22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

6 16 ARALIK 2007 / SAYI 1134 7 Fadik Sevin Atasoy iki filmle birlikte sinemalarda, biri Zeynep’in Sekiz Günü, diğeri Beyaz Melek. Sırada yeni filmler, Amerika’da da babasının kurduğu tiyatroda bir oyun var… Atasoy’a göre oyunculuk, varoluşuna meydan okumak, hatta özgürleşmek… Bu meydan okumada bedeni de var, aklı da... hikâyelerimizden oluşan sinemayı evrensel bir dille anlatabilmek. Eğer dünyaya açılacaksam kendi sinemamızın cümlesiyle açılmak isterim. Amerika artık bütün hikâyelerini tüketti, Türkiye ise coğrafi anlamda çok bâkir bir sinematografiye sahip. Ben Türk Sineması’nın beş sene içinde hak ettiği özgün, evrensel pozisyona kavuşacağına inanıyorum. Sizin için oyunculuk tam olarak neyi ifade ediyor? Varoluşuna meydan okumaktır oyunculuk, özgürleşmektir. Bazen fiziksel görünümüne meydan okumaktır. Aynı zamanda kendi ruh dünyanı zenginleştirmektir. Her türlü bilgiyi alıp sindiriyorsun ve bunu insanlara geri veriyoruz. Aslında katalizörlük yapıyoruz. Dünya üzerinde esareti savunan hiçbir sanat eseri yoktur. Bu yüzden sanat politikadan farklıdır ve bence üstündür. Bireysel gelişime, psikolojiye ve bilhassa sanata inanıyorum. İnsanlar sanatın sunduğuyla yetinseydi politikaya ihtiyaç duyulmazdı belki de. Oyunculuk değişebilirlik, şaşırtma, sürpriz yasasıdır. Sırada hangi proje var? Tiyatronun provalarına başlayacağız. Müzikle ilgili bir çalışmam var ama bazı şeyler tam oturmadan çok da dillendirmek istemiyorum. Bunun dışında Yetkin Dikinciler’le birlikte Eskişehir’de “Usta” filminde oynayacağız. Yönetmenimiz Bahadır Karataş. Bir de hikâyesini benim yazdığım ve senaryolaştırmaya çalıştığımız bir proje var. Üç arkadaş, bir film... Müge Serçek U zun zamandır beklenen “Kabadayı” filmi sonunda vizyona girdi. Daha önce “İnşaat” ve “Herşey Çok Güzel Olacak” filmlerini yöneten Ömer Vargı “Kabadayı” filminde tekrar yönetmen koltuğuna oturuyor. Senaryosunu Yavuz Turgul’un yazdığı, başrollerini Şener Şen, Kenan İmirzalıoğlu, İsmail Hacıoğlu’nun paylaştığı film ismine bakılarak mafya filmi gibi görünse de aslında tam anlamıyla bir aşk filmi. Çünkü filmdeki her olayın temelinde “aşk” yatıyor. 140 dakika süren film olayların dramatik yapısı sayesinde sıkılmanıza imkân vermiyor. Vargı ile film üzerine konuştuk. Ömer Vargı, Şener Şen, Yavuz Turgul üçlemesiyle bir kez daha karşımızdasınız. Kabadayı projesi nasıl ortaya çıktı? Biz, birbirini çok seven ve anlayan üç dostuz. Birbirimizin neler yapabileceğini bilmenin avantajını yaşıyoruz. “Gönül Yarası” filmini çekerken Yavuz Turgul bana Kabadayı’nın hikâyesinden bahsetti. Anlattığı hikâye filmin bugünkü yapısından biraz daha farklıydı, ama ben çok beğendim, bu hikâyenin film gibi film olabileceğini söyledim. Yavuz da “Bu filmi sen çekersen hikâyeyi senaryolaştıracağım” dedi, böylece uzun bir çalışma döneminden sonra senaryo hazır hale getirildi. Filmi bir şölen olarak düşünürsek hikâyesiyle, anlatımıyla, olayların akışıyla, dramatik yapısıyla çok doyurucu olduğunu düşünüyorum ve bu yüzden “Film gibi bir film” diyorum. Üçlü uzun bir aradan sonra bir araya geldi ve ortaya “Kabadayı” çıktı. Senaryo Yavuz Tugrul’un, baş aktör Şener Şen, yönetmen ise Ömer Vargı... İsmine bakıp da bir mafya filmi bekleyen seyirciyi uyarıyor yönetmen Vargı, filmin esasının aşk olduğunu söylüyor... Dahası seyirciyle barışık bir film Kabadayı. Yani böyle bir film çıkacağını hissettiğiniz için mi oturdunuz yönetmen koltuğuna? Evet, “film gibi film” herkese başka şey ifade edebilir, ancak Şener, Yavuz ve benim bu konudaki görüşlerimiz birbirine uyuyor. Toplumda genel olarak ilgi uyandırabilecek, seyirciyle barışık film yapma arzusunu taşıyan insanlarız. Seyircinin filme ilgi göstermesiyle filmlerin yerini ve değerini bulduğuna inanıyoruz. Filmde eski dönemlerin kabadayıları ve günümüzdeki kabadayı/mafya ikilemiyle karşı karşıyayız. Bizim filmimiz bir mafya filmi değil aslında. Mafya konulu dizi ve filmlerin çok işleniyor olmasının sebebi toplumun yapısını göstermesidir. Amerika’da bir dönem çok fazla mafya filmi yapıldı, çünkü o dönem Amerika’da mafya çok etkiliydi. Savaş yaşanan dönemlerin ardından savaşla ilgili filmlerin çekildiğini görürüz. Sosyal olarak toplumu ilgilendiren konular filmlere zemin oluşturuyor. Dolayısıyla günümüzde etkin bir yeri olduğu için mafyanın film konusu olarak işlenmesi son derece normal. Filmde sinemaya yıllarını vermiş çok iyi oyuncularla, genç kuşaktan başarılı oyuncular bir araya getirilmiş. Bunu nasıl oluşturdunuz? Şener Şen, ben ve Yavuz Turgul iyi bir proje yapabilmek için yola çıktık. Diğer oyuncular da ortaya çıkacak işin ve filmde üstlenecekleri rolün kendileri açısından iyi olacağını düşündüler. Kenan İmirzalıoğlu çok iyi bir oyuncu. Her şeyin ötesinde oyuncuların perdede bir görüntüsü vardır ve oyunculuk sadece eğitim ve tecrübeyle sağlanacak bir şey değildir, biraz da insanın içinde olması lazımdır. Kenan’da da bu mevcut. Filmdeki karakterlerin tümü son derece enteresan, dolayısıyla filmde kısa rollerin bile yeri çok önemli. Filmi tüm ekip olarak yaptık. Bir oyuncunun senaryoyu okuduktan sonra “ben bu karakterim” diyebilmesi çok önemli, bu projede bütün oyuncular rollerine sahip çıktılar. Uzun bir prova dönemimiz oldu. Çok disiplinli bir çalışma yaptık, çekimlerden iki ay önce bütün çekim mekânlarımız belliydi, sahneleri nasıl çekeceğimizi, hatta kamera açılarımızı planlamıştık. Yedi haftada çektik ve çok yoğun çalıştık. Filme renk katan karakterlerden biri de “Sürmeli”. Sürmeli filmde bıçak sırtı rollerden biri, çok sağlam bir karakter. Antipatik hale gelmemesi gereken ve yorumlanma açısından da çok önem taşıyor. Rasim Öztekin’e bu rolü götürdüğümüzde o da şok oldu, ama daha sonra “Tamam ben Sürmeliyim” dedi. Böylece ortaya çok renkli ve güzel bir karakter çıktı. Sağım, solum, önüm arkam Fadik Sevin Atasoy... Müge Serçek u sezona hızlı bir başlangıç yapan Fadik Sevin Atasoy şu sıralar iki ayrı filmde karşımıza çıkıyor; Cemal Şan’ın yönettiği “Zeynep’in Sekiz Günü” filminde başrolü üstlenirken Mahsun Kırmızıgül’ün ilk kez yönetmen koltuğuna oturduğu “Beyaz Melek” filminde de rol alıyor. Önümüzdeki aylarda onu başka filmlerde de izleyeceğiz. Anne (Emel Göksu) ve babası (Sönmez Atasoy) da oyuncu olan Fadik Sevin Atasoy, “Annem ve babam bana iğneiplik verdiler ben de kendi ceketimi dikmeye çalışıyorum” diyor. Bu sezon iki farkı filmde ve bir televizyon dizisinde karşımıza çıktınız, oyuncular genelde yüzlerinin eskimesinden korkarlar. Siz böyle bir korku yaşamadınız mı? Ben bunun için yeterince bekledim. 6 senelik tiyatro geçmişim oldu, bu süre zarfında bekledim, biriktirdim, sustum, izledim ve kendimi doldurdum, şimdi artık bunu dışarı vurmanın zamanı geldi de geçiyor bile. Bu yüzden hiç böyle bir kaygı duymadım. Yaptığım iş ve nerede durduğumda belli, yaptığım her şeyi bilinçli bir şekilde yapıyorum. “Zeynep’in Sekiz Günü” filminde Zeynep karakterindesiniz. Zeynep, seyirciye ne mesajı vermeye çalışıyor? İzole ve steril hayatlar yaşıyoruz. Büyük şehirlerde yalnızlaşmaya, aynı tip binalarda aynı tip hayatlar sürmeye başladık. Yarı robot şeklinde yaşar olduk. Zeynep de yarı robot, dışa dönük antisosyal bir insan, ama iç dünyasını paylaşmaya hazır, ketum değil. Çok kuru bir hayat çizmiş kendisine, işiyle evi arasında mekik dokuyor, Orhan Pamuk okuyan bir kız, konuşmaya başladığı zaman bizi terk edip giden kelimelerle, yani edebiyatla konuşuyor. Daha önce hiçbir senaryoda ya da edebi metinde karşıma çıkmayan bir karakter Zeynep. Bu benim için bir riskti, çünkü alışıla gelmiş oyunculuk üslubunu kabul etmeyen bir karakter. Rolünüze nasıl hazırlandınız? Karakterlerimi yaratırken müzikten, heykelden, resim sanatından, baleden beslenirim. Zeynep’i düşünürken müzik dinledim, heykellere baktım, ama istediğim duyguyu alamadım. Sonunda bir anda gözümün önüne Modigliani’nin Jeanne tablosu geldi. Aradığım boşluk duygusunu o tabloda buldum, Zeynep’i oynarken aklıma hep o tabloyu getirdim. Zeynep, çok silik bir karakter. İnsanlar böyle tiplerin olduğuma inanmıyor, ama biliyorum ki böyle insanlar var. Dilerim seyirci de sabırlı olur, yaşantımızdaki sıradanlığı fark eder. Aslında bu film biraz da kadınlar için diyebilirim. Filmdeki gibi aşklar yaşayıp incinen çok kadın var. Bir erkeğin kaleminden bir kadının dünyası nasıl güzel anlatılmış, çok şaşırdım. 42. Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülünü aldıktan sonra hayatınızda ne gibi B değişiklikler oldu? Bu ödülün size getiri ve götürüleri nelerdir? Aslında benim için çok büyük bir değişiklik olmadı. Çünkü ben zaten oyuncuydum ve oynuyordum. Ancak ilk sinema filmimde ödül aldım ve bu benim fark edilmemi sağladı. Böylece oyun alanım genişledi. İnsanlar “Aaa bu kız meğer devlet tiyatrosu oyuncusuymuş, Bulgaristan’da tiyatro kurmuş” diye daha önce neler yaptığımın farkına varmaya başladılar. Ailenizin tiyatrocu olması sizin bu mesleği seçmenizde nasıl bir etkisi oldu? Üstelik aileniz oyuncu olmanızı istemiyormuş. Evet, çünkü benim çocukluğum çok sefil, zor geçti. Kulislerde büyüdüm. Orta kulak iltihabı olurdum, turnelerde kulağıma kostüm bastırıp öyle gezerdim. Ailem bu işin çok zor olduğunu bildikleri için ve benim düzenli bir hayatımın olmasını istedikleri için oyuncu olmamı istemediler. Annemle babam bana tiyatronun disiplinini öğretti. Hiçbir zaman annem ve babam gibi olmaya ya da onları geçmeye çalışmadım. Çünkü herkesin ceketi kendi bedenine göre uygundur. Ben babamın ceketini giysem bana üç beden büyük gelir. Onlar bana iğneiplik verdi ve ben kendi ceketimi dikmeye çalışıyorum. BİZİM CÜMLELERİMİZ OLMALI... Oyunculuğunuza olumlu ya da olumsuz eleştiriler getiriyorlar mı? Hiç eleştirmezler. Çok inanıyorlar bana. Babam New York’ta Türk tiyatrosu kurdu. “Nasrettin Hoca Bir Gün” diye bir oyun yazdı. Ocağın ikinci haftası New York’a gidiyoruz, mayısa kadar provalarımızı yapacağız ve babamla karşılıklı oynayacağız. Baba kız ilk defa sahneye birlikte çıkacağız. Her oyuncunun dışarıya açılma hayali vardır, bunu da sizin dışarı açılmanız olarak kabul edebilir miyiz? Artık Amerika Birleşik Devletleri’ne resmi olarak bağlı olan bir Türk tiyatrosu var. Bu çok önemli bir adım. Benim tek başına dünyaya açılayım diye bir derdim yok, derdim kendi SİNEMA BİR ANLATIM TARZIDIR... Filmde birbirinin varlığını sonradan öğrenen babaoğul var, onların birbirlerini tanıma süreçlerine tanık oluyoruz. Sosyal anlayışlar toplumlar içinde yavaş değişen unsurlardır. Biz, toplumun, hatta her şeyin çok değiştiğini söyleriz, ama aslında değişen bir şey yoktur. Bundan iki bin yıl önce babaoğul ilişkisi neyse şimdi de aynı. O zaman taş merdivenden çıkıyorlardı, şimdi yürüyen merdivenlerden çıkıyorlar. Taş merdivendeyken de baba oğlunun elini tutuyorsa, yürüyen merdivene bindirirken de elini tutar. Sinema da böyle bir şeydir. Dolayısıyla değişmeyen bir şeyler her zaman vardır. Sinema bir anlatım tarzıdır. Ne anlatırsanız anlatın duygular konusundaki yaklaşımlar değişmez. Bu yüzden annelik duygusu, aşk, nefret, kin, korku, yani insan olmanın özelliklerinden kaynaklanan duygular değişmeyecek. Filmdeki babaoğul ilişkisi de çok enteresan. Bu film mafya dizisi değil, işin özüne bakacak olursak bu bir aşk filmi, filmde olan her şey aşk yüzünden oluyor, bütün ilişkiler aşk ve diğer duygular üzerine kurulu. Filmdeki babaoğul ilişkisi de insanın gözünü dolduracak boyutta. Gişeden bir beklentiniz var mı? Filmlerimizi yaparken kafamızda bir beklenti olmaz. Film umutlar üzerine yapılan bir şeydir ve bunu yaparken insanın gözü kararır. Çok komplike bir iş ve bir hayali gerçekleştiriyoruz. Dünyanın her yerinde filmler iki sebep için yapılır; birincisi filmin, yapılan işin beğenilmesi ikincisi ise ortaya konan paranın geri dönüşümü. Biz de zarar etmek istemeyiz. “Bu film çok beğenilecek, çok iş yapacak” düşüncesi bence anlamsız. Çünkü biz işi yapan, seyirci kararı verendir. İşi ortaya koyduktan sonra üzerine laf söylememiz doğru değil çünkü anlatmak istediklerimizi zaten filmle söylemiş oluyoruz. Cevabı seyirciler verecek. 10. ULUSLARARASI İSTANBUL SİNEMA TARİH BULUŞMASI “SINIRLARI AŞIYOR” STANDARTLARIMIZ HÂL OTURMADI... Günümüz Türk sinemasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Geçen sene 39 film vizyona çıktı ve Türkiye tarihinde ilk defa Türk filmlerine giden seyirci sayısı yabancı filmleri geçti. Dışarıdan bakıldığında bu sayı çok güzel gibi görünüyor, ama ben daha farklı değerlendiriyorum. Bence çok pozitif bir gelişme değil, çünkü 39 filmden 30 kadarı zarar etti. Seyircinin yüzde 70’i üçdört filme gitti. Dolayısıyla birkaç filmin para kazanıp geri kalan filmlerin zarar ettiği bir dönem bence sinema açısında parlak bir dönem olarak değerlendirilmemeli. Bunun acısı bu sene çıktı ve seyirci azaldı. Filmlerin yapılarında da değişiklikler var ama bu çağ atlatacak bir durum değil, hâlâ film yapmanın standartlarının oluşmamasının getirdiği büyük sıkıntılar yaşanıyor. Sinema salonlarının bir kısmı açılıp bir kısmı kapanırken teknik standartlarımız da henüz oturmadı. Bunu televizyonda da görebiliriz, bir kanaldan diğerine geçtiğimizde ses seviyesi kendiliğinden yükselir ya da alçalır. Zaman içinde bu gibi teknik konulardaki standartlaşmayı sağlayabilirsek bu, yapılacak olan ürünlerin dünya pazarında daha kolay yer almasını da sağlar. “Kabadayı” kendi yaptığımız filmler içinde en iyi kopya ve sese sahip olanı, ama hangi salonda, hangi teknik donanımla seyircinin karşısına çıkacağını bilmiyor olmak bizi üzüyor. !F İSTANBUL 2008 ricsson sponsorluğunda gerçekleştirilen !f İstanbul 2008 “Türkiye’den Kısalar” gösterimleri yönetmenlerin son bir yıl içerisindeki eğilimlerinin, yetkinliklerinin ve getirdikleri yeni önermelerin bir dökümünü yapmayı amaçlıyor. “Türkiye’den Kısalar” gösterimleri, filmleri yarıştırmaktan öte, bunların izleyiciler ile buluşması, yönetmenlerin birbirleri ve sektörden diğer insanlar ile tanışması ve yeni üretimlere kapı açılması için ortam hazırlıyor. Yine de Radikal gazetesi izleyici oylaması sonucunda en sevilen filmin yönetmenine de yurtdışında keyifli bir festival yolculuğuna katılma hakkı sağlanacak. Katılmak isteyenlerin 21 Aralık 2007’ye kadar filmlerini ulaştırmış olmaları gerekiyor. Başvuru ise gayet kolay; www.ifistanbul.com adresindeki “Türkiye’den Kısalar Başvuru Formu”nu doldurun. Bu formu hem kisalar@ifistanbul.com adresine email olarak hem de bir çıktısını alıp imzalayarak DVDVideo veya VCD formatındaki filminiz ile birlikte AFM Beyoğlu Fitaş Sineması İstiklal Caddesi No. 2426 Beyoğlu adresine İlkay Erdem adına göndermeniz yeterli… Deniz Yavaşoğulları ÜRSAK Vakfı’nın geleneksel olarak her yıl gerçekleştirdiği Uluslararası İstanbul Sinema Tarih Buluşması 10’uncu yaşını kutlarken, “Sınırları Aşmak” temasını merkezine alıyor, kökleri insanlık tarihinin derinliklerine uzanan sorunları ve dünyanın ortak amaçlarını yeni bir perspektiften değerlendirmeyi amaçlıyor. 20 Aralık’a kadar sürecek olan 10. Sinema Tarih Buluşması etkinliğinde filmler, “Dünya Festivallerinden”, “Ödüllü Filmler”, “İnsan Hakları”, Roman Polanski’ye adanmış “Ustalara Saygı kuşağı” ve genç yeteneklere yer veren “Yeni Keşifler/Discoveries” başlıkları altında seyirci karşısına çıkacak. Alman yönetmen Robert Thalheim’ın “Along Come The Tourısts/Am ende Kommen Touristen”i, öne çıkan filmler arasında. Film, askerlik görevini yapmak için Polonya kasabası Auschwitz’e giden ve orada kendisiyle ve tarihle yüzleşen genç Sven’in hikâyesini anlatıyor. Brezilya sinemasının önemli yönetmeni Paulo Caldas’ın son filmi “Deserto Feliz”de etkinliğin iddialı filmleri arasında. Guadalajara Film Festivali’nde “En İyi Yönetmen”, “En İyi Görüntü”, “En İyi Sanat Yönetimi”, “En İyi Müzik” ve T “Eleştirmenler Ödülü”nü alan, 2007 Altın Küre Ödülleri’nde de aday gösterilen bu film, üvey babasının tecavüz etmesinden sonra,16 yaşında fuhuş dünyasına giren Jessica’nın öyküsünü perdeye taşıyor. Film, Brezilya’nın seks turizmi endüstrisinin bir parçası olacan Recife’de geçiyor. Kendini uyuşturucularla tüketen Jessica burada genç bir Alman’la duygusal bağ kuruyor ve başka bir hayata dair düşleri yeniden yeşeriyor… 10. Uluslararası İstanbul Sinema Tarih Buluşması programının bir diğer güçlü yapımı da, İngiliz yönetmen David McKenzie’nin Fotoğraf: Vedat Arık “İska’s Journey” filminden... Peter Jinks’in romanından uyarladığı “Hallam Foe”. Film, annesinin şüpheli ölümünün ardından babasının, metresiyle yakınlaşmasından rahatsız olan Hallam Foe’nun evinden uzaklaşmasıyla başlayan serüvenini anlatıyor. 2007 Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı için yarışan Hallam Foe, başarılı bağımsız müzik gruplarını buluşturan etkileyici soundtrack’i ile Berlin’de “En İyi Müzik” dalında Gümüş Ayı ödülüne ve ayrıca Alman Sanat Sinemacıları Birliği Ödülü'ne layık görüldü. İska’s Journey ise belki de etkinliğin en gözde yapımı. Yoksulluğu, istismarı ve sokakta verilen hayat kavgasını tüm yalınlığıyla perdeye taşıyan Csaba Bollok imzalı İska’s Journey’de alkolik ebeveynlerini beslemek için küçük yaşta bir maden yakınlarındaki çöplüğü karıştırarak bulduğu metal eşyaları toplayan Iska’yı anlatıyor. Filmde Iska'ya, filmde kendi yaşam öyküsünü canlandıran oyuncu Maria Varga hayat veriyor. Brüksel Avrupa Film Festivali’nde Maria Varga, filmde kız kardeşini oynayan Rozsika Varga ve Marian Rusache’ye “En İyi Kadın Oyuncu” ödülünü kazandırdı, Macaristan Film Haftası’nda yönetmen Csaba Bollok’a ise Büyük Ödül ve En İyi Kurgu ödülünü getirdi. 10. Uluslararası İstanbul SinemaTarih Buluşması filmleri BeyoğluBeyoğlu, Alkazar ve Fransız Kültür Merkezi’nde izlenebilir. E
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle