02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

R PAZAR 9 12/4/07 15:07 Page 1 PAZAR EKİ 9 CMYK 15 NİSAN 2007 / SAYI 1099 9 PAZAR SÖYLEŞİLERİ Adalar AKP’ye teslim Ataol Behramoğlu stanbul’un eşsiz bir parçasını oluşturan Adalar (dünyada bilinen adıyla Prens Adaları) bir yeryüzü harikasıdır. Ait olduğumuz tarihin ve sahip olduğumuz coğrafyanın paha biçilmez bir zenginliğidir. Bunlardan başka, yine bu tarihe ve coğrafyaya ait farklı etnik kökenlerden insanlar arasında bir kardeşlik köprüsüdür. Adalar bu özellikleriyle, eski zamanlardaki tarihinin tanık olduğu acılı olaylara ve yakın zamanların 67 Eylül trajedisine karşın, bir uygarlıklar beşiğidir; Anadolu kültürünün en özgün sentezini bağrında bugün bile yaşatmakta olan müstesna yerlerdir. Fakat bu kimlik, hızlanan bir tempoyla eriyip yok olmaktadır. Burgazada’daki yangın felâketi Prens Adaları’nın belki bu en alımlısını uzun yıllar sürecek bir çirkinliği yaşamaya mahkum etti. Adalılıkta ilk göz ağrım olan Burgazada’nın uğradığı yıkımı, bir yazımda, yüzü ve saçları kezzapla yakılan bir güzel kızın trajedisine benzetmiştim. Ağzımdan yel alsın ama, öteki adaların da böyle bir felaketle her an karşı karşıya olduğunu daha önce bazı yazılarımda konu edinmiştim. Fakat bugün bir başka yıkımdan, Adalar’ın giderek AKP’lilik kimliğine bürünmekte oluşundan söz etmek istiyorum. Bugünkü Belediye Başkanı, partilerinin adayını beğenmeyen birçok CHP’linin de oyun alarak ANAP’tan seçilmişti. Sonra birden AKP’ye transfer olduğunu öğrendik. Kendisini, iktidardaki partinin olanaklarından Adaları yararlandırmak için bunu yaptığını söyleyerek savunduğunu biliyorum. Bence böyle bir gerekçe, demokratik yönetimin egemen olduğu iddia edilen bir ülkede geçerli olamaz. Hopa’da, bırakın varlıklı partilerden birinin adayı olmayı, ÖDP’li bir belediye başkanının yöre halkı için neler yapabildiğini gidip görmek, yukarıdaki gerekçenin geçersizliğini fazlasıyla kanıtlamaya yeterli bir örnektir… Konunun etik boyutlarını irdelemeye zaten gerek görmüyorum. Adalara doğalgaz getirilmesi kuşkusuz olumlu bir olgu. Buna karşılık, öteki adaların durumunu bilmiyorum ama, Büyükada’nın delik deşik edilmiş ve bir türlü düzeltilmeyen yollarının durumu faciadır. Göçebeler miyiz? uyurgan bir kaçış isteği içimizi kemirir. Öte yandan birçoğumuz güvenlik ararız... Hepimiz çoğul varlıklarız. Bir yanda, istikrar zeminini ararız, öte yanda, bir “başka yerin”, bir “sonsuzluğun” bizi avaz avaz çağırdığını hissederiz. Evin kısıtlı alanı yaşam ideali değildir! Bir yandan, “ev hapsindeyiz” kimlik, coğrafi ya da cinsel olarak... öte yandan, ailenin, eşlerin oluşturduğu bu “mutlu tutukevinden” kaçmak isteriz. Bu “kaçış isteğidir”, güzel kaçışlarla sağlıklı kalmak gereksinimi... Sık sık, bilinçdışı olarak, geziler ya da her türden uzaklaşmalar yoluyla basit aralara başvururuz! Öyleyse direnen bedenimize karşın ayrılışa hükümlüyüz. B Yer değiştirmek, yola çıkmak, kaçıp gitmek... Hep bunu isteriz, buna ihtiyaç duyarız. Geri dönme alışkanlığı bizi ele geçirmişken, bu uzak İ GÖÇEBE RUHUN HALLERİ On dokuzuncu yüzyılda, büyük burjuvalar her yıl küçük Avrupa “turları” yaparlardı, 70’li yıllarda Katmandu’ya müritlik gezileri vardı. Bugün, bu itkiyi internette bulabiliyoruz, ağda sörf yaparak. Binlerce olanak sunan bir ekran önünde yoğunlukla düş kurar insan, ve birden, tık! Kendine egzotik bir yöne bir bilet sunmak için tıklar. Ya da bir arkadaşlık sitesinde birisiyle bağ kurar, çünkü serüvene atılmak, nasıl olursa olsun, kendini aşmaktır. DAĞINIK LİBİDO Bu gitme isteğinin daha çok genel anlamda bir cinsel enerjiyle, dağınık libidoyla yani cinselliğe indirgenemeyen bir bağı var. Organize gezileri ya da tatil köylerini gözlemlemek yeterli. Orada bir süre kalarak, akşamları çuf çuf dansı yapan, çapkınlık eden, ortak etkinliklere katılan çiftlerin hepsi coşkulu bir sıcaklık ararlar. Evlilik “kuşatmasından”, ağzını bıçak açmayan yaşlı çiftlerin kasılıp kalmışlığından kaçmak isterler. Ana hedef genel anlamda “serüven yaşamaktır”. “Yığınlaşma”, gruplaşma ve göçme gereksinimi şimdi, dev techno müzik konserlerinde ya da ağda binlerce gencin tek bir sitede bir araya gelmesiyle yaşanıyor. Bu gençler arkaik yertsiz yurtsuzluk, göçebelik düşüncesinin yerine bugün teknolojileri zorluyorlar. Çağlar süren bu avarelik itkisinin bireyi aştığının kanıtı bu. İnsan ötekine gerçekten "dokunmak" için yerinden ayrılıyor. Bir restoran ararken, ilk refleksimiz masalarda oturanlar olup olmadığına bakmaktır. Bu sadece restoranın niteliği konusunda yargıya varmak için değildir, çevremizde kimseleri hissetmeden yemek istemediğimizdendir. yerlere duyduğumuz susuzlukla nasıl yaşamalıyız? duyuyoruz. Eskiden baharattan, kavun ya da kayısı gibi egzotik meyvelerden söz edildiği duyulurdu. Ne pahasına olursa olsun bu “yasak meyveleri” sözcüğün gerçek anlamında fethetmek gerekiyordu. Kavun ya da kayısının cinsellikle ilgili yan anlamlar taşıdığını da unutmamak gerek. O dönemin serüvencileri, kâşifleri bu yeni lezzetleri bulup getiriyorlardı. Sonra bu meyvelere aşina olunuyor ve yenileri için yola çıkılıyordu. Gezmek bazılarını bunalıma sokar. Ayrılıp gitmek, her zaman ölmektir biraz. Göçebelik, tedirgin edicidir. Çoğu kez uçağa binmeden önce insanı ter basar. Ne var ki, korku oyunun bir parçasını teşkil eder. Ayrılığın küçük bunalımı olmadan, çıktığım geziden aynı zevki alamam. Belki de hazzın tam olabilmesi için bu çekingenlik anına, bu köklerinden koparılma duygusuna gereksinimimiz var. Ayrılıp gitmek göbek bağını koparma duygusudur, gündelik yaşamdan ve yatağın tatlı sıcaklığından, ötekinin bedeninden ayrılmaktır. Bu mazoşist, hatta hayvansı bir sevinçtir. Yola çıkarak doğayla temasta, toprak anaya dönüş ve bâkir bir ülkeyi fethetme gibi eskicil bir fanteziyi doyurmak söz konusudur. Sanki havanın temizliğiyle adımlarımın ağırlığı arasında bir aşk oyunu, yadsınamaz bir cinsel birleşme boyutu var. Gerçek yürüyüşçüler, yavaş yürürler. Psychologies’den çeviren: EMRE ÇAĞATAY YASAK MEYVENİN PEŞİNDE Bu içten teması “evde” elde edebiliyorsak neden geziye çıkıyoruz? Çünkü hep yabancıyı ve yabancılığı bulmak gereksinimindeyiz. Bilinmeyeni doğrulamak, ele geçirmek, içselleştirmek için bastırılamaz bir gereksinim Kışın (sadece kışın mı, yılın en az sekiz ayı) Adaları ıssızlaştıran, Anadolu’nun en sapa bir köyüne dönüştüren ulaşım sorunu bir türlü çözülemediği gibi gittikçe daha da kötüleşmektedir. Hiçbir denetim olmaksızın, ek sefer olanakları yaratılmaksızın tepeleme doldurulan vapurların neden olabileceği facialardan da yine daha önceki yazılarımda söz etmiştim. Şimdi vapurların tümüyle kaldırılıp yerine sadece motorların konulacağı duyumunu alıyoruz. Bu Adaları gecekondulaştırma operasyonudur. Neden ÜsküdarBeşiktaş arasındaki gibi hem motorlar hem vapurlar birlikte çalışmasın? “Ada vapuru” kültüründen nasibini almamış kişilerin cehaleti ya da intikamıdır bu, başka bir şey değil. Bundan başka, Büyükada’nın kimliğiyle özdeşleşmiş, eski İstanbul’un yaşama kültürünü bir nebze de olsa duyumsatıp yaşatan sahil restoranlarının yıkılacağı duyumlarını alıyoruz. Bunun yapılması, Çiçek Pasajı’nın, Balık Pazarı’nın, Üsküdar ya da Kadıköy pazarlarının yıkılması ne demekse, öyle bir şey olur. Bizi biz yapan bir kültürün, bir yaşama zenginliğin yok edilmesi anlamına gelir. Adalılar, İstanbullular, yaşama kültürünün ne demek olduğunu bilen herkes, bu katliam girişimine elbirliğiyle engel olmalıyız. AKP görgüsüzlüğünden söz ederken, Büyükada iskelesinin hemen arkasında konuşlanmış AKP ilçe binasının duvarında sallandırılan, bir bez üzerindeki devasa Tayyip Erdoğan portresine duyduğum tepkiyi de dile getirmek isterim. Portre önce Atatürk portresinin yanında ve ondan daha büyükçeydi. Şimdi İstanbul Belediye Başkanı’nın portresiyle yan yana, Ada’nın hâkimleri olarak vapurlardan boşalan yolcuları karşılamaktalar… Kurtuluş Savaşı önderi ve Cumhuriyet Türkiye’sinin kurucusu Atatürk’ün anıtlarına, portrelerine tepki gösteren yerli ve yabancı “demokrat”ların, bu yeni “kurtarıcı”ların portreleri karşısında nasıl bir tepki gösterecekleri meraka değer… Bu yazıda sadece Adalar örneğinden söz ettim. Ülke baştan başa, gözümüze sokulurcasına AKP kültürsüzlüğüne, görgüsüzlüğüne, despotluğuna teslim edilmekte. Cumhurbaşkanlığı seçiminde arzu ettikleri sonucu elde ederlerse, Atatürk portrelerinin yerini Tayyip portrelerinin alma sürecini hep birlikte izleyeceğiz. [email protected] Aslında ne istiyoruz? Aylin Kotil aşam akıp giderken hayat mı bizi yönlendiriyor, biz mi hayatımızı yönlendiriyoruz? Yaşadığımız her kare kendimizi içinde bulduğumuz kareler mi? Yoksa önceden hedeflediğimiz karelerin içerisinde miyiz? Sürekli yaşamdan bir şeyler isteriz. Aslında güzeldir de bu durum. Ancak bunun hayalini kurup hedefler belirlemek pek işimize gelmez. Belki de altında gizli bir Y disiplin yattığı için. Hayatı planlamak demek, olayları akışına bırakmamak demek. Bu da bizi disiplinli yaşamaya zorlar. Hatta olmasını istediklerimizin önceden fotoğrafını çekip, gerçekten o fotoğraf içerisinde yer alıp almamak istediğimize kadar gider bu durum. Hiç gerçekten olmasını istediğiniz bir şeyin fotoğrafını çekip olmuş gibi kendinize dışardan baktınız mı? Çünkü çoğu zaman hedeflere koşarken aslında gerçekte ne ile karşılaşacağımızı hesaplamayı atlarız. Çok istediğimizin neler getireceğini düşünmeyiz pek, hedefe kilitleniriz. Peki, hedefine ulaşıp çok mutlu olmuş insanları neden göremeyiz? İdealler de var tabii yaşamda. Ama idealler kişisel hırsa dönüşünce tatminsiz ruhlar çıkıyor kanımca ortaya. İstediklerimiz ve hedeflerimiz gerçekten üzerinde düşünülerek, sonuçları bilinerek mi hedeflenmiş? Yoksa birtakım fedakârlıklar sonunda ulaştıklarımız aslında bizi çok da memnun etmeyen durumlar mı? Hepimiz biliriz, hayal kurar genç kızlar. Beyaz atlı prenslerini beklerler. Bekledikleri hep beyaz atlıdır ama! Kara yanı hiç yoktur. Olabilme ihtimali de yoktur. Öyle bir kara yanla karşılaşılınca da hayal edilen fotoğrafla örtüşmediği için bocalama başlar ve mutsuzluk olur. Hedef sadece işte yükselmekse, sonunda hedefe ulaşıldığında çok paralar kazanılsa da, bunu harcayacak boş zamanın olmadığı görülür. Fotoğrafta bu da hesaplanmamıştır. Hatta zaman olsa bile buna insanın halinin kalmadığı hiç hesaplanmamıştır. Ancak sadece çalışmaktan mutlu olunuyorsa ya da hedef sadece beyaz atlı ile evlenmekse diyecek bir söz yok tabii. Sanırım mutluluğu yakalamak daha planlı ve daha gerçekçi olmaktan geçiyor. Yoksa tıpkı tatile gittiğimiz yabancı bir ülkede yaşamanın bize cazip gelmesi gibi bir durum çıkar ortaya. Oysaki tatile gittiğimiz, gezdiğimiz yabancı ülkede turist olmak başka bir duygudur, orada yaşama tutunmaya çalışıp ayakta kalabilmek ise çok başka... [email protected]
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle