Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
R PAZAR 2 19/4/07 15:32 Page 1 PAZAR EKİ 2 CMYK 2 22 NİSAN 2007 / SAYI 1100 Arzunun sonsuzluğu ve edebiyat Eleştirmeni akademik bir figür olmaktan çıkarıp aktivist bir rol üstlenmeye çağırıyor İngiliz Marksist eleştirmen Terry Eagleton, ama biliyor ki bugün bunun zamanı değil! Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle postmodernizmin yükselişi arasında entelektüel bir bağ kuruyor ve roman bitti diyenlere sadece biçimin değişeceğini anımsatıyor... Volkan Aran / Özge Özyılmaz rlanda asıllı İngiliz Marksist eleştirmen Terry Eagleton geçen hafta İstanbul’daydı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin düzenlediği “Arzın Merkezinde Buluşmalar” isimli konferans dizisi kapsamında bir konferans verdi. Halen Manchester Üniversitesi İngiliz Edebiyatı Profesörü olan Eagleton’ın Edebiyat Kuramı, İdeoloji, Kuramdan Sonra gibi pek çok kitabı Türkçeye de çevrildi. Kendisiyle edebiyat, kültür, eleştiri ve ideolojiler üzerine konuştuk. Sizce sanatın ve edebiyatın toplumsal bir değişim sağlamada potansiyelleri ve sınırları nedir? Bunu Avrupa’daki büyük avangard devrimleri örnek vererek açıklayabiliriz. Önce Rusya’da Bolşevik Devrimi zamanında fütüristler, konstrüktivistler ve ardından Brecht ve sürrealizm, Alman avangardları... Sonunda Rus avangardları Stalinizmle, Alman avangardları da faşizmin yükselmesiyle parçalandılar. Bence bu avangardların bazılarında sanatın kendi başına toplumu değiştirebileceği fantezisi vardı. Brecht gibi bazı sanatçılar ise kültürün gücünün, kitle hareketinin bir parçası olmasına bağlı olduğunu biliyordu. Brecht’inki gibi radikal bir tiyatro ve arkasındaki radikal hareket kitlesel işçi hareketi sayesinde mümkün olabildi. Bu izole olmuş bir sanat değildi. Sonuçta sanat ve kültür eğer daha geniş bir toplumsal akımın parçası olabilirse toplumsal bir değişim sağlayacaktır. Devrimci avangardlar yeterince iyi olmadıklarından ya da yeterince çaba göstermediklerinden değil, tarihsel ve politik nedenlerle başarısız oldular. Bu akılda tutulması gereken önemli bir ders. Konferanstaki konuşmanızda entelektüel toplumu değerlendirirken “Aydınlanma çağının felsefecilerinin yerini bugünün dünyasında kültürel eleştirmenler aldı” dediniz ve bunu bazı tarihsel nedenlere bağladınız. Son birkaç onyılda meydana gelen milliyetçi ve etnik çatışmaların içinde kültürün önemli bir yer kaplamasını bu dönüşüme neden olarak gösterdiniz. Sizce eleştirmenin etnik bir çatışmanın çözümünde nasıl bir faydası olabilir? Slovaj Zizek’i eminim biliyorsunuz. Çok sayıda etnik çatışmanın meydana geldiği Slovenya’da çok önemli bir entelektüel. Onun psikanalizle uğraşıyor olması bir tesadüf değil. Etnik çatışma pek Fotoğraf: Serkan Yıldız İ James Joyce Orhan Pamuk Franz Kafka Salman Rushdie BÜYÜK LAFLAR ETMEK... Böylesine bir değişimde eleştirmenin nasıl bir rolü olabilir? Büyük toplumsal hareketler sırasında eleştirmen ile sanatçı arasındaki ilişki yeniden tanımlanmıştı. Rus biçimci eleştirmenlerle, Mayakovski, Eisenstein gibi büyük sanatçılar arasındaki ilişkiyi düşünün. Eleştirmen kendini bu kültürün hizmetindeki birisi olarak tanımlamaya başlamıştı; daha kamusal bir figür olarak. Benzer şey daha sonra Benjamin ve Brecht arasındaki ilişki için de geçerli. Benjamin yalnızca bir eleştirmen değil bir yayıcıydı (publicist). Sanatçının alıp kendi yöntemiyle kullanabileceği yeni kültürel fikirleri dolaşıma sunuyordu. İlginç olan şu ki eleştirmen akademik bir figür olmaktan çıkıp daha kamusal ve aktivist bir rol üstlenmişti. Bugünün dünyasında da görmek istediğimiz bu. Ama eleştirmen bunu kendisi yapamaz, bu ancak sosyal, tarihsel ve politik şartların oluşmasıyla ilgili. Bugünkü koşullarda ise olması muhtemel olan, eleştirmenlerin üniversitelerde masalarının arkasına geçip, benim şu an yaptığım gibi büyük laflar etmeleridir. psikanaliz akımını, aracı ve stratejiyi içerir ve bence Zizek psikanalizi kullanarak etnisiteyi farklı bir açıdan yorumlamamızı sağladı. Psikanalizin ötekilik, özdeşleşme, yabancılaşma gibi kavramlarıyla etnik çatışmayı açıkladı. Ve tüm bu mekanizma Zizek gibi insanların çalışmalarında akademik olmaktan çok öte anlamlara sahipler. 196580 arasını devrimci kültürel fikirlerin altın çağı, son yirmi yılı ise kuramdan sonraki dönem olarak adlandırıyorsunuz. Postmodernizmin yükselişi ile reel sosyalizmin çöküşü arasında bir ilişki görüyor musunuz? Aslında postmodernizmin çıkışı tabii ki Sovyet blokunun çöküşünün öncesindeydi. Kronolojik olarak bakarsak nedensel bir ilişki yok diyebiliriz, ama postmodernizm Sovyet blokunun çöküşünü kolaylaştıran bir tür son dönem kapitalist tüketim kültürünü yansıtıyor. Tabii ki Sovyetler kendi iç çelişkileri ve problemleri yüzünden çöktü, ama öte yandan en azından yüzeysel olarak çok daha fazla çekici olan Batı ile yarışamadı. Postmodernizm de Batı’nın o döneminde bir cazibe merkeziydi. Ama bence iki olay arasında entelektüel bağ daha belirgin. Yani büyük anlatılar çağının sonu varsayımı hem postmodernizmde hem bu çöküşte var. Aslında büyük anlatıların ve tarihin sonunu duyururken yeni bir anlatı ve tarihsel süreç başlatılmış oluyor. Kendinden emin ve kendini beğenmiş bazı postmodernistlerin bu söylemi radikal İslamcıların tarihin hiç de son bulmadığını gösteren infialine yol açtı. ÖZGÜRLÜK HAYALİNİN OLUŞUMU Bir bakıma komünizmin çöküşü postmodernistler için bir tür kanıt olarak kullanıldı, öyle değil mi? Kesinlikle öyle. Yaşayan bir örnek oldu, ama komünizme dair düş kırıklığı çok daha öncesinde belirmişti. 68 olaylarından Fransız Komünist Partisi iş görmez bir durumdaydı. Derrida, ve Lyotard’inkiler kadar erken teoriler, bir kısmı eski komünist olan, bir kısmı da düş kırıklığına uğrayan takipçileri Mavericks ve Foucault’nun oluşturduğu teoriler bazı yönlerden Marksizme daha o dönemde bir tepki olarak gelişmişti. Evet, Marksizmden çok şey öğrenmişlerdi, ama örneğin Althusser’in etkisiyle bu teoriler Marksizmden uzaklaşıp daha Berlin Duvarı yıkılmadan başka bir şeye dönüşmüştü bile. Yine konferanstaki konuşmanızda insana kendi maddesel olanaklarının ötesinde sonsuz bir güç ve özgürlük vaat eden Amerikan rüyasının günümüzdeki en büyük terör olduğunu söylediniz. Bu rüyanın toplumlara ne tür bir yıkıcı etkisi var, sizce tek beslendiği yer kapitalizm mi? Bunun ardında bir tarih var aslında. Amerika’daki öncülük etme ruhu. Doğayla, sonra Kızılderililerle kahramanca savaşan beyaz insan figürü. Amerika’nın belirgin bazı köklerinden türeyip gelen bir mit bu. Besleyici ve çok güçlü. Özgürlük hayalinin oluşumu da bir orta sınıf devrimidir. Amerika’da aristokrat gelenek hiç yoktur. O yüzden orta sınıf, vakumlu bir ortamda hayal etmeyi sürdürebilmiştir. Topraklar onundur, bu büyük Amerikan mitolojisi onundur ve tüm bunlar “sermayenin sonsuz birikimi” fikrini beslemiştir. Bir şeyleri elde edersiniz, sonra bunu daha fazlasını elde etmek için kullanırsınız. Batı’da hâkim olan Faust miti gibi. Hep ele geçirmeye devam eder. Aslında arzunun sonsuzluğudur bu. Bu sistemin, arzunun tatmininin sonsuzlukta mümkün olduğunu öne süren psikanalizi üretmesi rastlantı değildir.. Thomas Mann G. Garcia Marquez İKLİM DEĞİŞİKLİKLERİNE KARŞI MİTİNG Yarın değil şimdi... Çağla Oflas K üresel Eylem Grubu, hükümetin Kyoto Protokolü’nü imzalaması talebiyle bir miting düzenliyor. 28 Nisan cumartesi günü Kadıköy’de yapılacak mitinge küresel ısınma, iklim değişikliği konularına duyarlı, geleceğine sahip çıkmak isteyen herkes çağrılı… Mitingin çağrıcıları, Uluslararası IPCC (Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Raporu) raporlarına dikkat çekiyorlar. Bu raporlara göre, önlemlerin alınması gecikirse, küresel ısınmadan dolayı 2050’ye kadar ortaya çıkacak olan çevre felaketlerinin, bulaşıcı hastalıkların ve ekonomik kayıpların maliyeti, dünya gelirinin yüzde 3.5’unu aşacak. Peki bu durumun sorumlusu kim? Rapora göre dünyayı ısıtan, enerjide fosil yakıt kullanımı, bu nedenle birinci derecede sorumlu olanlar, petrol ve otomotiv şirketleri. Sürekli yalan ve inkâr politikaları, milyonlarca dolarlık lobi faaliyetleri, iklim değişikliğine karşı alınması gereken önlemlerin önünü kapatıyor. Nükleer enerjinin bir çözüm olmadığını da Çernobil kazası gösterdi. Kazanın etkisi bugün de sürüyor. Bütün bunlar önümüzdeki 50 yıl sonrasının değil, bugünün sorunları. Türkiye bu durumdan muaf değil, rapora göre sera etkisi yaratan gazların atmosfere salınımında en hızlı artış Türkiye’de, göller hızla kuruyor ya da su seviyeleri düşüyor. Dağ buzulları hızla ediyor. Şehir sularının stoklarının azaldığı, böyle giderse su kesintilerinin başlanacağı söyleniyor. Bütün bu olup bitenler Türkiye’nin gıda ve su sıkıntısı içine girmesine, dahası, ekonomik yıkımlara neden olabilecek… Bu nedenle hükümetin bir an önce harekete geçmesi, ilk adım olarak Kyoto protokolünü imzalaması gerekiyor, ama sadece dünyada değil, Türkiye’de de iklim değişikliğini ve sonuçlarını önlemek için hükümet de, petrol şirketleri de kendiliğinden çözüm üretmeyecekler. Bu nedenle üç yıldır bu konuda kampanya sürdüren Küresel Eylem Grubu, iklim değişikliğine karşı bir şeyler yapmak isteyen herkesi 28 Nisan 2007 tarihinde Kadıköy’de bekliyor. Küresel Eylem Grubu, iklim değişikliğine karşı bir şeyler yapmak isteyenleri 28 Nisan Cumartesi günü, 12.00’de Kadıköy’de Numune Hastanesi önünde buluşmaya çağırıyor. Daha sonra Kadıköy’e yürünecek... MARQUEZ, RUSHDİE VE PAMUK... Sizce roman kimilerinin söylediği gibi günümüzde bir düşüş içinde mi, yoksa bu Batı için geçerli bir düşüş mü? Mark Twain’inkinden beri pek çok vaktinden önce ölüm duyurusu aldık, ama çoğu gerçek olmadı. Roman son derece değişebilir ve hâlâ tanımlaması zor bir form. Belli bir tip romanın biteceğini ve yeni biçimlerin doğacağını biliyoruz. Modern büyük romancılar zamanında da bu böyleydi. Şimdi arkamızda bıraktığımız Batılı büyük romancıların Joyce’un, Kafka’nın, Mann’ın romanlarındaki zenginliği, çeşitliliği ve derinliği bugün Hindistan’dan Salman Rushdie’nin ve Türkiye’den Orhan Pamuk’un romanlarında buluyoruz. Batı’daki roman ise artık zina ya da kent dışı müstakil yaşamları konu alıyor. Bunların toplumsal sarsıcılığı olmuyor. Ama Marquez’in, Rushdie’nin ya da Pamuk’un, romanlarında kültürlerin çatışmasından beslendiklerini görüyorsunuz. Hepsi kozmopolit bir yaşam alanında bulunuyor.