Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
R PAZAR 5 12/4/07 15:33 Page 1 PAZAR EKİ 5 CMYK 15 NİSAN 2007 / SAYI 1099 5 Sevgilinin peşinde İstanbul “Sevgilim İstanbul” Seçkin Yaşar’ın 2. uzun metrajlı filmi. Film, hem sevgilisini hem de babasının şehrini görmek için, ilk kez İstanbul’a gelen Yunan gazeteci İrini’nin gözünden anlatılıyor. İrini, tehdit mektupları ve telefonları almakta olduğunu bildiği gazeteci sevgilisi Ali’nin ansızın ortadan kaybolmasıyla, kendini hem yakın hem de yabancı olduğu İstanbul’da Kafkavari bir arayışın içinde buluyor. Deniz Yavaşoğulları “Sevgilim İstanbul”da İrini’yi Karyofyllia Karabeti oynuyor. S eçkin Yaşar’la bir pastanede buluştuk, seçtiğimiz masa iki açık pencere arasında yer alan, kocaman pastanenin tek en sessiz masasıydı. Röportajı başlatmadan önce, üşüyeceğimizi düşünerek başka bir masa arayışına girdik, diğer masalara bir göz attık, ben olabileceğini düşündüm, o ise “Olmaz, çok ses var” dedi, yine ilk masamıza geri döndük. Bu sefer camlardan birini kapattırma yolunu seçtik, ben bir garsonu gözümle yakalayana kadar o, bu konudaki tüm organizasyonu halletti, teybimi hazırlamaya koyuldum ki onun yerinden kalktığını gördüm. Geldiğinde “Kapattım” dedi “Neyi?” diyecekken hatırladım, camı. İnsan, Seçkin Yaşar’ın yanındayken adeta “Evet, yanımdaki bir yönetmen” diyor. Her işi o kadar hızlı, o kadar titiz ve o kadar güzel bir üslupla hallediyor ki… Seçkin Yaşar, “Sevgilim İstanbul”u da böyle kendine özgü üslubuyla, bir ay gibi kısa bir sürede çekmiş, hem de bundan sekiz yıl yıl önce. Film 13 Nisan’da seyircisiyle buluştu, ama sanmayın konu eski, bayat… Yıllar sonra yeniden gündemi yakalıyor… Seçkin Yaşar’la ikinci uzun metrajlı filmi “Sevgilim İstanbul”u konuştuk. Siz aslında Mimar Sinan Grafik bölümü mezunusunuz, sinema nereden çıktı? Sinema tutkusu bende küçüklüğümden beri var. Aslında sinema okumak istiyordum, ama o zamanlar Türkiye’de sinema okulu yoktu. Ben de pratik yapmayı tercih ettim ve 1979’da Halit Refiğ’in “Yorgun Savaşçı” filmiyle sinema hayatıma atıldım. Sevgilim İstanbul’un çekimleri 1999’da bittiği halde neden bu yıl gösterime giriyor? Prodüksiyon, post prodüksiyonun bitirilmesine izin vermedi! Biz bir yıl boyunca Nedim Gürsel ile birlikte barışçıl her türlü yolu denedik, fakat prodüktör nuh dedi, peygamber demedi ve filmi kilitledi, biz de mahkemeye müracaat ettik. Sonunda film bize verildi, şimdi seyircisiyle buluşturmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Senaryo Nedim Gürsel’in “Sevgilim İstanbul” kitabından derlendi, kitaba ne kadar sadık kaldınız? Doğru, senaryoyu Nedim Gürsel’in “Atina” ve “İstanbul Agapimu” hikâyelerinden yola çıkarak yazdık, fakat sonra çok değişti, hikâyelerle pek bir bağlantısı kalmadı. Yani özgün senaryo demek de yanlış olmaz. Sizi çeken yanı neydi bu hikâyelerin? Nedim’in hikâyelerindeki tutku beni hep etkiler. Tutku insana ait, çözümlenmesi zor olan bir duygu, bu yüzden hangi konuda olusa olsun benim çok ilgimi çekiyor. Biz bu senaryoda da tutkunun peşinden koştuk. Fimde olaydan çok durum anlatımı söz konusu, yani İrini’nin yaşadığı psikolojik gerilim ön planda, anlatım aşamasında zorlanmadınız mı? Olay anlatmak çok daha kolaydır her zaman için, olaylara dayanmayan bir öyküyü anlatmak ise gerçekten oldukça zor, çünkü filmde bir kadının geçmişten kaynaklanan psikolojik travmasının İstanbul’a geldikten sonra tekrar ortaya çıkması anlatılıyor. Tabii böyle bir şeyi anlatmak için birçok metafor, sembol kullandık. Bu semboller ve metaforlarla da hem İrini'nin durumuna, hem de Türk Yunan ilişkilerinin psikolojisine, tarihsel gelişimine göndermelerde bulunduk. Bu yüzden aslında bu filmin okunması, çözümlenmesi gerekiyor. Bu da bir yönetmen için hem handikap, hem de şans. Bu durumda İrini’yi canlandıranı Karyofyllia Karabeti’ye de çok iş düşmüştür herhalde... O nasıl Türkçe öğrendi? Karyofyllia’nın kulakları Türkçeye çok aşinaydı, çünkü Türkiye sınırında, Türkçe konuşulan bir köyde büyümüş. Yunanistan’da sadece sınırda değil Atina’da da her yerde konuşmalar arasında Türkçe kelimeler duyabiliyorsunuz. Mesela, bir süre önce eşimle Atina’da bir kafede otururken önümüzdekilerin tartışmasına şahit olduk. Adamlardan biri ötekine “debre pezevengi” dedi, gitti. Karyofyllia sadece bir yıl Türkçe çalıştı, tonlamalara dayanan bir dil olan Türkçede bu konuda da çok başarılı oldu. Kendisi de teklifi kabul etmesindeki en ayartıcı unsurun Türkçe konuşacak olması olduğunu söylemişti. Biz filmde gerçekçilik duygusunu bozmamak için mutlaka bir Yunan oyuncu ile çalışmak istiyorduk. Bir Yunan arkadaşın tavsiyesiyle Karyofyllia’yı bulduk, onu ilk gördüğüm anda hayran oldum ve “işte aradığım yüz” dedim. seviyorum, onunki de metaforik, şiirsel ve provokatif bir sinema. Ben sinemada provokasyonu seviyorum çünkü; gerek Türkiye’de, gerekse dünyada çoğunluğu oluşturan “ortalama insan”lar çevrelerine resmi ideolojilerin empoze ettiği açıdan bakarlar ve her şey çok iyi gider onlar için. Onların huzurunu sarsmak hoşuma gidiyor. Filmde, hâlâ gündem oluşturan gazeteci öldürülmelerinin dışında, 67 Eylül olaylarından da bahsediliyor... 67 Eylül olayları, ayrımcı uygulamalar, gazetecilerin, yazarların öldürülmesi, darbeler bizim kuşak için travma yaratan yaralardır. Dolayısıyla film bunlardan da bahsediyor. Aslında sadece bizim kuşağımız için değil, sizin için de böyle. Görüyoruz ki zaman geçiyor ama pek bir şey değişmiyor. Başka projeniz var mı? Evet var. O da tarihsel izdüşümleri olan, fakat yine günümüzde geçen bir film olacak. BABALAR VE KIZLARI Peki, ya İrini karakterini sevdiniz mi? Ben ruhunda yaralar olan insanları seviyorum, dolayısıyla İrini’yi de sevdim. İrini zaten biraz da beni simgeliyor. Ben Türkiye’de yaşayan bir kadınım, o ise bir yabancı, ama ben de ülkemde kendimi yabancı olarak hissediyorum. Tabii sadece ben değil, bunu benim gibi düşünenler adına da söyleyebilirim, çünkü biz insanların öldürülmediği, darbelerin olmadığı, demokratik bir Türkiye istiyoruz. Böyle isteyenler olarak da azınlığız, bir nevi yabancıyız. İrini de, ne çoğunluk gibi Türkiye’de olup biteni kanıksamış biri, ne de tam anlamıyla bir yabancı. Çünkü babası 1960’larda Türkiye’den gitmiş. Yani İrini de Türkiye kökenli. Bunun dışında babasını erken yaşta kaybetmesi, baba imgesinin zaman zaman canlanması açısından da benimle benzeşiyor. Babalar ve kızları arasındaki ilişki sizin için ne ifade ediyor? Kızlar hem âşıktırlar babalarına, hem de bir iktidar simgesi olarak onların ağırlığını hissederler. Bu da karmaşık duygulara neden olur. Neyse, psikolog olmadığım için burada durayım. Memnun musunuz “Sevgilim İstanbul”dan? Bir yaratıcı için çok zor bir soru. Hiçbir sanatçı kendi eserinden tam anlamıyla memnun kalamaz, eğer memnun kalırsa ileriye doğru adım atamaz. Bu sorunun asıl cevabını sinema eleştirmenleri ve seyirci verecek. Hangi yönetmenleri seviyorsunuz? Nuri Bilge Ceylan’a hayranım, onun sinemasını çok seviyorum. Pasolini’yi de çok Seçkin Yaşar.