Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
21 MAYIS 2006 / SAYI 1052 3 Tüketim mutluluğu! T üketim toplumu öldü, artık hipertüketim zamanı geldi. Ruhu yaşamımızın gizli saklı tüm köşelerine sinmiş durumda: Aile, din, iş, kültür, eğlence, çevre, ev, v.b. Öyle ki, bundan böyle, sınırları sonsuza varan, ölü zamanı olmayan bir imparatorluk gibi işleyecek tüketim. Bu imparatorluğun dehşeti, varlığımız ve ruh yapımız üzerinde yarattığı deprem, imdat çığlıkları gerektiriyor. Hipertüketim toplumu mutluluk adına gelişiyor: Ürettiği her şey, giriştiği her şey, sattığı her şey yalnızca bizi mutlu etmeyi amaçlıyor. İyi yaşam rehberleri çoğalıyor, formda kalma teknikleri bollaşıyor, medya bizi sağlık önerilerine boğuyor. Ruh uzmanları anne babaların, çocukların ve çiftlerin hastalıklarını sağaltırken, gurular nirvana vaat ediyor, yaşam koçları hızla artıyor. Elbet, bir de madalyonun ters yüzü var: Çağımız kişisel haz idealini norm haline getirirken, mutsuzluğu çok daha dayanılmaz kılıyor. Kendilerini bu toplu mutluluktan dışlanmış hissedenlerin hıncını hayal edin. Bu yeni despotluğa yuh çekmek, Kassandra’nın korkusuz açık yürekliliğidir. Çünkü, bu dizginsiz mutluluk arayışı, bireyci ve tecimsel uygarlığımıza uyan bir sonuçtur ancak. Topluluk bağlarından kurtulmuş, tüm ortaklaşa dayanaklardan yoksun kalmış, dünya önünde âciz birey, yalnız ve elinde avucundakini kaptırmış olarak yaşamın felaketlerine göğüs germek durumundadır. Tüm bu cennet vaatlerine doğru yönelmek bir hata mı? Pek de değil. Umut çoğu kez düş kırıklığını içinde barındırırsa da, rüyasız bir yaşam daha mı iyidir? Bu noktada Nietzsche haklı: “Yanılsama, kurmacalar, görüngüler yaşam için gereklidir, çünkü yaşamın güven esinine gereksinimi vardır.” müşterileri. Tüketim balonu söndüğü için mi bu? Hayır, bu aykırıtüketiciler hipertüketicilerden aşağı kalmıyorlar. Hatta, bu ek duyguyu elde etmek için, ötekiler denli harcıyorlar. Bir on yıldır, medya ve toplumbilimciler tüm insanlık etkinliklerini performansın diktatörlüğüne boyun eğmiş olarak gösteriyorlar. Alışveriş, iş, beslenme, tedavi, eğlence, spor yapma ya da sevişme, bu “uzmanlara” göre dorukta bir rekabetin göstergelerinden ibaret. Bir tür “yumuşak barbarlık” bu, kendini aşma ve sonuca doludizgin bir koşuşturma gerektiriyor. Bu aynı zamanda toplumsal ve varoluşsal sağlıksızlığımızı da açıklıyor. İş de bir tüketim malı gibi nadir ve değerli algılanıyor ve kendini tüketime sunuyor. Ama lafa gelince gene “Yaşamda iş gibisi yok” deniyor. Ne yazık ki tüm araştırmalar, toplumlarımızda artı değerin çalışma dışı zamana katıldığı yönünde: Çoğunluk, aile yaşamında ve gönül işlerinde, eğlencede ve dostlukta iş yaşamından daha çok performans gösteriyor. “Rekorlar dinini” kucaklamaktan uzak kalan hipermodern birey, yeni iş yönetimi reçetelerinde işten atılma riskiyle, ortaklaşa güvencelerin yok olmasıyla ve iş ilişkilerinin bozulmasıyla yüz yüze kalıyor. Emeğin performansı artık gözde değerler borsasında prim yapmıyor. Üreticinin gözünde tüketici artık bir şef. Çünkü daha seçici, kaygılı, sağlığını ve çevreyi gözeten bir tüketici var. O “Hayır” derse pazar kurulmuyor. Ama bu “bilinçli” tüketici de “yumuşak barbarlık”ın bir parçası... Çağımıza kabalığı ve zevksizliği kökleştirmek eğilimi damgasını vurdu. Hipertüketici de, kültürü McDonald’s’da tıkınır gibi tüketme eğilimlerinden ötürü, eski Roma’da idam edilenlerin cesetlerinin sergilenmesini izliyor gibi sanki. Zapçı, uçar kaçar, tutarsız, müzeye gittiğinde televizyonunun karşısında gibi davranıyor, “büyük kültüre” saygısız. Bunlar ne denli gerçek olsa da, bu fenomenler tüm bireylerin estetik yaşantılarla çağdaş ilişkisini temsil etmiyor. Dünya teknotecimle daha fazla yönetildikçe, hipertüketicinin estetik avunmaya daha fazla gereksinimi olacak. Demokratik toplumların çağdaş bireylerinin önüne konan ölçüsüz arz konusunda bir “mutluluk felsefesi” reçetesi vermek zor. Tüketimden ne kaçılabilir, ne de tümüyle kucak açmalıdır ona, ama bu “paradoksal mutluluk” karşısında makul bir uzaklıkta durmayı bilmek gerek... Psychologies’den çeviren: EMRE ÇAĞATAY SORUMLULUK TAŞIYAN TÜKETİCİLER Tüketime dayanan mutluluk toplumuna yöneltilen bir diğer suçlama da doğal dengeyi bozması, felaket boyutlarına varacak tehditlerle insanlığın geleceğini tehlikeye atması. Edilgin bir kurban olarak biçimlendirilen tüketici kendi kendine kıyan bir bencillikle suçlanıyor: Maddeci çılgınlığıyla, çevreyi kirletiyor, biyolojik çeşitliliği tehdit ediyor, iklimi ısıtıyor, kendi çocuklarının geleceğini karartıyor. Öyleyse kendini toparlamalı, enerjiyi sakınmalı, günlük yaşamını değiştirmeli, gezegeni kurtarmak için “dayanıklı mal” tüketmeli. Sorumluluk ilkesi artık yalnızca üreticiyi ilgilendirmiyor, üretici tüketiciye şef gözüyle bakıyor. Hor görüldüğünde, kendine çekidüzen veriyor. Tüketiciler gittikçe daha çok biyolojik besin tüketiyor, ürünlerin çevre üstündeki etkileri üzerinde kaygı taşıyor, markaları reddediyorlar, etik ürünleri yeğliyor ve ürünlerin yapım koşulları hakkında bilgileniyorlar. Satınalma çılgınlığı “isyancılarını” yarattı: Üçüncü tür tüketicileri, sorumlu yurttaşları, etiğe uygunluğu soruşturan angaje EDİTÖR’DEN O n iki Eylül bir kuşak hikâyesi olmaktan çok büyük bir toplumsal kırılmanın miladı. Öncesiyle sonrası arasındaki fark, köprülerin taşıyamayacağı kadar sert ve derin. Bu yüzden kuşaklar arası deneyim aktarımı, bütün zamanlardan daha zorlu. Bu sadece siyasi bir kopukluk değil, sanattan ekonomiye, spordan tatil alışkanlığına günlük hayatın alfabesi öylesine farklı ki, insan birkaç zaman dilimini aynı anda yaşadığı hissine kapılıyor. Radyoda Türkiye’nin eurovizyona ilk katıldığı şarkı “Seninle Bir Dakika”yı dinlerken otuz yıl öncesine gidip, bir sonraki şarkı “Sen İmkânsızsın”la aniden bugüne dönebiliyor. Orhan Kemal’i, Yaşar Kemal’i, Sait Faik’i okumadan edebiyatın Tuna Kiremitçi ya da Hamdi Koç’la başlayıp bittiğini düşünen kalabalıklar karşısında belleğinin kendisini yanılttığı hissine kapılabiliyor... Dil şizofrenik bir hal alıyor, nesneler, tanımlar mana değiştiriyor... Tek bir konu var ki, bu coğrafyada bütün kuşaklar arasındaki farkı kapatıyor: Şiddet... Aile içinde, okulda, kışlada, işyerinde, sokakta, kadınerkek, çocukyetişkin önüne çıkanı içine çekiyor. Şiddetten düşen payı arttıran ise “öteki” olmak, muhalif, kadın, eşcinsel, ateist... 194050’lerin “komünistler”i, 60’ların “anarşistler”i, 70’lerin “devrimciler”i, 80’lerin “vatan hainleri”, 90’ların “bölücüler”i, 2000’lerin “savaş karşıtları” da birer “öteki”. Her biri iktidarların şiddetinden payına düşeni aldı, alıyor. Güvenlik güçlerinin eksik bıraktığı şiddeti hükümetlerin koltuk altlarında beslediği faşistler tamamladı tamamlıyor... Şimdilerde üniversitelerde yaşananlar da bunu kanıtlıyor. Hak talep eden öğrenciler, üstelik üniversite yönetimlerinin onayıyla coplanıyor, dövülüyor. Faşist gruplar da yine iş başında. Satır ve bıçaklarını yeniden bilediler... İstanbul, Gazi, Ankara, Marmara üniversitelerinde solcu öğrencilere saldırdılar... Esra Açıkgöz’ün haberinde yer alan fotoğraf, 9 Mayıs günü İTÜ’de MHP’liler tarafından linç edilmeye çalışılan bir öğrenciyi gösteriyor. Polis mi? Tanıkların anlattıklarından öğreniyoruz ki seyretmekle yetiniyorlar... Bu görüntünün, öğrencilikleri 70’li yılların ikinci yarısına denk düşenlerin belleğini harekete geçireceği açık. Üniversiteye 1978’de giren, ÖDP Eski Genel Başkanı, İktisat Fakültesi Öğretim Üyesi Ufuk Uras, Mehmet Ali Ağca’yla aynı sınıfta okuduğunu anımsıyor örneğin, ajitasyonunu çektikten sonra çekip gittiğini, ta ki Abdi İpekçi’yi öldürene kadar... Bugün üniversitede üçüncü yılında olan Erdem Bulut ise satırla saldırıya uğradığını söylüyor... Uras ve Bulut, dün ve bugün yaşananları anlatırken solun hallerine de değiniyorlar... Ama ikisi de umutsuz değil, çünkü biliyorlar ki, muhalefet de uzun sürer! İyi haftalar... Berat Günçıkan bguncikan@yahoo.com Cumhuriyet DERGİ* İmtiyaz Sahibi: Cumhuriyet Vakfı adına İlhan Selçuk Genel Yayın Yönetmeni: İbrahim Yıldız Editör: Berat Günçıkan Görsel Yönetmen: Aynur Çolak Yazı İşleri Müdürleri: Mehmet Sucu, Güray Öz (Sorumlu) Yayımlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ Baskı: İhlas Gazetecilik AŞ 29 Ekim Cad. No: 23 Yenibosna/ İstanbul (0212) 454 30 00 İdare Merkezi: Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sok. No: 2 34381 Şişli/İstanbul Cumhuriyet Reklam (0212) 251 98 7475 / 343 72 74 *Cumhuriyet Gazetesi’nin parasız pazar ekidir. Yerel süreli yayın. cumdergi@cumhuriyet. com.tr CUMHURİYET 03 CMYK