Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
8 Salma Hayek ve Penelope Cruz’lu BANDIDAS 18 HAZİRAN 2006 / SAYI 1056 Başrolde kadınlar G üzel, uğradıkları haksızlıklara öfkeli, öç peşindeki kadınlar bir araya geldiklerinde sinema tarihinde kadının dayanışmasını gösteren çok sayıda filme imza attılar. Fransız gerilim klasiği Les Diaboliques (Şeytan Ruhlu İnsanlar/1955) acımasız bir okul müdürü, karısı ve metresinin ilişki üçgeni arasında geçer. Adamın zalimliğine dayanamayan iki kadın el ele verip zeki bir planla müdürü öldürürler. Pierre Boileau ve Thomas Narcejac’ın “Celle qui n’était plus” adlı öykülerinden uyarladığı geriliminde Henri Georges Clouzot, eş rolünü o zamanki karısı Vera Clouzot’ya, metresi ise ünlü aktris Simone Signoret’ye vermişti. Bu başarılı gerilimi John Badham, Reflections of Murder (1974) adıyla TV filmi yaptı. Jeremiah Chechik, Diabolique’te (Şeytanca/1996) Amerikalı Sharon Stone’un karşısına Fransız Isabelle Adjani’yi koydu. Chazz Palminteri’yi banyoda boğan kadınların peşine bir kadın dedektifi (Kathy Bates) taktı. Eğlenceli serüven filmi Viva Maria’da (1965, Louis Malle) Brigitte Bardot, polis karakollarını ve köprüleri uçuran bir anarşistin kızını oynadı. 1910’ların bir Latin ülkesinde kendi gibi adı Maria (Jeanne Moreau) olan gezgin bir müzikholün dansçısıyla tanışan Bardot onunla yollara düşer. Kendilerini bir devrimin ortasında bulan Maria’lar aynı devrimciye (George Hamilton) tutulacak, diktatöre karşı çıkan ayaklanmada onların da tuzu olacaktır. Meksika’da çekilen bu Fransız western’i Hollywood yapımlarının görsel düzeyindeydi. Fransız kadın yönetmen Diane Kurys, Coup de foudre’da (Yıldırım Aşkı/1983) hiçbir işe yaramayan sorumsuz kocalarını terk edip bir giyim dükkânı açan iki kadının tutkulu dostluğunu, eksiksiz dayanışmasını anlatıyordu. Başrolleri Fransız sinemasının iki yetkin oyuncusu Isabelle Huppert’le MiouMiou’ya veren Kurys, filmini annesinin deneyimlerinden yola çıkarak gerçekleştirmişti. ler. Yapımcı Jon Avnet bu ilk uzun metrajında iki Güneyli kadının öykülerine paralel olarak ev kadını Evelyn’le (Kathy Bates) huzurevindeki yaşlı Ninny’nin (Jessica Tandy) dostluklarını da başarıyla işlemişti. “Death Becomes HerÖlüm Kadına Yakışır/1992” kadın dayanışmasının tam karşıtında yer alıyor, aynı erkek için ölümüne savaşan iki kadının kara komedi türündeki fantastik öykülerini anlatıyordu. Latin güzeller adalet peşinde B andidas (Haydutlar), çocukluk arkadaşı, üçyüzden fazla reklam filmi yöneten Norveçli Joachim Roenning’le Espen Sandberg’in ilk uzun metrajları. Ünlü Fransız yönetmen Luc Besson’un bir fikrinden yola çıkılarak tasarlanan bu western’in yapımcısı Besson’la birlikte Saxo (1987), XXL (1997), Bimboland (1998), Yamakasi (2001) gibi filmlerin yönetmeni Ariel Zeitoun. 1880’lerde Vahşi Batı’nın yasadışılığı Meksika’da yayılmaya başlamıştır. Meksika’daki topraklarında Sara (Salma Hayek) ve Maria (Penelope Cruz) birbirlerinden habersiz, değişik kesimlerde yaşamlarını sürdürmektedirler. Sara varsıl bir bankerin, Maria ise yoksul bir çiftçinin kızıdır. New York Bankası’nın temsilcisi olduğunu söyleyen Tyler Jackson (Dwight Yoakam) adlı garip bir adam, trajik bir şekilde her ikisinin de yollarının kesişmesine neden olur. Sara ve Maria’nın ailelerini mahveden Jackson, tüm yasaları hiçe sayarak Amerikan Demiryolları adına Meksika’daki çok sayıda araziyi yasal olmayan yollarla ele geçirmeye başlar. İki öfkeli kadın, babalarına yapılan haksızlığın öcünü almak, bölgede toprak sahibi olan güç koşullardaki çiftçilere yardım etmek için harekete geçerler. Meksika’daki bankaların tümüne savaş açıp, hepsini birer birer soymaya başlarlar. Aldıkları parayı da yoksullara dağıtırlar. Jackson ve adamlarına korku salan bu güzel kadınları Meksikalılar Bandidas olarak adlandırırlar. İLK EŞLER KULÜBÜ... Sıradan yıldızla (Meryl Streep) başarısız yazar (Goldie Hawn) arasındaki epik çekişme estetik cerrah kocalarına (Bruce Willis) duydukları aşktan ötürü değil, daha önemli bir şey, erkeklerin ilgisini sonsuz kılacak gençlik ve güzelliğin formülü içindi. Uzun süre çekişen kadınlar sonunda baş başa vererek bu sihirli iksiri ele geçirmek üzere birlikte hareket ederler. Görüntü efekti Oscar’ını alan filminde Robert Zemeckis, yapay güzellik düşkünü Hollywood’la da dalgasını geçiyordu. Jonathan Kaplan “Bad GirlsKötü Kızlar/1994”te Vahşi Ba Kadın dayanışması mı, yoksa kadının kadına düşmanlığı mı? Sinema her ikisine de el attı, ama dayanışma ağır bastı... Seyirci birbirlerine rakip kadınların dayanışmasını Yazılar: Aslı Selçuk Geena Davis ve Susan Sarandon “Thelma ve Louise”de. Kadın dayanışmasının sinemadaki en yetkin örneklerinden biriyse Ridley Scott’ın Thelma ve Louise’i (1991). Butch Cassidy and the Sundance Kid’in (Sonsuz Ölüm/ 1978) bir çeşitlemesi olan bu çalışma sanki 90’ların feminist bir manifestosuydu. Senaryosunu kadın yönetmen Callie Khouri’nin yazdığı (özgün senaryo Oscar’ı aldı) bir yol filmi de olan dram, Arkansaslı ev kadını Thelma ile (Geena Davis) garson Louise’in (Susan Sarandon) yaşamlarından ve erkeklerinin ilgisizliğinden, kabalığından bıkarak her şeylerini geride bırakıp yola çıkmalarını anlatır. Thelma’ya tecavüze kalkışan bir adamı Louise öldürünce birlikte dönüşü olmayan bir sürece girerler. Film, kadınların aradığı, bulmaya çalıştığı sevecenlik ve özgürlükle ilgilidir. Kadın yazar Fannie Flagg’ın “Fried Green Tomatoes at the Whistle Stop Cafe”sinden uyarlanan “Kızarmış Yeşil Domatesler (1991)”, 1930’ların tutucu Alabama’sında dayanışan iki kadının etkileyici öyküleridir. Kocasının sürekli dövüp aşağıladığı Ruth’un (Mary Louise Parker) yardımına altın kalpli Idgie (Mary Stuart Masterson) koşar. Genç kadının kocası ortadan yok olunca Idgie ve onun siyahi yardımcısı kuşkuları üzerlerine çeker sevdi... SAKIN KAPIMI ÇALMA... Bandidas’ın fikir annesi Penelope Cruz. Fanfan la Tulipe’in “Çapkın Âşık/2003” çekimlerinde düşüncesini Luc Besson’a açan Cruz, Besson’dan üç ay içinde senaryo elinde olacak sözü almış. Gerçekten de üç ay sonra eğlenceli bir senaryo eline geçmiş. Bandidas’ta “Panic Room”, “Three Burials of Melquiades Estrada” filmlerinde dikkat çeken country müziğinin yıldızlarından Dwight Yoakam, kibar görünümlü kötü adam Taylor Jackson rolünde. Bill Buck’ta ise sahnede ve perdede efsanevi yalnız kovboyları ustalıkla kaleme alan ve oynayan yazaroyuncusenarist Sam Shepard var. Shepard’ı yakında “Don’t Come KnockingSakın Kapımı Çalma” ve “The Assasination of Jesse JamesJesse James’in Öldürülmesi” filmlerinde izleyeceğiz. Bandidas kült western’lerin çekildiği Durango’da gerçekleştirildi, burası White Feather (1955),The Unforgiven (1960), Cast a Giant Shadow (1966), The War Wagon (1966), The Train Robbers (1973), Pat Garrett and Billy the Kid (1973) filmlerinin mekânı. Penelope Cruz en çok sevdiği western’in Louis Malle’ın “Viva Maria(1965)” olduğunu belirtiyor: “Bir kadın olarak içindeki kadın karakterlerin işlenişinden ötürü Viva Maria’yı beğeniyorum. Jeanne Moreau ve Brigitte Bardot bu filmde olağanüstüydüler.” Brigitte Bardot ve Jeanne Moreau “Viva Maria” filminde... Renklendirme: Gülay Tunç tı’da başlarından kötü olaylar geçmiş, erkek şiddetiyle karşılaşmış, aldatılmış dört kadının, (Madeleine Stowe, Andie MacDowell, Drew Barrymore, Mary Stuart Masterson) birbirleriyle dayanışarak kendi ayakları üzerinde durmasını anlatıyordu. Oyuncuyönetmen Forest Whitaker’ın “Waiting to ExhaleBir Oh Desem/1995”i ise özel yaşamlarında gerçek aşkı bir türlü bulamayan dört siyahi kadının (Whitney Houston, Angela Bassett, Lela Rochon, Loretta Devine) paralel öykülerine odaklanıyordu. Bu romantik komedidram karışımı çalışma, dört kadının özel, karşılıksız dostluklarını, güçlü dayanışmalarını vurgulayarak yaşamda sevginin vazgeçilmezliğini, birey olmanın önemini vurguluyordu. “First Wives Clubİlk Eşler Kulübü/1996" ise eğlenceli bir sosyal komediydi. 1969 Middlebury Koleji’nin mezunları varsıl kadın arkadaşlarının intiharından sonra bir araya gelirler. Dördü de evlenmiş, aile kurmuş, boşanmış ya da eşlerinden ayrı yaşayan kadınlardır. Oscar’lı oyuncu Elsie’yi (Goldie Hawn) kocası genç bir yıldız adayıyla, elektronik mağazaları zincirinde çalışan kocası da Brenda’yı (Bette Midler) genç metresiyle aldatmaktadır. Annie ise (Diane Keaton) boşandığı psikolog kocasına hâlâ aşık olduğunu sanmaktadır. Kocalarının gerçekten yalancı, duyarsız varlıklar olduğunu anlayan kadınlar bir ilk eşler kulübü kurarak maddi ve manevi anlamda öçlerini almaya girişirler. Olivia Goldsmith’in öyküsünü uyarlayan Hugh Wilson, eğlenceli, zeki bir kadın dayanışması filmi yapmıştı. Kadınları konu alan filmlerin çoğunda onlara sunulan rol modellerinin neden çoğunlukla acımasız olduğu da yeniden düşünülmeli... TRANSAMERICA Katmanlı bir yolculuk... B ree Osborne, onu gerçek bir kadına dönüştürecek operasyonun parasını toparlayabilmek için gecesini gündüzüne katıp çalışmaktadır. Bir gün babasını arayan bir delikanlı ona telefon eder. Bree arayanın kim olduğunu anlamakta gecikmez. O yaşamında erkekken girdiği cinsel ilişkinin ürünü olan Toby’dir. Tutukevindedir ve yardıma ihtiyacı vardır. Bree’nin ilk tepkisi geçmişine bir çarpı koyarak transseksüelliğini unutmaktır, ama psikiyatrı buna izin vermez. Çünkü geçmişiyle yüzleşmeden ameliyat olması uygun değildir. İsteksiz de olsa Los Angeles’tan New York’a gidip ilk kez gördüğü oğlunu tutukevinden çıkaran Bree’nin artık tek isteği vardır, yakışıklı, uyuşturucu bağımlısı oğlunu üvey babasına teslim etmek. Toby ise Kiliseler Birliği’nden geldiğini öğrendiği bu iyi yürekli Hıristiyan kadınla Los Angeles’a doğru yola koyulmak istemektedir... Senaristyönetmen Duncan Tucker “Transamerica”yı salt transseksüelliği anlatan bir film olarak tanımlamıyor: “Öykü bir ebeveynin, bir çocuğun, aile bağlarının bilinen klasik öyküsü. Çok kişi Bree’nin geçtiği yollardan geçebilir, onun yaşadığı deneyimleri yaşayabilir. Karakterler özgün ve evrenseller...” Filmde Toby’ye karşıt bir karakter çizen Bree tutucu, fiziğinden ötürü tedirgin bir kişilik. Toby ise yabani ve teşhirci. Her ikisi de çok yalnızlar, kendilerini çevreleyen, damgalayan ve örseleyen bu dünyadan çekiniyorlar, yaşamın kıyısında duruyorlar, böylece kendilerini yeniden acı çekmekten koruyorlar. “Filmim kendine saygı, sevgi, insan ilişkileri gi bi sonsuz temalardan söz ediyor” diyor D. Tucker, “Bir şiddet görüntüsünün altında sevecen bir film. Aynı zamanda aile değerlerine de değiniyor. Çok tutucu eyaletlerde çekim yaptık. Aşırı dindar Arizona’da, kovboylar ve koyu Hıristiyanlar arasında çalıştık.” Yönetmen zaman zaman ekibi uyarmak zorunda kalmış, insanlar onlara soru sorduklarında “Bir kadınla oğlunun yolculuğunu anlatan bir film yapıyoruz” demelerini istemiş. Başlarda Bree’yi canlandıracak oyuncunun erkek olması önerilmiş, ama kimse onun kadın kılığına girmiş bir erkek olmasını istememiş. Sonunda Felicity Huffman’da karar kılınmış. Bu rol için aktris, kökten fiziksel ve duygusal bir değişim geçirmiş: “Transseksüellikle ilgili hiçbir şey bilmiyordum. Bir kadın, kadın olmayı isteyen bir erkek gibi nasıl davranabilirdi? Önce erkek olmam, sonra da bir erkek olarak içimdeki dişiliği özgür kılmam gerekiyordu” diyor Felicity Huffman. Karakterin fiziksel boyutunu kavradıktan sonra ona iki transseksüel, Andrea James’le Calpurnia Adams yardımcı olmuş. Bir davranış, bir de ses eğitmeni tüm çekim boyunca yanından ayrılmamış. Huffman bir transseksüel gibi yürümeyi, davranmayı öğrenmiş: “Erkeklerin kolları kadınlardan daha uzun, elleri de daha güçlüdür. Bu “Transamerica” filminden... yüzden kollarımı sürekli kavuştur dum, ellerimi de hep üst üste koydum. En çok seste zorlandım. Çekim aralarında bile rolümden uzaklaşmamak için bu yarı kadın yarı erkek sesimle konuştum. Üç hafta sonra kocam William H. Macy telefonda bu garip sesi duymak istemediğini söyledi.” Bree’nin makyajına gelince kırkında hormon tedavisine karar veren bir adama yakışır peruklar seçilmiş. Yüz hatları belirginleştirilerek elmacık kemikleri öne çıkarılmış. Kostümcü Danny Glicker, Bree’nin aşırı kompleksinden ötürü mağazalara gidip alışveriş etmektense giysilerini postayla sipariş ettiğini varsayarak ona pastel renklerden oluşan çok kadınsı bir gardırop yapmış. Bree’nin başat renkleri mor, açık yeşil, bej, pembe... Âdemelması izini saklamak için fular takıyor, iri bedenini de ceketlerle saklıyor. Duncan Tucker “Sıradan bir Amerika, sıradan Amerikalılar kavramı içerisine bu olağanüstü kimlikleri yerleştirerek bir yol filmi yaptım” diyor: “Bu yolculuk süresince Bree ve Toby, ayrımında olmaksızın gerçek kimliklerini buluyorlar. Uçsuz bucaksız alanlar bir açıdan onların iç yolculuklarının yansıması oluyor.” Bir ebeveynle çocuğunun sıradışı, hümanist, duyarlı öyküsü Transamerica cuma günü gösterime girdi. FELICITY HUFFMAN’ın engellenemez yükselişi T ransamerica’daki transseksüel Bree rolüyle Altın Küre’de en iyi kadın oyuncu ödülünü kazanıp Oscar’a da aday olan Felicity Huffman, şöhreti kırkından sonra yakalayanlardan. Bu konuma gelebilmek onun tam yirmi yılını almış. New York’taki ünlü Tisch School of the Arts’ı bitiren Felicity, 1988’de Atlantic City’deki bir toplulukta tiyatro dersi veren aktör William H. Macy (Fargo) ile karşılaştı. Ünlü oyun yazarıyönetmen David Mamet, W. H. Macy ve Huffman birlikte Atlantik Tiyatro Topluluğu’nu kurdular. Oyuncu “Sports Night” ve “Desperate HousewivesUmutsuz Ev Kadınları” dizilerinde yorumladığı kadın karakterlerle çok kez Altın Küre ve Emmy ödüllerine aday gösterildi. Onu ayrıca David Mamet’in “İspanyol Tutuklu”, Paul Thomas Anderson’ın Manolya filmlerinde de izledik. 2004 yılında “Umutsuz Ev Kadınları” TV dizisindeki anne rolü önerildiğinde Felicity Huffman 43 yaşındaydı. William H. Macy’yle olan evliliğinden iki kız çocuğu olan oyuncu anne rolünde hiç zorlanmadığını belirtiyor. Onu adamakıllı zorlayansa diziden beş ay önce çevirdiği Transamerica’daki transseksüel Bree Osborne karakteri olmuş: “Bu film günlük yaşamımızda her gün karşımıza çıkan farklılıklarla, hoşgörüyle, saygılı olmak gibi değerlerle ilgili. Aynı zamanda aile kavramıyla. Bugün aile yapısının, dinamiğinin on, on beş yıl öncesine göre ne kadar başkalaştığını yansıtıyor. Gerçek aileniz sizi sokağa atsa bile sizi sevecek başka insanlar bulabilirsiniz.” Çağdaş kadın hakkındaki düşüncelerine gelince ilginç yorumlarda bulunuyor Felicity Huffman: “50’li, 60’lı yıllarda kadın, ev kadını ve örnek eş konumlandırılmasına karşı ayaklanmıştı, şimdiyse örnek anne modeline isyan ediyor. Sonuçta kadın kendisiyle, toplumla sürekli çatışıyor. Kadının yaşamdaki yeri her zaman çok karmaşık oldu. Kadın olmanın güç olduğunu hep düşünüyorum, çünkü tüm alanlarda sürekli savaşmalıyız. Bana gelince anne, eş ve oyuncu olarak en iyisini yapmaya çalışıyorum. Bu bir denge oyunu, hassas ve kırılgan.” CUMHURİYET 08 CMYK