02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

R PAZAR 4 12/4/07 15:04 Page 1 PAZAR EKİ 4 CMYK 4 15 NİSAN 2007 / SAYI 1099 BEYAZPERDEDE 58 YIL Şükran Yücel aşarılı karakter oyuncusu Güler Ökten’e bu yıl 26. İstanbul Film Festivali’nde onur ödülü verildi. Usta oyuncu 10 Mayıs’ta Ankara’da başlayacak olan 10. Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali’nde de Bilge Olgaç Başarı Ödülü’nü alacak. Babası Kani Kıpçak’ın yönetmen olması nedeniyle sinemayla küçük yaşta setlerde ve seslendirme stüdyolarında tanışan Güler Ökten, hep iyi filmlerde başarılı rollere imza attı. İki kez “Altın Portakal En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu” ödülünü kazanan Güler Ökten, Ankara Film Festivali’nden aldığı bir ödülün yanında sinema yazarları derneği tarafından iki kez en iyi yardımcı kadın oyuncu seçildi. Göz önünde olmayı sevmeyen mütevazı oyuncu, yönetmen eşi Zeki Ökten ve kedileriyle sakin ve sade bir yaşamı tercih ediyor. Sıkı bir film izleyicisi olan Ökten’le İstanbul Film Festivali’nin filmlerinin koşuşturmacası arasında Küçük Sahne’de buluştuk. Bu yıl iki ödül birden kazandınız. Özellikle Bilge Ortaç ödülü hakkındaki duygularınızı öğrenebilir miyiz? Tabii çok mutlu oldum. Uçan Süpürge’yi yıllardır izliyordum ve içinde olmak, bir biçimde katkıda bulunmak istiyordum. Bilge Olgaç adına konan bir ödülü almak beni özellikle çok sevindirdi. Onunla birlikte çalıştığım için bu ödülün özel bir anlamı var benim için. Kadın Filmleri Festivali olması da ayrı bir önem taşıyor. Bir kadın yönetmenle çalışmanın farkı oluyor mu? Elbette, çok farklı. Bilge Olgaç’la çalışmak çok keyifliydi. İlk kadın yönetmenimdi. Nasıl keyifli bir çalışmaydı anlatamam. Gerçi kadınerkek fark etmez, ikisi de çok duyarlı olması gerekir diyebilirler ama o yıllarda çevre düzenine, oyuncunun oyununa duyarlılık bu kadar gelişmemişti ve ben ilk defa Gülüşan filminde, Bilge’de yaşadım bunları. O güne kadar yönetmenler bize sadece senaryoyu verirlerdi. Bilge role bütün ruhumuzla hazırlanmamız için bizi hikâyenin içine katardı. Güler Ökten, 10. Uçan Süpürge Kadın Filimleri Festivali’nde Bilge Olgaç Başarı Ödülü’nü alacak. Bu yılki İstanbul Film Festivali Onur Ödülü’nün de sahibi o. Sinemada kadın hikâyelerinin az olmasından yakınıyor Ökten. Yine de sağlığı el verdiğince kamera karşısında kalmakta Fotoğraf: Vedat Arık B Senaryo matematik işi. O matematiği iyi bilmezsen ve üstüne de felsefe eklemezsen, yer yer çok iyi, bütünü tam olmamış senaryolar çıkıyor ortaya. Bir eleştirmen sizin için, “filmin en ölçülü, en dengeli ve en inandırıcı performansı. Keşke kendisine daha fazla olanak sunulsaymış” diye yazmış. Bence sizin oyunculuğunuzu çok iyi tanımlamış. Sizin de, “keşke bana daha fazla olanak sunulsaydı” diye düşündüğünüz oluyor mu? Tabii, isterdim, ama ben sadece mesleği için yaşayanlardan değilim. Benim için ailem de çok önemli. Ben bu meslekte çok mutlu oldum.Yalnız bizde değil, dünya sinemasında da fazla güzel olmayan kadınlara çok şans tanımıyorlar. Benim sinemaya girdiğim yıllarda çok güzel starlar vardı. Sinema biraz da şans işidir. Doğru zamanda, doğru yerde olmaktır. Ben gene de kendimi çok şanslı görüyorum. Hep çok iyi yönetmenlerle, iyi oyuncularla çalıştım. Doğru filmlerde oynadım. Bu iyi yönetmenlerden biri de eşiniz Zeki Ökten olmalı. Nasıl tanıştınız? Pembe Kadın’ın çekimlerinde tanıştık. Zeki o filmde Atıf abinin (Yılmaz) asistanıydı. Ölüm Tarlası’nda (1966) flört etmeye başladık. O zaman ben Kent Oyuncuları’nda da oynuyordum, turneler yüzünden iki kez nikâh tarihimi ertelemek zorunda kaldım. HADDİNİ BİLEN BİR OYUNCUYUM Günümüz Türk sinemasında kimlerle çalışmak istersiniz? Hepsiyle çalışmak isterim. Ferzan Özpetek’le HaremSuare’de çalışmaktan büyük keyif aldım. Çağan Irmak’ı çok seviyorum. Genç yönetmenlerin hepsi çok iyi, hepsinin bir derdi var, anlatmak istedikleri bir şey var. Ben öğrenci filmlerinde de gidip oynuyorum. Mesela bu yıl SinemaTelevizyon Meslek Lisesi’nde okuyan iki genç öğrencinin filminde oynadım. O kadar ciddi çalışıyorlardı ve ne anlatacaklarını o kadar iyi biliyorlardı ki, hayran oldum. Sinemaya ne kadar çok insan gelirse o kadar yeni dünyalar izleyeceğiz. Sizi bundan sonra da izleyeceğiz filmlerde, değil mi? Ben ölünceye kadar sağlığım elverdiğince oynamaya devam edeceğim ama ne yazık ki, sinemamızda kadın hikâyeleri ve incelikli kadın karakterler pek yazılmıyor. Atıf Abi’den sonra hiç kadın filmi çekilmedi gibi. Hep erkekler, erkek hikâyelerini anlatıyor. Onlar da olsun ama kadınların hikâyeleri de anlatılsın. Şimdiki aklım olsaydı ben de kameranın arkasına geçerdim. Ünlü bir yönetmenin eşi olmanın mesleğinize olumlu mu, olumsuz mu etkisi oldu? Ben her zaman haddini bilen bir oyuncu oldum. Zeki’nin filmlerinde hep küçük rollerde oynadım. Benim oynayabileceğim roller de vardı ama bir rolü bana teklif etmediği için hiç alınmadım, kırılmadım. Yönetmenin dünyasını iyi tanıyorum çünkü. Onlar görsel olarak anlattıkları için hikâyeyi, seni görsel olarak bir yere koyuyorlar veya koyamıyorlar. Geçenlerde Ali Poyrazoğlu bana çok esprili bir şey söyledi: “Yönetmenin yatak odasından geçip de şöhret olmayan tek kadın sensin.” dedi. İLK FİLMİMİ BABAM YÖNETTİ Sinemayla çok küçük yaşta tanışmışsınız. Altı yaşında ilk babanızın filminde oynamışsınız. Onun öncesini de hatırlıyorum. O yıllarda dublaj yapılacak filmlere önceden diyalog yazılırdı. Babam üç yaşından itibaren beni stüdyoya götürdü. Babam film çekerken, evdeki bütün eşyalar sete taşınırdı. Ben de annem eşyaları götürürken, onunla birlikte sete giderdim. 6 yaşındayken babamın “Ölünceye Kadar Seninim” (1949) adlı filminde oynadım. Nevin Akkaya, Gülistan Güzey ve Galatasaraylı futbolcu Bülent Eken oynuyordu. Ben o günden sonra Galatasaraylı oldum, içime sinema kurdu düştü, ama sonraki yıllarda babam beni engelledi, oyuncu olmamı istemedi. Babanız sinema sektöründe olduğu halde, neden engelledi? Biraz da benim kişiliğimi bildiği için istemedi. Bu meslekte daha yırtıcı ve hırslı olmak gerekiyor. Ben içe dönük bir çocuktum, hâlâ da öyleyim. Fen Fakültesinde fizikmatematik okurken, konservatuvara girdim. Konservatuvarın ilk senesini babamdan gizli annemin desteğiyle bitirdim ve Yıldız Kenter beni tiyatrosuna aldı. İlk oyunum “Martı”ydı, Babama kararlı. Türk sinemasında karakter rolleri için derinlikli ve farklı roller yazılıyor mu sizce? Hâlâ inanmıyorum karakter rollerinin yeterince derinlikli yazıldığına. Türk sinemasının en önemli eksiği senaryo. Senaryo çok iyi yazılmayınca, karakterler yeterince derinlikli olmuyor. Ben fizik, matematik okuduğum için biliyorum. o zaman söylemek zorunda kaldım. 19 yaşında yaşlı kadını oynadım. O yıllarda sinema bölümleri olsaydı kesinlikle sinema okumak isterdim. Tiyatroyu da özlüyorum ama her zaman sinemayı tercih ettim. Yeşilçam sinemasında karakter oyuncularının rolleri çok da derinlikli değildi. Bugün bu değişti diyebilir miyiz? BELGESELCİ BARBARA KOPPLE Görünmeyen gözlemci... Aslı Selçuk “Belgesel yaşamıma anlam katıyor, insanları anlamamı, insanlarla yakınlaşmamı sağlıyor. Onların kim olduklarını, zor anlarındaki davranışlarını kavrıyorum. Tüm bunlar bana enerji veriyor, çünkü yaşamım bu değişik deneyimlerle, öykülerle dolarak zenginleşiyor. Yaptığım işi seviyorum” diyor Amerikalı belgeselci Barbara Kopple. düşüncesiyle, “Gerçek yaşamı, çevrenizde olup bitenleri durduramazsınız, kameranızı elinize alıp olanları anında kaydetmelisiniz” diyerek belgesele yönelmiş. İlk filmi “Harlan County, USA”da (1976) çalışan insanların öykülerinden sosyopolitik sonuçlar çıkarıyor Kopple: “Görünenler daima siyah, beyaz değildir. Yaşamımızı etkileyen büyük sonuçların yanı sıra karar aldıran küçük şeyler de vardır. Tıpkı country grubu Dixie Chicks’deki gibi, basit country yıldızları birdenbire nasıl politik kimliklere dönüştüler.” yor ve ekliyor: “Filmim Oscar kazanınca çok sevinmiştim. İnsanlar Harlan sokaklarında sevinç çığlıkları atıyorlardı. Böylelikle belgeselle Hollywood’da bir yerleri oldu, sinemalarda gösterilip daha geniş kitlelerle buluşabildiler”. Ronald Reagan döneminde bir işçinin değerini anlattığı ikinci Oscar’lı “American Dream”inde (1990) Minnesota’daki bir et paketleme fabrikasındaki işçilerin grevine odaklanan Kopple, Reagan ekonomi politikasının olumsuz etkilerini tüm açıklığıyla yansıtıyor. “Savaşımlarını kaybetmişlerdi, ama filmimi onlara gösterdiğimde hepsi ayağa kalkıp kendilerini içtenlikle alkışladılar. Bence bu bir zaferdi çünkü tutku, coşku, inanç dolu bir eylem yaptıklarını anlamışlardı” diyen yönetmene göre insanlar sürekli gerçeği arıyor. Bu arayışı sürdürenlere önerisi ise şu: “Öykünüzün gerçek öğesini bulur bulmaz onu izleyin, sizi götürdüğü yere kadar gidin. Bu evrensel öykü dünyayı küçülterek, dünyanın farklı noktalarındaki insanları birbirlerine yaklaştıracak”. Barbara Kopple... izleyicinin filmlerini Mike Tyson’ın (Fallen Champ: The Untold Story of Mike Tyson/1993), Woody Allen’ın (Wild Man Blues/1997), Gregory Peck’in (A Conversation with Gregory Peck/2000) gerçek yaşamlarını izler gibi izlemesini istiyor. Filmlerinin senaryosu yok, belirli bir anlatım çizgisi de izlemiyor. Her şeyi çekiyor ve kurgu odasında sonsuz saatler geçiriyor, “İnsanların kendilerini anlatmalarını, dışa vurmalarını sağlıyorum. Seçimlerine göre gidebildikleri noktaya dek gitmelerine izin veriyorum. Karşınızda Peck, Allen, Tyson gibi ünlüler ya da Harlan County madencileri gibi ünsüzlerin olması bir şeyi değiştirmiyor, önemli olan onların içlerindekini çıkarabilmek. Ünlülerle çalışırken onlarla ilgili bilgilerimi tümden sıfırlayıp onları yeniden keşfediyorum, tıpkı sıradan kişilerle çalışırken yaptığım gibi” diyor. Çekimde adeta kıpırtısız bir objeye dönüştüğünü belirten Kopple en önemli malzemesinin insan olduğunu, onların yürekleri ve ruhlarıyla belgeselini oluşturduğunu söylüyor ve ekliyor: “İnsanların kendileri gibi olmalarına izin verdiğiniz zaman belgesel ilginçleşir. Onlarla aynı düşüncede olmasam da düşüncelerini özgürce ifade etmelerine izin veririm”. KIPIRTISIZ BİR OBJE GİBİ... Kopple insanların değişimini, değişime karşı tepkilerini anlatmayı seviyor, “İnsanlarla birlikte yaşamayı, onları izlemeyi, deneyimlerini paylaşmayı, birlikte bir yaşam yolculuğuna çıkmayı seviyorum” diyor. Özellikle de kriz anında inançlarını savunan, direngeç duruşlarını sürdüren, seçimler yapıp riskler alan insanların öykülerini anlatmayı yeğliyor. “Belgeselin kitleleri yönlendirerek sosyal ve politik eyleme geçirdiğine inanıyorum. Belgesel izleyicileri gün geçtikçe artıyor. Yönetmenler küresel ısınma, savaşın acımasızlığı gibi çok önemli konulara odaklanıyorlar. Sinefiller de gerçeğin peşindeler, neredeyse bağımlısı oldular” diyor. Kendini görünmeyen bir gözlemci olarak tanımlayan, kameranın karakterlerinden birine dönüşmesini istemeyen Kopple, “Dixie Chicks: Shut Up and Sing” (2006). O, belgeseli “Garip bir hayvan” olarak tanımlıyor. ABD’de belgesel türünün popüler olmadığına, belgesellerin eğitim hizmetlerinde, sivil organizasyonlarda, eylemci grupların etkinliklerinde gösterildiğine değiniyor. 9. Selanik Uluslararası Belgesel Film Festivali’nin onur konuğu Kopple, Klinik Psikoloji’de yazdığı raporları kimse okumadığı için, bu kısır döngüden çıkma Oscar’lı “American Dream” (1990). Kopple’ye göre, Amerikalı genç kızlar “Dixie Chicks: Shut Up and Sing”i (2006) izleyerek bedeli ne olursa olsun ilkelerini korumanın önemini anlayacaklar. Belgeselin insanı politik boyutta gerçekten etkilediğini, bir deneyimi tanımlamayı sağladığını söyleyen sinemacı, “Harlan County, USA” belgeselinin madencilerin sosyal haklarını olumlu yönde değiştirdiğini vurgulu
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle