Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
10 PAZAR SÖYLEŞİLERİ 16 NİSAN 2006 / SAYI 1047 Furuğ’un kitabı... Ataol Behramoğlu AŞK MİYOPLAŞTIRIR Dış görünüm, baştan çıkarıcılık için büyük bir kozdur, ama ilişkiyi yapılandırmak için değil. Zamanla, bağlanmanın kaynağı bilinçaltı, yani görünmez mekanizmalar olur. sesin tınısı sorunudur. Hele kadınların çoğu için bu, bir erkekte güzellikten bin kat daha önemlidir. Bu derin bağlanmalar, içimizde iz bırakmış işlevsel kalıpları yeniden yaşatmak içindir. Yaşamları boyunca birçok kez partner değiştirenler, sanki aynı kişiyle tekrar tekrar tanışır gibi bir izlenim bırakırlar. Onların değişik fetihleri arasındaki bu benzeşme nereden kaynaklanmaktadır? İnsan hep, aşağı yukarı, bize ilk aşk nesnemizi geri getiren birisini çekici bulur. Her aşk seçimi bir Ödipyen seçimdir. Kabul edilmesi zor bir düşünce olabilir bu, ama bilinçdışı olarak hep belli özel işaretleri aramaktayızdır: Bize ebeveynimizinkileri anımsatan bir yüzün yuvarlaklığı, bir çene ya da göğsün biçimi, bir bakış, bir gülümseme. Peki öncelikle zıt olan fizik yapıların oluşturduğu çiftler ne olacak: uzun boy ile kısa boy, zayıf ile şişman? Bu çiftlerde de gizli olarak anneye duyulan bilinçaltı arzu ortaya çıkar. Örneğin, “zayıfşişman” ikililerinde, zayıfları daha güçlü kadınlara çeken şeyin altında ne olduğu incelendiğinde, besleyen büyüten, sarıp sarmalayan bir anneye karşı bilinçaltı bir arzuyla karşılaşılır. Gene zayıf bir kadının güçlü kuvvetli bir erkeği çekici bulmasının ardında ise arkaik bir güvenlik arayışına rastlarız. BAĞLANMA İLE GELEN GÜZELLİK Ne var ki bu “zayıf”, “şişman”, “güzel” ya da “çirkin” kavramları herkes için aynı anlamı taşımaz. Görünüm olarak herkes partnerini aslı gibi görür mü? Hiçbir zaman! Duygusal yatırım yaptığımız varlıklar, ister eşimiz olsun, ister ebeveynimiz, isterse çocuklarımız, bize aynı anda hem oldukları gibi hem de onları görmek istediğimiz gibi görünürler. Her zaman fantezi ile gerçekliğin bir karışımı söz konusudur. Bazıları, yıllar ardından ve birlikte geçen yaşam sayesinde güzelleşirler. Aşk kimyası eşlerin yüz hatlarını dönüştürebilir ve onları mutluluk ışınları yayar hale getirebilir, dolayısıyla güzel kılabilir. Daha genel anlamda duygusal bağlanmalar, güçlü insan ilişkileri de güzelliği doğuran şeylerdir. Çünkü yaşamda yaptığımız seçimler, ruhumuza kazıdığımız her şey bedenimize kaydolur sonuçta. Psychologies’den çeviren: EMRE ÇAĞATAY İ ranlı “kadın şair” Furuğ Ferruhzad için daha öncelerde de bir (belki birden fazla) yazı yazmıştım. Anımsadığım (ve şimdi elimin altında olan), “Mekanik Gözyaşları” adlı kitabımdaki “Soğuk Mevsimin Başlangıcında” adlı yazıdır. Yazıyı yinelemeye gerek yok. Ama bir tek şeyden yine de söz etmeliyim. Çok yıllar önce okuduğumda beni çarpan “Yeryüzü Ayetleri”nden... Gerçekten de bir karabasan ortamının çok güçlü metaforlarla betimlendiği bu dizelerde bir şairin unutulmayacak seslenişleri vardı... Güneşin artık ölmüş olduğunu söyleyen bir şairdi bu ve çocuklar birbirlerine, “defterlerine sıçrayan kapkara/iri bir mürekkep lekesiyle” “bu eskimiş sözcüğün tuhaflığını” anlatıyorlardı... Kimdi bu Furuğ? Uzun şiirin yayımlandığı dergide biyografik bir not vardı büyük olasılıkla ama ya dikkatimi çekmemişti ya unutmuşum. Furuğ Ferruhzad’ın çağdaş İran şiirindeki en büyük “kadın şair” olduğunu sonradan öğrenecektim... Şairin kadını erkeği olur mu? Ya da bir şairi “cinsiyet”iyle de tanımlamak ne dereceye kadar doğrudur? Bu konu, istenildiğince tartışılabilir. Fakat biyolojik (ve duygusal) kimliklerimizin oluşumunda cinsiyetlerimizin de bir rolü olduğundan her halde kuşku duymamak gerekiyor. Kendisi hakkında ilk yazımda konu edindiğim “Soğuk Mevsimin Başlangıcı”ndan sonra, daha yakın zamanlarda, Furuğ Ferruhzad’ın “Yaralarım Aşktandır” ve “Bir Başka Doğuş” başlıklarıyla şiir seçkileri yayımlandı. zdeyişler çoğu kez doğruları söyler, aşkın gözü kör olmasa bile, genellikle görüşü zedeler. Özellikle de kadınlarınkini. Kadınlar gerçekte gözlerini fiziksel ölçütlere erkeklerden daha kolaylıkla yumar gibidirler. Erkekler, aşk duygusuna öncülük eden asıl evrede güzelliğe daha duyarlı kalırlar. Onlar için kadınların güzelliği bir çeşit itibardır, kadın onların toplumsal başarısının markasıdır. Bu yüzden partnerlerinde güzelliği ararlar. Kadınlar, erkek güzelliğinin bir gerekli koz olmadığını rahatça açığa vururlar. Hatta bazıları bunun kendilerini korkuttuğunu savunurlar, herkesçe beğenilen bir erkekle yaşamak aşırı tedirginlik yaratır. Kadınlar zekâya, güce, toplumsal konuma, mizaha daha çok önem verirler ve bir ayrıntıdan ya da genel uyumdan fiziksel hoşnutluk almaya bırakırlar kendilerini. DEĞİŞKEN BİR ÖNEMLİLİK Aşk ilişkilerinde güzelliğin algılanması ve önemi yıllara göre değişir. Güzelin gücü genç yetişkinleri etkiler. Kendi kendilerini yapılandırdıkları ve tanımladıkları evreden henüz çıkmaktadırlar ve dış görünüm, bütünleşme ya da reddetmenin önde gelen öğesidir. Toplumsallaşma, bir gruba kabul edilme, karşı cinsle bağlantılarda büyük ölçüde dış simgelerin koşullandırması aracılık eder. Ayrıca bu geçiş çağında güzellik neredeyse büyülü Ö bir karaktere bürünür, tam anlamıyla bir tılsımdır. Ergenlikten çıkışta, güzelliğe olan hayranlığımız bir çeşit safça bağlanma demektir, çünkü bedensel güzellikle ruhsal güzelliği bir tutarız. Güzellik karşısında ışığa koşan pervaneler gibiyizdir. Sonradan, değişik yaşantıların ardından, ikisi arasında güçlü bir bağlantı olmadığını anlarız. Giderek, öncelikle içsel duygulanımlarla ilgilenilir. Bir çiftin yapılanma evresinde, güzellik bir güdülenme, bir gönderme olarak yerini korur, ama güzelliğin asıl rolü başlangıçtaki çekim evresinde belirleyicidir, uzun erimde değil. KİŞİSEL ÖLÇÜTLER Güzellik baştan çıkarmak için, gönül serüvenlerini çoğaltmak için bir büyük koz olsa da, sürekli bir bağlanma için pek de gerekli değildir. Geçerli olan üç etmen, eylemleri ve sözleri paylaşmak, karşılıklı beğeni ve düzenli, doyurucu bir cinselliktir. İlişki artık oturduğunda, söylenenlerin aksine, güzelliğin arzuyu uyarmak ve sürdürmenin ötesinde gerekli bir katkısı yoktur. İşin içine bir duyarlık, kişisel geçmişimizin biçimlendirdiği coşkular girer ve ne mutlu ki bunlar güzelliğin diktasına boyun eğmezler. Bir bireyi güzel bulmakla çekici bulmak arasında büyük ayrım vardır. Fiziksel bağlanma, daha çok kokular, cildin dokusu, Furuğ Ferruhzad Böylece büyük bir çağdaşımızı daha yakından tanımış olduk. Şimdiyse elimde, merakla ve ilgiyle okuduğum “Dünya Sevmek İçin Çok Küçük” başlıklı bir kitabı var. (Gri Yayınevi, derleyen ve çeviren K. Karabulut) Kitap, Furuğ’un mektuplarından, kendisiyle yapılmış söyleşilerden ve 1956 yılında yaptığı bir “Avrupa Yolculuğu”nun “Bir Başka Diyarda” başlıklı “anı”larından oluşuyor... Özellikle bu “anı”larda özgün ve dokunaklı bir anlatı tadı bulduğumu söylemeliyim... Onlarda Furuğ’un çok yönlü yeteneğini gördüğümüz gibi, bir Doğu toplumunda özgür kimlikli bir kadın olmanın ne anlama geldiğini, bunun için nasıl bir bedel ödemek gerektiğini de duyumsuyoruz... Yirmili yaşların ilk yıllarını sürmekte olan genç bir kadın ve anne olarak, oğlu da içlerinde olmak üzere, ülkesini, ailesini, tüm bir yaşamı geride bırakıp bir “kargo” uçağıyla İtalya’ya doğru yola çıkan Furuğ’la birlikte bu yolculuğu yapar ve Napoli, Roma sokaklarında onunla birlikte dolaşırken, yer yer Aslı Erdoğan’ın “Kabuk Adam”ında duyumsadıklarımın benzerini duyumsadım... Bedenini, kimliğini, benliğini “keşf”e çıkmış bir genç kadın... Sadece kendi ülkesinin değil, dünyanın ve belki tüm uzayın “yabancı”lığında, yapayalnız... Tek amacı, “kendi” olmak... Bu küçük, iddiasız “anlatı”nın bende uyandırdığı kederli duyguları tanımlayabilmem kolay değil... Makbule Aras’ın kitaba önsözündeki sözleriyle, “1967’nin buz gibi bir şubat günü, kar kokusuyla, onu uğurlayanların soğuğa karışan hüzünlü nefesleriyle” otuz üç yıllık bir ömrü geride bırakarak yaşamdan ayrılan sevgili Furuğ’un dilimizde yayımlanan bu yeni kitabını yorumlamaya tek bir yazı yetmez. Sözlerimi şimdilik, ondan birkaç cümleyle bitireyim: “Ne yazık! Dünya sevmek için çok küçük. Nasıl bir karanlık mağarada yaşıyorsun, hiç hissettin mi? İki altın kanatla sonsuz bir boşluğa uçmayı hiç istedin mi?” ataolb@cumhuriyet.com.tr Kalabalıkların içinden dokunmak istiyorum... Aylin Kotil oşuşturma ve hengâme içerisinde geçirdiğimiz günlerimiz, etrafımızdaki büyük kalabalıklarla süsleniyor. Belki de gün ışığının gittikçe daha uzun yaşandığı şu günlerde kalabalıklar da daha çok batıyor gözüme. Ya da bahar geldi diye arttı bu kalabalıklar kim bilir? Yanımdan geçenlere tanıdık tanımadık tek tek bakıyorum, acaba onlar da farkında mı bu kalabalığın diye. Neden sonra, beni rahatsız eden durumun kalabalık olmadığını fark ediyorum... Bütün bunları düşünürken aklım büyük ailelere takılıyor. Hani şu çok çocuklu olanlara. Oradaki çocuklar o kalabalığın içersinde hiç kendilerini yalnız hissetmişler midir? Yoksa kalabalığın içersinde var olma çabasından dolayı yorgun düşüp bu durum hiç akıllarına gelmemiş midir? Belki bu yorgunluklarda yalnızlığın dinlendiren tarafını bulmuşlardır, yalnız kalıp yön bulanların aksine. Yalnız kalıp yön bulmak da güzeldir sırasında, ya da kalabalıklar içersinde yalnız kaldığını anlamayacak kadar meşgul olmak. Ancak yaşanılan doyumları, farkındalıkları ve güzellikleri başkalarına aktaramamak yalnızlığın en korkunç şeklidir kanımca. Tek başına yaşanılan mutluluk, tek başına fark edilen ve aktarılamayan kazanımlar aslında mutluluk ve kazanımdan çok uzaktırlar. Tıpkı ferdi sevinçlerimizin milli duygular etrafında milletçe K sevinmemizin yerini tutamayacağı gibi. Bu yüzden de yanılırız bazen. Yanılırız çünkü fiziksel yalnızlığın bize acı verdiğini düşünürüz. Oysa onun altında çok daha farklı bir duygu vardır: Paylaşamamak! Bu sadece hüznü ya da sevinci değil her türlü duyguyu paylaşamamanın verdiği sıkıntıdır çoğu kez. Zaten bu yüzden de zor gelir yalnızlık... Peki neden genelde yaşlanınca acıtır insanı bu duygu? İçinde bulunduğumuz kalabalıklarda neyi ne kadar paylaşabiliyoruz? Hatta en cimri tarafımız duygularımızı paylaşırken çıkmıyor mu ortaya? Paylaştıkça azalan acılarımız, paylaştıkça artan mutluluklarımız olduğu bir gerçek değil midir? Bütün bunlardan dolayı ıskalamak istemiyorum görüntüme girenleri. Onlara dokunabildiğim kadar hissettiğimi biliyorum. Ama onlar da bana dokunabilsin istiyorum. Dokunsunlar ki karşılıklı olarak anlayabilelim robotlaşmadığımızı. Beş duyumla algılayıp sonsuz deneyimler kazanmak istiyorum. Modern dünyanın tekdüzeliğine kapılmış kalabalıklar yığını olmadan dokunmak ve dokunulmak istiyorum. aylin@kotilsarigul.com CUMHURİYET 10 CMYK