Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
18 HAZİRAN 2006 / SAYI 1056 11 PAZAR SÖYLEŞİLERİ Birlikte yaşanmış yıllar... Ataol Behramoğlu BİR ÇAY LÜTFEN Down sendromu 46 yerine fazladan bir kromozoma, yani 47 kromozoma sahip olma Yenal.... Z eynep Oral anımsar mı bilmem, 1970’li yılların ortalarında, Cağaloğlu’nda bir konuşma geçmişti aramızda. Daha doğrusu, benim söylediğim bir şeyleri o, her zamanki inceliğiyle, sadece bir gülümseyişle yanıtlamıştı. Bazı anlar nedense unutulmuyor. Nuruosmaniye Caddesi’nin Cağaloğlu Yokuşu’yla kesiştiği köşede karşılaşmıştık. Arabasıyla bir yere giderken beni görmüş, aynı yönde bir yerlere gittiğimiz için arabasına almıştı. Tam böyle değildi belki de. Fakat Cağaloğlu’ndaki o karşılaşmayı bugünmüş gibi anımsıyorum. Güzelliğinin doruklarındaki bu zarif genç kadına, ne diye gazetecilik mesleğiyle uğraştığını sormuştum. O da beni bir gülümseyişle yanıtlamıştı... O günkü düşünceme göre Zeynep Oral, gazetecilik mesleğine “hobi” olarak girmiş bir “hevesli”ydi. Kadın olarak güzelliği ve entelektüel birikimleri ise, yine o günkü düşünceme göre, gazetecilik mesleği için biraz fazlaydı... Şimdi “Meslek Yarası” adlı son yapıtını okuduğumda, onu, hele sözünü ettiğim o yıllarda, hiç, ama hiç tanımamış olduğumu, azıcık da utanarak anlıyorum... Çünkü otuz yıl önceki gülümseyişin içerdiği anlamı da, epeyce gecikmeyle, algılıyorum... Zeynep Oral şöyle demekteydi büyük olasılıkla: Demek ki sen, benim 1960’lı yıllarda, yirmi durumunun bir sonucu, yani bir hastalık değil, genetik bir farklılık... Kerem, Mukaddes, Murad down sendromlu üç genç. Hem okuyor hem de çalışıyorlar... Ha bir de Yenal var... Sezen Mutlu stanbul, Kadıköy Koşuyolu’ndaki Fokurtu Cafe’deyiz. Yüzünde kocaman bir gülümsemeyle genç bir adam bizi karşılıyor. Biraz zor, ama anlaşılabilir bir konuşmayla; “Hoş geldiniz” diyor. Kerem, kafenin “down sendromlu” dört çalışanından en küçüğü. 19 yaşında. Diğerlerinden; Murad, Mukaddes ve Yenal’dan daha rahat konuşuyor ve iletişim kuruyor. Kendisiyle röportaj yapacağımızı öğrenince gözleri parlıyor, heyecanla; “Ben her şeyi anlatabilirim, aramızda en rahat konuşabilen benim ne de olsa” diyor. Bir çırpıda; geçmişinden, işinden, kurduğu hayallerden, kazandığı parayla neler yapacağından bahsediyor. İlk maaşıyla bir elektrosaz alacak... Konuşurken bizi izleyen bir genç kız fark edildiğini anlayınca utanıyor, kafasını başka yöne çeviriyor. O Mukaddes. Kafenin halkla ilişkilerinden sorumlu. İki yıl boyunca servis de yapmış. Başlarda alışması zaman almış, ama şimdi işini hakkıyla yerine getiriyor... İ Mukaddes, kafenin halkla ilişkilerinden sorumlu. rektiğini öneriyor. Murad, babasının çağrısını, arkasına bile bakmadan kafeden çıkarak yanıtlıyor. Kafenin diğer çalışanı Yenal. Mukaddes, Murad ve Kerem, “Tepeören Vala Gedik İlköğretim Okulu” ve “Vala Gedik Mesleki Eğitim Merkezi”nden mezunlar. Yenal ise hâlâ okuyor. Sadece hafta sonları çalışabiliyor. Durumu arkadaşlarından biraz farklı, küçük yaşta yakalandığı ateşli bir hastalık onda zihinsel bir gerileme yaratmış. Yenal’ın tutkusu ata binmek, annesi olanak buldukça ona bu fırsatı yaratıyor... lerinin tercümanlığında anlayabiliyoruz. İşte Mukaddes’in ablası Sibel Küşümler’in aktardıkları: “Çalışmaya başlamadan önce evde çok sıkılıyordum. Şimdi, burada haftanın her günü masa siliyor, bardak topluyorum. Sabah 9’dan gece 12’ye kadar buradayım. Yoruluyorum, ama burayı da, arkadaşlarımı da çok seviyorum.” Mukaddes ayda bir kere doğum günü kutluyor. Çünkü onun için önemli olan eğlenmek. Murad televizyonda gördüğü bütün sanatçıları tanıyor, şarkılarını, dizilerini biliyor. Evdeki zamanının büyük bölümünü televizyon izleyerek geçiriyor. Murad’ı ablası anlatıyor: “Hafızası çok güçlü. Bir şeyi, bir kere öğrettiğinizde hemen algılar. Mesela aramızda cep telefonunu en iyi kullanan odur. Bilgisayar kullanmayı da kendi kendine öğrendi. Tek başına internetten müzik bile indirebiliyor.” Yavaş yavaş ayrılma zamanı geliyor. Gitmek üzere kapıya yönelirken Mukaddes’in gözleri doluyor, “Yine gelin, lütfen gelin” diyor. Zeynep Oral, Tibet’te bir röportajda... yaşımda bile değilken, “Cumhuriyet”te, “Hürriyet”te yayımlanan “Paris Mektupları”mdan, 1 Ağustos 1966’da Yeni Gazete’de profesyonel meslek yaşamına adım attığımdan, orada iki yıl çalıştıktan sonra da “Milliyet”te, mesleğimi yine profesyonel gazeteci olarak sürdürmekte olduğumdan habersizsin... Kitabının ilk sayfasında, “çocukken şiir niyetine alt alta satırlar” yazdığını söyleyen Zeynep Oral, bütün o sayfa boyunca “yazmak” olgusunu irdeliyor... İlk paragrafı birlikte okuyalım: “Yazmak, bakmak, baktığını görmek, duymak, duyumsamak, konuşmak, öğrenmek, kavramak, anlamaya çalışmaksa.... Yazmak, tanıklık etmekse: İçimde, çevremde, toplumumda, ülkemde, dünyada, evrende olup bitenlere tanıklık etmekse...” Cağaloğlu’nda yıllar önceki karşılaşmamızda ona yönelttiğim soruyu çeşitli zamanlarda daha birçok kişiden duymuş olmalı ki, kitabının “Kadın Olmak” başlıklı 105122. sayfaları denebilir ki tümüyle bu sorunun yanıtına ayrılmış... Zeynep oralarda artık sadece gülümsemiyor; yaşadığımız ülkede, çağda, dünyada, kadın, aydın, anne, insan, yurttaş, gazeteci ve yazar olmanın anlamlarını bir bir vurguluyor... Karşılaştığı güçlüklerden, özellikle de meslek yaşamında aşmak zorunda kaldığı engellerden söz ediyor... Kibirlenmeden, övünmeden, yaptıklarını özetliyor... Sonuç bir zaferdir ve gerçekten de özellikle kadın sorunlarını irdelemeye koyulduğu ve nice anlayışsızlıklarla karşılaştığı ilk dönemlerden bu günlere (başkaca yapıtlarının yanı sıra) “Kadın Olmak” adlı yapıtının 25. basıma ulaşmış olması bunun kanıtlarından biridir. “Meslek Yarası”, Zeynep Oral’ın, “Milliyet”in hemen hemen belli başlı bütün yazarçizerleriyle birlikte, 28 Şubat 2001 yılında, 33 yıl emek verdiği gazetesinden “kovuluş”unun öyküsüdür... Sadece o kadar mı? “Meslek Yarası”nı bir yazarın özyaşam anlatısı; sevgi, hayranlık ve yine de nesnellikle çizilmiş bir Abdi İpekçi portresi; ya da 29 Eylül 1972’de yayına başlayışından en son Zeynep’in gazeteden ayrılışına kadar geçen yaklaşık otuz yıllık sürede ülkenin sanatkültür yaşamında derin iz bırakmış “Milliyet Sanat Dergisi”nin öyküsü gibi de okuyabilirisiniz... Fakat belki hepsinden daha da önemlisi, bu kitabın, 19702000 yılları Türkiyesi’nin, birlikte yaşadığımız, acı, tatlı, ama ne yazık ki daha da çok acılı yıllarının bir dökümü olmasıdır... Bedreddin Cömert, Abdi İpekçi, Cavit Orhan Tütengil, Uğur Mumcu, Sıvas kıyımı, Onat Kutlar... Her cinayetle birlikte Zeynep’in “haaaaayır!... haykırışları kulaklarınızda ve içinizde yankılanıyor... Ve bu kez Zeynep Oral’ın tanıklığında, Sabahattin Ali’nin sözlerini bir kez daha yineliyorsunuz: Bu ülkede namuslu olmak ne zor şeymiş meğer!... ataolb@cumhuriyet.com.tr SADECE KROMOZOM SAYISI FARKLI... Murad’ın uyku problemi var. Sabahları çok zor kalkıyor. O yüzden işe geç kalıyor... Kerem ve Mukaddes’in dışında kafede bu gençlerin aileleri de var. Bir de kafenin sahibi İlhan Akşahin... Yaklaşık iki yıldan beri kafesinde, down sendromlu gençlere iş imkânı sağlıyor. Akşahin bu işe komşusunun oğlu Ümitcan’ı işe almakla başlamış. “Ümitcan’dan sonra Murad, Mukaddes, Yenal ve iki ay önce de Kerem’i tanıdık. Aramızda öğretmenöğrenci ilişkisi gibi bir ilişki oluştu” diyor. Akşahin’in bu girişimi ve çabasının bir de mütevazı ödülü var: Fokurtu Cafe, yaklaşık bir yıl önce dünyanın ilk ve tek engelli sanat gösteri ekibi “My Dream” tarafından bir teşekkür plaketiyle desteklenmiş. Biz ailelerle ve Akşahin’le konuşurken kafeye Murad da geliyor. Babası Zeki Aydın oğlunun uyku problemi olduğunu ve sabahları çok zor kalkabildiğini söylüyor, yani gecikmesinin nedeni uyku. Bizi temkinli bakışlarla süzüyor, babası alışması için ona biraz zaman tanımamız ge Şimdi Murad da yanımızda, daha sakin, rahat. Kerem heyecanla onunla ne zaman konuşacağımızı soruyor. Mukaddes Murad’a, bizim nereden geldiğimizi anlatıyor. Konuşmayı Kerem başlatıyor: “Annem bir arkadaşının verdiği gazetede Fokurtu Kafe’nin haberini görünce beni buraya getirdi, çünkü ben çalışmak istiyordum. Çalışmak özürlülerin de bir şeyler yapabildiklerini gösteriyor.” Kerem’in en büyük isteği müzisyen olmak. Sesine çok güveniyor ve parası olduğunda ilk alacakları, elektrosaz ve org. “Bir gün ben de reytingleri kıracağım. İyi bir müzisyen olmak için çok ünlü olmak lazım” diyor. Kerem hastalığı hakkında da araştırma yapmış. Bir çırpıda, down sendromunun ne olduğunu anlatıveriyor: “Normal insanlarda 46 kromozom varken, bizde 47 kromozom var. Hepsi bu.” Hastalığının ona göre en olumsuz yolu, kendini zor tutması, en küçük bir olayda ağlaması... Onun diğerlerinden farkı, işe tek başına gelebilmesi, bir kez geçtiği yolu asla unutmayacağını söylüyor. Mukaddes ve Murad, Kerem’den daha zor anKerem’in en büyük isteği müzisyen olmak... layabiliyor ve konuşabiliyorlar. Söylediklerini aile Sevilebilen farklılıklar... Aylin Kotil anırım farklılıklar hayatı yaşanası kılıyor. Örneğin her gün işe gittiğimiz yolu değiştirmek, hep aynı insanlarla görüşmektense bazen yeni birilerine kapımızı açmak, farklı bir yemeği yapmayı denemek, farklı bir hobi edinmek ya da hiç yapmayacağımızı sandığımız bir şeyi yapmak. Durağanlık ve tekrarlar bizi yorduğu kadar, tembelliğe de itmekte. Gün içerisinde yapılanlar bir süre sonra araba kullanmak gibi düşünülmeden yapılmakta. Bu yüzden farklılıkların keyif verdiğini ıskalayabiliyoruz çoğu zaman. Iskalamasak da aynılıkların ne kadar yorduğunu anlamayabiliyoruz. Gene aynı sebepten dolayı da farklı görüşlerin alternatifler yarattığını unutabiliyoruz. S Bennetton reklamından... Garip bir şekilde de alternatifsizliğe hayıflanıyoruz. Bir yandan farklı görüşlere tahammül gösteremezken, diğer yandan da üretimsizliğe şaşırıyoruz. Aynı görüşte olanlarla anlaşıp kendi kabuğumuza çekilip, farklı görüşlerde olanlara dışa belli etmesek de, kendi içimizde, insan olma şansını bile veremiyoruz. Hatta “Sevmem, ama saygı gösteririm” diyoruz bir şeylerin arkasına sığınıp farklı görüşte olanı sevebilme ihtimalini sıfırlayarak. Birbirimizi iterken kollarımızın ne kadar uzadığını fark etmeden ve aslında bazen neyi istediğimizi de unutarak itmeye devam ediyoruz. Farklı görüşü olanın sevebileceğimiz bir yanı olduğu ihtimalini düşünmeden itiyoruz. Ve farklılıkları sevmek, farklılıklarla birlikte bir dünya oluşturabilmek, farklılıklara rağmen anlaşabilmek, hayalin ötesine geçemiyor. Farklılıklar yer ve zamana göre üstünlük veya eziklik duymamıza sebep oluyor. Tüm bunları yaşarken bizlerden çok uzakta çekilmiş olan Benetton reklamlarındaki her ırkın yan yana dizilmiş çocuklarına bakarken sevgiyle gülebiliyor, ama en yakınımızdaki farklılığa da sırt çevirebiliyoruz. aylin@kotilsarigul.com CUMHURİYET 11 CMYK