kadınla, kadın filmlerinde oynayan ve bu söyleşiyi yapan Müjde... Bu bir süreç. Jeanne Moreau’ydu sanırım, şöyle diyordu: “Bir kadın olarak en büyük şans sinemacı olmaktır. Çünkü ekranda her gün çizgilerinin biraz daha arttığını ve o değişimi görürsün.” Yaptığım bütün filmler, iyisiyle kötüsüyle benim hayatım. Hatalar da yapmış olabilirim, ama ben 18 yaşımda anneme bir söz vermiştim. İyi ve çalışkan bir insan olacağım diye. Sanırım onu başardım. Başardıklarımda annemin de çok etkisi var. Onu herkes “çılgın Aysel, deli Aysel” olarak görüyor ama onları mahsus yapıyor. Çok akıllı bir kadın aslında. Ben bir buçuk iki yaşında tiyatro kulisine düşmüştüm. Ne kadar doğru yapmış. Kadınların yaşamında fark yaratan, kendilerine yer açma mücadelesini destekleyen filmler, Adı Vasfiye, Fahriye Abla, Kupa Kızı, Ahh Belinda, Asılacak Kadın, Dağınık Yatak, Teyzem... Müjde Ar’ın hâlâ peşinde koştuğu roller var, Behice Boran’ı oynamak ve ailesinin kadınlarının hikâyesini anlatmak... konuldu. Peş peşe “Fire on Ice”, “Turn You to Love” ve özellikle “Sign of the Times” adlı besteleri ile tekrar listelerde görünse de bir türlü beklenen çıkışı yapamadı. Birkaç konser zincirlemesinden sonra 1980’lerin başında sessizce müzik dünyasından silindi. On iki yaşındaki kızının vesayetini üstüne alan sanatçı, bu yeni sorumluluk ile bilgisayar programlama kurslarına giderek kendisine bilgisayar dünyasında yeni bir kariyer çizdi. Aynı zamanda sosyoloji üzerine eğitim aldı. Sahnelerden uzaklaştı, ama beste üretmeye de devam etti. Nadiren de olsa arada sırada kıramadığı arkadaşlarıyla sahneyi paylaşan sanatçının hayatı 1991’de çalan bir telefon ile değişti. Arayan, sanatçının 1983'te kendi imkânları ile piyasaya çıkardığı “I Don’t Want to See Myself (Without You)” adlı parçasını yeniden düzenlemek için izin isteyen bir İngiliz müzik şirketinin sahibiydi. Terry Callier teklifi düşünmeden kabul etti. Parça, dans dünyasında tahmin edilmeyecek kadar büyük bir ilgi ile karşılandı. Peş peşe gelen teklifler ile Atlantik Okyanusu’nun her iki tarafında konserler vermeye başlayan Callier, bir anda kendini Beth Orton’un nefes kesen “Best Bit” EP’sinin parçalarını bestelerken buldu. Daha sonra dünyanın en kaliteli caz müzik şirketi Verve’den “Timepeace”i çıkardı. Yirmi yıldan sonra tekrar bir albüm üreten sanatçı, bu ikinci doğuşu en iyi biçimde değerlendirip 1999’da “Lifetime”, 2001’de “Alive”, 2002’de “Speak Your Peace” ve 2005’te de “Lookin’ out” adlı albümleri üretti. On yıl önce albümleri çok zor bulunan Callier’in şu sıralar tüm çalışmaları tekrar çıkarılıyor. Teknoloji ile bozulmamış dürüst besteleri ile kendi döneminden sonra gelen üçüncü kuşağı yüreğinden vuran sanatçı, ancak anlaşılabildi. Belki de o zamanlar dünya onun yaptığı müziğe hazır değildi, ancak şu anda herkes kucağını açmış, bu sanatçıyı kucaklamak için yarışıyor. Şimdi sıra İstanbul’da… [email protected]
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle