Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
R PAZAR 9 30/11/06 16:04 Page 1 PAZAR EKİ 9 CMYK 3 ARALIK 2006 / SAYI 1080 9 PAZAR SÖYLEŞİLERİ Muazzez Hanım’a sevgilerimle Ataol Behramoğlu İstanbul’a hoş geldin SIMONE Simone Sitte Okkan’ın vasiyeti, “Beni İstanbul’un bir tepesine gömün”. Peki Simone kim? Zülfü Livaneli’ye göre “Kültürlerarası iyi niyet elçisi”ydi. Yaşar Kemal’i, Nâzım Hikmet’i, Aziz Nesin’i Almanlara tanıtan Simone’du. Eşi Osman Okkan’la birlikte hazırladığı belgesellerinde siyasi sığınmacıların yaşadıklarını da anlattı. Düşüncesinde sınırları ve ırkları kaldırmıştı. Işık Selen lmanya’nın herhangi bir havaalanından ziyaret amacıyla, ya da tatil için Türkiye’ye gitmek üzere uçağa binenler bazen o uçağın içinde fazla konuşmayan, bakışları uzaklara takılıp kalmış bazı yolcuların da bulunduğunun ya farkında değillerdir, ya da bunu akıllarına getirmezler. Oysa dalgın, gözleri nemli, hattâ yaşlı, o kederli yolcuların Türkiye yolculuklarının tek nedeni, yaşamlarının belki uzun bir bölümünü, böyle olmasına rağmen onlar için yine de kısa sayılabilecek bir bölümünü birlikte geçirdikleri, yaşamı ve düşünceleri her anlamda paylaştıkları ve “kendilerinin bir parçası” olarak gördükleri güzel insanlarına sonsuz yolculuklarında eşlik etmektir… Ama o güzel insanlar artık o yolculukta, sevdiklerinin hemen yanındaki koltukta değil, uçağın bir başka bölümündedirler! 23 Kasım 2007 Perşembe günü Köln’den Istanbul’a doğru havalanan uçağın yolcu bölümünde oturan, ama zaman zaman cok uzaklara daldığını, gözlerinin nemli olduğunu etrafındaki kişilerin farketmedikleri bir kisi, Osman Okkan da 20 yıl boyunca aynı idealleri, düşünceleri ve heyecanları, tüm hayatı paylaştığı eşinin, Simone SitteOkkan’ın son yolculuğunda ona eşlik ediyordu. Simone, yakalandığı amansız hastalığa Köln’de yenik düşmesinden önce, Osman’ının yanında oturamasa bile bu son İstanbul uçak yolculuğunu kendisi istemişti. “Beni İstanbul’da bir tepeye gömün!” demişti. İşte Osman Okkan şimdi sevgili eşinin bu isteğini yerine getirmeye gidiyordu. Kimdi 51 yaşında yaşama veda etmek zorunda kalan ve İstanbul’da toprağa verilmesini isteyen Simone Sitte? Herşeyden önce Köln’de üniversite döneminde kültür alanındaki eleştirileriyle ve kitaplarıyla tanınmaya başlamıştı, Simone… Daha sonra dört yıl süreyle WDR’ın (Batı Alman Radyoları) Radyo Oyunları bölümünde redaktör olarak görev yapmıştı. Almanya’nın önemli gazetelerinden Süddeutsche Zeitung ve Kölner Stadt Anzeiger’deki edebiyat eleştirileri ile meslek yaşamında tırmanışını sürdüren Simone SitteOkkan daha sonraki film biyografileriyle başta Yaşar Kemal olmak üzere Türk edebiyatının ünlü isimlerinin Almanya’daki tanıtımında büyük rol oynamıştı... 1990’lı yıllara Simone Sitte WDR Televizyonunda yayımlanan çeşitli yazarlarla ilgili filmleriyle başlamıştı. 1993 yılında ise “Almanya’daki Siyasî Sığınmacılar” konulu radyo röportajı Simone’ye CİVİS (Medyada Medeni Cesaret) Ödülü’ü getirmişti. 1996 yılından itibaren de Nâzım Hikmet, Yaşar Kemal ve Aziz Nesin’le ilgili otuzar dakikalık belgesel filmleri Osman Okkan’la birlikte yapmıştı, Simone… (Bu üç film daha sonra Almanya’da lise son sınıflarda ders birimleri olarak kabul edildi) O tarihte İstanbul’da olamayacağım için 1 Kasım 2006 tarihindeki duruşmaya katılamayacağımın üzüntüsünü, “Cumartesi Yazıları”mdan birinin dipnotunda belirtmiştim. Söz konusu "yargılama” yapıldı ve Muazzez İlmiye Çığ ilk oturumda aklandı. Aslında aklanacak bir şey de yoktu. Muazzez İlmiye Çığ “Vatandaşlık Tepkilerim” adlı kitabında bir gerçeği dile getirmiş, “türban” denilen örtünün kökenini, İslam’dan önce hangi durumlarda ve ortamlarda kullanıldığını yazmıştı. PEN Yazarlar Derneği’nin (ve sevgili dostum Yılmaz Onay’ın) öncülüğünde, yazarlar, aydınlar, duruşma günü Sayın Çığ’a destek olmak için orada bulundular. Fakat bu duruşma, bir gösteriye dönüşmedi. Bunun başlıca nedenlerinden biri, Muazzez İlmiye Çığ’ın oraya Türkiye karşıtı haberler, görüntüler yayınlamaya meraklı yabancı gazetecileri, “insan hakkı savunucuları”nı çağırmamış olmasıydı... Bir başkası, başkaları bunu özellikle yapardı. Ülkenin zaten bozuk imajını daha da yerin dibine batırarak rant sağlamak için. Peki bu fark, Muazzez İlmiye Çığ farkı nereden geliyor? “Kaçak Yayın” dergisinin Kasım 2006 tarihli sayısında kendisiyle yapılan bir söyleşideki sözleri bu farkı bir kez daha gözler önüne seriyor... Söyleşiyi okurken, kim daha genç, doksanlı yaşlarında olduğu söylenen sevgili Muazzez İlmiye Çığ mı, yoksa söyleşiyi yapan ve herhalde doksanların çok altında olmaları gereken gazeteci arkadaşlar mı diye düşünmeden edemiyorsunuz... İşte bu söyleşide kendisine yöneltilen sorulardan bazıları ve Muazzez Hanım’ın yanıtları: “Sizce Türkiye muhafazakârlaşıyor mu?” “Muhafazakârlık değil, Türkiye irticaya doğru gidiyor…” “Türbana çok sert karşı çıkıyorsunuz?” “Türban değil onlarınki, bohça. Saç bohçası…” Muazzez Hanım daha sonra, ilk kez duyduğum “Stockholm Sendromu”ndan söz ediyor… Daha doğrusu, konuyu biliyordum ama, deyimi ilk kez duyuyorum... Kendisini baskı altında tutan kişiye karşı uzun zaman sonra iyi hisler besleme durumuna gelinmesine, baskı görenin baskıyı kendi rızasıyla yapılmış gibi hissetmeye başlamasına Stockholm Sendromu deniyormuş... (“Gece Bekçisi” adlı filmde bu durumun çok uç bir örneği vardı. İşkenceciye tapınma, onun seks kölesi olma…) Muazzez Hanım’ın sözleriyle: “Bu kızlar da baskı altında türban takıyorlar, sonra kendim istiyorum, kendim yapıyorum diyorlar…” Söyleşiyi yapan iki genç arkadaştan bayan olanı soruyor: “Ben tesettürlü olsaydım, benimle röportaj yapar mıydınız?” “Hayır yapmazdım…. Üzüldüğüm için yapmazdım.” “Neden üzülüyorsunuz ki, belki de o mutlu?” “Stockholm Sendromu” konusunu belki de tam olarak anlamamış olmalı ki yukarıdaki sözleri söyleyen genç bayan arkadaşa doksanlı yaşlarındaki Muazzez İlmiye Çığ’ın yanıtı şöyle: “Üzülüyorum. Çünkü ben kadınların daha serbest olmasını istiyorum. Erkeklerin sözüyle hareket etmelerine tahammül edemiyorum. Bu tesettür bence din değil, tamamiyle erkeklerin isteği… Bakın eğer Başvekil karısına dese ki hanım çıkart başörtünü, hemen çıkartır…” “Başvekil” cumhurbaşkanı olmak hevesiyle karısından bunu ister mi, karısı onun bu sözünü dinler mi, bir cumhurbaşkanlığı bir türbana değer mi, bu tekerleme böylece uzayıp gider… Siz en iyisi, söyleşinin yayımlandığı dergiyi bulup Muazzez İlmiye Çığ’ın sözlerini benim gibi altlarını çize çize okuyun... Doksanlı yaşlarını sürmekte olan bu zekâya, bu yaşama enerjisine, bu insanlık ve yurttaşlık bilincine, bu sadece bilgiyle değil sevgiyle ve duyguyla da donanmış pırıl pırıl akla benim gibi hayran kalın. Ve Cumhuriyet’in ilk aydınlar kuşağının bu son seçkin temsilcilerinden birinin kişiliğini ölçü alarak, belki kendinizden ve çevrenizden başlayıp bugün ülkemizde insan malzemesinin nereden nereye gelmiş olduğu konusuna bir kez daha göz gezdirin... Ama karamsarlığa da kapılmadan... Çünkü Muazzez Hanım’ın ışık dolu aklı, ülkemizin geleceğine olan inancını, umudunu, heyecanını korumayı sürdürüyor… ataolb@cumhuriyet.com.tr A BARIŞ İÇİN SÜRÜLENLER 2003 yılına ise Osman OkkanSimone Sitte çiftinin Arte Televizyonu için hazırladıkları TürkYunan Mübadelesi ve sonrasını konu alan “Barış İçin Sürülenler” isimli belgesel film damgasını vurmuştu. 2004 yılında da Simone SitteOkkan ayni filmle Nürnberg Uluslararası Film Festivali çerçevesinde Mahmut Tali Öngören Demokrasi ve İnsan Hakları Ödülüne lâyık görülmüştü. Simone Sitte, eşi Osman Okkan’la birlikte TürkiyeAlmanya Kültür Forumu ile TürkiyeYunanistan Barış Girişimi Avrupa’ nın da kurucu üyesiydi. İşte böyle bir geçmişe sahip Simone SitteOkkan 51 yaşında Almanya’da değil, İstanbul’da toprağa verilmesini istemişti. “Niçin?” diye soranları da “Türkiye’yi hem güzellikleriyle, hem de çelişkileriyle, tüm insanlarıyla sevdim. Kusursuz insan ve ülke yoktur. Onun için!” diye yanıtlamıştı. Okkan ailesi de Simone’nin İstanbul’un herhangi bir kabristanında yatmasına razı olmadı ve 94 yaşındaki baba Celal Okkan 1999 yılında yitirdiği eşi Nuriye Okkan’ın yanında Ümraniye Kocatepe Kabristanı’nda kendisine ayırdığı yeri verdi. 25 Kasım 2006 tarihinde Simone işte o kabristanda, o yerde toprağa verildi. Ne Yaşar Kemal ailesi onu yalnız bıraktı, ne Zülfü Livaneli, ne de onu sevenler! Yaşar Kemal’in “Türk edebiyatını Avrupa’da tanıtan sayılı kişilerden biri”, Zülfü Livaneli’nin de “Kültürlerarası iyi niyet elçisi olarak çalıştı, hayatı boyunca!” sözleriyle değerlendirdiği Simone SitteOkkan’ın toprağa verilmesinin fotoğraflanmasının Mezarlıklar Genel Müdürü’nün emriyle engellenmek istenmesinin altında ne olduğunu ise, Simone de herhalde bilmek isterdi. Çünkü her zaman basın özgürlüğünden yana olmuştu! İstanbul topraklarında, Okkan ailesinin kucağında rahat uyu, Simone! Siz nerede biter, sen nerede başlar? Aylin Kotil on yıllarda etrafımdaki arkadaşlarımın ve dostlarımın sıkça yakındığı bir durum; sen ve sizin sınırı. Özellikle yabancı ülkelerde ve gençler arasında yaygın olan bu durum; yani tanımadığımız birine daha ilk andan itibaren “sen” deme durumu, oralardan gelen her yeni akım gibi bizi de sarmış durumda! Önce gençler arasında başladı, şimdilerde ise neredeyse herkes birbirine “sen” demekte, tanıdık tanımadık! Amaç resmiyeti kaldırmak, samimi olmak! Resmiyetin güzel olan tarafına ya da samimiyet çizgisine girmeyeceğim. Ancak şunu söylemek istiyorum; bu “sen” meselesinden hoşlanmayan birçok insan da var. Geçenlerde bir arkadaşım jinekolog görüşmesinden sonra yakınarak anlatıyordu: “İlk defa gittiğim bir doktordu. Daha tanışalı S beş dakika bile olmamıştı ve bana ‘sen’ dedi! Beni kendinden daha mı aşağılarda gördü acaba? Hayır, yaşlarımız da neredeyse aynı, benden çok daha yaşlı olsa anlayacağım….” Belli ki çok canı sıkılmış bu duruma hatta kişiselleştirmiş de bir parça. Oysa aynı doktor, kendi işi için nüfus müdürlüğüne gitse, bu sefer de oradaki yetkili ona sen diyecek. Roller değişecek, doktor da “siz” diyecektir yetkiliye. Çünkü ülkemizde böyle bir sorun var. İktidar, iktidar olmanın nimetlerinden faydalanmak ister. Bu anlamda da gücünü karşısındakine hissettirmek ister. Bunun içindir ki, iktidardaki “sen” demeyi çok sever. İşinin görülmesini isteyen de bu geleneğe hiç karşı çıkmaz. Başka bir tanıdığım, ajans sahibi, uygun bir sekreter bulamamaktan yakınıyordu: “Yıllarca emek vermiş tiyatro oyuncularına açıyorlar telefon, hal hatır sormadan direkt falanca yerde sizi bekliyoruz deyip kapatıyorlar telefonu! Ve haklı olarak böyle bir muameleyle karşı karşıya kalan yılların saygın sanatçıları görüşmeye gitmiyorlar!..” Sen diye başlayan hitaplardan sonra artık o kadar yorgun ki herkes, o kadar sadece kendiyle ilgili ki insanlar, telefonla aradığımız kişilere, tanıyalım tanımayalım bir “Merhaba, nasılsınız?” demeden, hal hatır sormadan direkt konuya giriyorlar. Bilenleriniz vardır belki, bir anaokulu işletiyorum, ilk gelen velilerin en sık sorduğu soru şu: “Bilgisayar ve İngilizce var mı?” Bunu hatırlayınca ajans sahibi tanıdığıma sordum, “Sekreterlerde bilgisayar ve İngilizce var mı?” diye. Bilgisayarı hepsi çok iyi kullanıyormuş, İngilizce de birçoğunda iyi düzeydeymiş. Evet, bilgisayar kullanmayı öğretiyoruz toplum olarak, annebaba ve eğitimci olarak. Peki nerede, nasıl davranacağımızı? Başkalarının haklarının ve sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiğini? Bir arada yaşama kurallarını? Bilgisayar, İngilizce her yaşta öğreniliyor, ancak bu saydıklarım belli yaşlarda verilmeyince bir daha çok zor oturuyor yerine. Bilgisayar ve İngilizce’den önce birbirini seven, ciddiye alan ve karşısındakini önemseyen çocuklar yetiştirebilmek ümidiyle, iyi pazarlar. aylin@kotilsarigul.com