02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

12 ŞUBAT 2006 / SAYI 1038 Birol Kutadgu’nun çalışması... Bir ileri iki geri: İşte biz... Hale Tenger’in “Türk Olmak” işi, şimdi de Hollanda’da sergileniyor. Çünkü ona göre Türkiye’deki çıkışsızlık, yönsüzlük, aidiyetsizlik bitmek bilmiyor. Bir ressam, bir heykeltıraş B ugünlerde Çağla Cabaoğlu Art Gallery bir ressam ve bir heykel sanatçısının yapıtlarına ev sahipliği yapıyor. Konu, “Başkalaşım”. Birol Kutatgu ile Uğur Çakı’nın eserleri, 28 Şubat’a kadar sergilenecek. Birisi tuvale boyayla, birisi bronza şekil vererek çalışsa da, soyut dışavurumcu tavırları, mekanfigür yorumları, figür deformasyonları konusundaki ortak noktaları “Başkalaşım”da görülüyor. Kutatgu, 1945 doğumlu. 1970 yılında İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü’nü bitirmiş. İlk kişisel sergisini 1970’te İstanbul’daki Alman Kültür Merkezi’nde açmış. “Resimdeki parçalanmalar mekân farkları, renkler aynı ritimlerle yüklü, anlatması zor, anlaması kolay” diyor Kutatgu. O, başkalaşımı kendi resminde de görüyor. “Resim” diyor, “yaşamın belli bir döneminde belli bir yerden bellekte kalmış imgelerden oluşuyor. Bu bir piyano, bir şarap bardağı ya da bir kahve fincanı, sandalye, yatak olabilir. Resim içinde her şeyden önce bir bütünlük vardır. Bu bütünlük ‘çıplak’la ya da ‘çıplak’sız yaşanır, eğer işin içinde ‘çıplak’ varsa başlı başına değeri vardır. Aralarında bağlantı da vardır, bağlantısızlık da”. Uğur Çakı için “MethamorphosisBaşkalaşım” doğadaki biçimlerin ve figürlerin gerçekliğine ve primitif yönüne tutkulu bir bağlılıkla gerçekleştirilen sessiz anlatı, şaşkın bir duyarlılığın eseri. Çakı, işlerini şöyle anlatıyor: “Biçimlerin en yalın ve en plastik halini esas aldığım çalışmalarımda, başlangıcından çok daha farklı hale dönüşen ve sürekli başkalaşan insanı, hayat akışını ve kişisel sona doğru hızla yaklaşıldığını anlatmak istedim. Sürekli değişen roller, ifade etmeye çalıştığımız kişiliğimiz; bir o kadar yalnız başlayanın yalnız bir biçimde sonlanması, hep elden uçup gittiğinde kıymetli olanın farkına varabilen, bakan ama göremeyen insanlar, yani bizler... Sürekli koşuşturan, kaçışan, ayak uydurmaya çalışan, ritmi arayanlar; bizler, hepimiz, sona kadar hiç durmayacak olanlar...” Sanatçı 1974 yılında doğmuş, Seramik üstadı Sadi Diren, Mohie El Hüssies, Akito Morino, Nick Johanes De Vires, Jaly Vasguez gibi birçok sanatçıya asistanlık yapmış. Tüm sanat akımlarını ve eserlerini incelemiş, soyut biçimlendirme anlayışından etkilenmiş, en çok da Henry Moore ve Jean Arp’ın heykelleri sanatını etkilemiş. Uğur Çakı’nın Çağla Cabaoğlu Art çalışması... Gallery: 0212 291 37 91 Hale Tenger Özlem Altunok Şu yandaki figürlerden gözünüzü ısıranlar var mı? Doğanın yasalarına direniyor gibi görünseler de tanıdık, bildik bir hali işaret ediyor olabilirler mi? Hale Tenger, 1997’de “Devren Satılık” adlı çalışmasında Susurluk olayı sonrasındaki sessizliğe ve çözümsüzlüğe dikkati çekmişti. “Türk Olmak” yerleştirmesi 2002’de Galeri Nev’de sergilendiğinde bu tepkisizliğin sınırsızlığını sorgulamıştı. Tenger’in bir ulus portresi olarak ortaya koyduğu “Türk Olmak” çalışması şimdi de Hollanda’da “Yeni Olan Ne?” adlı bir serginin konuğu. Tenger’le çalışmasını ve sabitliğini koruyan Türkiye meselelerini konuştuk. Mekâna yayılan onlarca küçük figür ve onlara eşlik eden ses kaydından oluşan “Türk Olmak” sergisini bir ulus portresi olarak sundunuz. Daha önce Susurluk olayından yola çıkarak yaptığınız “Devren Satılık” işi de benzer bir kesitti. Bu birbiriyle ilişkili çalışmalarınız ortaya nasıl bir portre çıkarıyor? “Türk Olmak”taki kuklamsı figürlerin duruşlarındaki yerçekimine aykırılık, Türkiye’ye yabancı birine, doğa yasalarına karşı, inanılması imkânsız bir durum gibi gözükebilir, ama her koşulda var olabilmeyi öğrenmiş Türk toplumundaki bireylerin durumuy la tıpatıp benzerlik gösteriyor. Yerleştirmenin bir parçası olarak, Serdar Ateşer’in farklı ses ve müzik kaynaklarından derlediği ses kolajında, eski dönem milletvekillerinin meclisteki yemin ve konuşmaları ile ’80 darbesinin bildirileri ve haberleri, 90’lı yıllardan bir emniyet genel müdürünün kaybolmuş bir şahsın gözaltına alınışını reddeden konuşmasından bölümler, Atatürk’ün nutkunun tersten okunan versiyonu, klasik Batı müzikleri, milli marştan bölümler var. Bu ses kolajı “Devren Satılık”ta kullanılanın bir versiyonuydu. “Devren Satılık”, Susurluk kazasının hemen ardından, ona bir tepki olarak oluşmuş bir sergiydi. “Atölyemin Galeri Nev’in içine kusması” olarak tarif ettiğim bir görüntü kolajına, Serdar’ın hazırladığı ses karşılığı olarak ortaya çıkmıştı. 2002’de yeni bir sergi hazırlamam söz konusu olduğunda, “Türk Olmak” fikir olarak oluşurken aynı sesi kullanmak istememin sebebi hiçbir şeyin değişmemiş olmasıydı. Nereden estiği belli olmayan bir rüzgâra karşı herkes kendi bulduğu çarelerle ayakta kalmaya çalışıyordu. Serdar’ın ortaya çıkardığı kolaj, politik skandallar, tıkanmışlık, çürümüşlük, aidiyetsizlik, yönsüzlük hallerinin ses kayıtlarında vücut bulmasıydı. MIŞ GİBİ YAPMAK... Bu işleriniz “değişmeyen”leri, “sabit”leri, “tekrar”ı işaret ediyor. Siz bu yerinde saymayı, şuursuzluğu nasıl açıklıyorsunuz? Türkler, nesiller boyudur, ne tam olarak Doğu’ya, ne de tam olarak Batı’ya ait olamadan, yarımodernizm, yarıözgürlük ve yarıdemokrasinin hüküm sürdüğü bir belirsizlik ortamında yaşayageldiler. Bu süregelen durum, toplumda, kendi kimliği ve geleceğine dair derin bir belirsizlik duygusu oluşturdu. Bir yanda her daim taze bir kolektif karışıklık hafı zası, diğer yanda sürekli ayaklarını yere sağlam basabilme arzusu arasında savrulunup duruldu. Bence bu iki uç arasındaki sürekli salınım, “mış gibi yapmayı” Türk ulusunun belirgin bir karakteristik özelliği haline getirdi. Belirli bir hedefe varılmasını sağlayacak ortam mevcut değilse, hedefe ulaşmak zor veya tehlikeli ise, hedefin yerini, bir benzerinin alması hemen kabul görüveriyor. Toplum üzerinde kurulu, güce dayalı otoriter sistemin sürekliliği, bireyleri inzivaya çekilmeye, yönetici elitin bakışlarından ırak, özel huzur alanlarına kaçmaya zorladı. Bu küçük, sosyal, hayatta kalma boşlukları, sadece güvenli nefes alma mekânları sağlamakla kalmadı, bu baskıcı ortamın uzayıp gitmesine neden oldu. Hollanda’daki serginin ana başlığı “Yeni Olan Ne” adını taşıyor. Bu Türkiye’deki “değişmeyenleri” de içine alan bir başlık mı? “Yeni Olan Ne” bir konsepte dayanan bir sergi değil, bir de alt başlığı var: “Arnhem Modern Sanat Müzesi Koleksiyonuna Çağdaş Sanattan Yeni Katılımlar”. Dolayısıyla ana başlık, yakın dönemde müze tarafından satın alınan yapıtlardan oluşan bir sergi olduğuna gönderme yapmaktan öteye gitmiyor. Yine de işinizin “Yeni Olan Ne?” başlığı altında sergilenmesi ironik... Tüm bu değişmeyenlerin içinde umutlanacak yeni bir şeyler yok mu? Açılan davalar, yolsuzluklar derken, insana hep aynı plak çalıyor gibi geliyor ve hiç umut yok diye düşündürüyor. Diğer yandan, “Kürt yoktur, onlar karda kartkurt yürürken çıkan ayak sesleridir,” laflarından da çok uzaklaştık. Sorun bu değişimlerin insanda değişim oluyor hissini yaratmayacak kadar yavaş olması ve arada sırada atılan saçma sapan adımlarla, zaten derme çatma olan bu iyiye gidiş hissinin bir anda silinip süpürülmesi. Görünen o ki, biz hâlâ, bir ileri iki geri sendromundan kurtulmaktan çok uzağız. Ben resimlerimdeyim... Esra Açıkgöz S anatsal üretimin temeli “iç”tenliğin kaynağı değil midir? Bu soru, Şenay Öztürk’ün ŞişliArtemis Sanat Merkezi’ndeki sergisinin konusu. Sergide sizi bekleyen ise, zaman zaman renk cümbüşünün verdiği coşku, zaman zaman renk kasırgasındaki gerçeklik, lirizm, belirsizlik... Çıkış noktası, içsellik ve samimiyet olan sanatçının sergisi, 25 Şubat’a kadar gezilebilecek. Öztürk, sergide pentürel resim dilini kullanıyor. Resimleri, yaşadığımız dünyaya ait çağrışımları, zamanın ve mekânın durduğu bir an olarak “temsil” ediyor. İşte Şenay Öztürk’ün resim anlayışı ve sergisi hakkında anlattıkları... Önce biraz sizi tanısak? 1964, Bartın doğumluyum. Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi Resim İş Eğitimi Bölümü’nden mezunum. İlk kişisel sergimi, 1996’da Galeri Soyut’ta açtım. Sonra 1999’da İzmir Resim Heykel Müzesi’nde, 2000’de The British Council Art Gallery’de, 2002’de ise Ankara Tenis Kulübü’nde kişisel sergiler açtım. TED Ankara Koleji lise bölümünde resim öğretmeni ve etkinliklerden sorumlu müdür yardımcısı olarak çalışıyorum. Resimlerinizin çıkış noktası nedir? Doğa... Zaten her şeyin kaynağı doğa değil mi? Re simlerimde görülenler doğa soyutlamaları, ancak bu soyutlamalarda ayrıntıya kaçmıyorum. Bu serginizin konusu “Sanatsal üretimin temeli ‘iç’tenliğin kaynağı değil midir?”. Neden bu başlık? Kurallara uymayı sevmiyorum. İçimden geldiği gibi, kendimi kasmadan, doğallığımı bozmadan resim yapmayı seviyorum. Samimi olduğumu hissediyorum. Sanatın da samimi olması gerektiğini düşünüyorum. O yüzden de resimlerimde öğrenilmişi aktarmıyorum. Peki beğenilmekle samimiyet arasındaki ilişki nedir? Beğenilmek samimi olmayı bazen geri plana itmiyor mu? Ben kendimi beğendirmek kaygısıyla resim yapmıyorum. Bu şekilde yapacağım sanat zorlama olur. O da hissedilirdi zaten. Yine de benimle aynı şeyleri hissedenler beğeniyorlar. BOYANIN KENDİNE ÖZGÜ GÜCÜ... Resimlerinizde hâkim renkler, kırmızı, turuncu ve mor. Bunların sizdeki yansıması, anlamı nedir? Coşku, devinim... Aralarda “es” veren yerler olsa da, genelde devinim var. Genelde sakin tavırlı olduğum için, insanlar resimlerimi görünce “A bu ne coşku?” der. Renkler bağırır. Tabii yine de, rengi doğallığından çok çıkarmam. Resimlerinizde diğer dikkat çeken nokta ise, renk cümbüşü ya da renk kasırgalarının arasındaki kadın figürleri... Sanırım arada “Buralarda ben varım” diyorum. Aslında bunu tam tanımlayamıyorum, ancak arada figür giriyor resmime, bazen kadın, bazen de kuş. Sergideki resimlerinizde bir kargaşa seziliyor ya da en azından ben öyle sezdim. Evet, bir kargaşa var. Kimi zaman renkler kargaşaya dönüyor, kimi zaman bir yerlerde duruyor. Peki bu neyin kargaşası? O andaki hislerimin... Kendimle ilgili bir kargaşadır belki. Sanırım kendinizi konuşmaktan ziyade, resimlerinizle Şenay Öztürk için resim kendini anlatmanın en iyi yolu, “Tuval bana ait bir dünya” diyor. Bu dünyayı, Artemis Sanat Merkezi’ndeki sergisinde insanlarla paylaşıyor. ortaya koymayı seviyorsunuz? Yaptıklarımı çok dillendiremiyorum. Yani ne anlatayım, o andaki duygularım doğrultusunda resim yapıyorum. O yüzden de dillendirmekte zorlanıyorum. Kelimelerle anlatmaya çalıştığımda kasıyor, giydirme kalıyor sanki. Sanırım beni en iyi anlatan resimlerim. Resimlerde en doğal halimle konuşuyorum. Çünkü benim dünyamda onlar yerlerini buluyorlar. Siz, “akıl hastalarının resimlerinin analizi” konulu çalışmalar da yaptınız. Evet, doktora tezimdi bu. Gerçi İngilizceden kaldığım için doktoramı veremedim ama (gülüyor)... Onların dünyalarının resme yansımasını inceledim. Resimlerimde onların içtenliğinin yansıması da olabilir. Çünkü onların resimlerinde, ne renkte ne de kompozisyonda hiç filtre yok, bilinmişlikleri aktarma gereklilikleri ve beğendirme kaygıları yok. Bu benim resimlerimde de ulaşmaya çalıştığım şey. Orası, o tuval sadece benim dünyam. Yine de sen izlerken coşabilirsin. Bu 5. kişisel serginiz. Bu sürede ne kadar yol aldınız? Boya kullanımımın olgunlaştığını düşünüyorum. Nerelerde, neyi toplayacağımı daha iyi biliyorum. Hissettiklerimi daha net yansıtıyorum. Tabii bunlar benim düşüncelerim. CUMHURİYET 16 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle