Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
R PAZAR 8 30/11/06 16:03 Page 1 PAZAR EKİ 8 CMYK 8 3 ARALIK 2006 / SAYI 1080 Saçını süpürge eden erkekler İpek Özbey ürkiye’de kadın dünyada olduğu gibi işgücüne katılımını artırdıkça, ev kadınlarının sayısı da azalıyor. Bir zamanlar başarılı erkeğin arkasında duran kadın, şimdi kariyer basamaklarını tırmanırken aklını evde bıraktırmayacak adamlar arıyor. Bu yüzden de şimdi eğilim, ev erkeği olmak. Kimi bunu seçiyor, kimi mecbur kalıyor. Kimi de birbirine vakit ayırabilmek için bu formülü deniyor. İtalya’da ev erkekleri derneğinin beş binden fazla üyesi var. Yani dünya dönüyor, döndükçe de roller değişiyor. O zaman, bu yeni role bürünen erkeklerle konuşmak gerekiyor… Kimisi mecburiyetten, kimisi de kendi isteğiyle evde. "Ev erkeği" olarak tanımlanmaya bir itirazları yok. Çamaşır, bulaşık, yemek, alışveriş, çocuklar, onların işi. Gerçeğin de farkındalar, evde çalışmak dışarıda çalışmaktan daha zor! Parayı idare etmeyi de evde öğrendiklerini gizlemiyorlar… İşte ev erkekleri: Tunay Ece, Haluk Kesim ve Haluk Kesim. Aydın Denizci… Babası önünde duran suyu annesinden ister, yemekmiş, temizlikmiş, ütüymüş, elini sürmezmiş. Kendisi de evliliği sırasında maço sayılabilecek bir erkekmiş. Sonra iş başa düşünce, görmüş ki, yemek yapmayı da biliyor… Yemekle yetinmemiş, evin bütün işlerini yüklenmiş, ama maçoluğu baki… Eğer hayatına bir kadın girerse, hemen ev işlerini ona bırakıyor. Kafası biraz karışık, mecburiyet mi, tercih mi, pek belli olmuyor, “Bir mutfağa iki kişi fazla” deyip sıyrılıyor işin içinden… Karıkoca boşanınca, çocuklar önce anneleriyle yaşamışlar bir süre, sonra babanın yanına gelmişler. Denizci daha bir ev erkeği olmuş… Yazılarını gece yazıp, internetle gidecek adreslere yolluyor, gündüzleri de ev işleri ve çocukların isteklerine göre hareket ediyor. Sorunu başlatan o değil, çocuklar… Anlatıyor: “Çocuklarımın arkadaşları, benim babamın işi şu, peki senin baban nerede çalışıyor, diye soruyorlar. Yazıyor, çiziyor cevabını alınca, bu kez işyeri nerede diye soruyorlar. Bilmiyorlar, evden çalışılabileceğini. Bir de çocuklar eve geldikleri zaman anne belki olabilir, ama baba görmek istemiyorlar. Baba hep kendilerinden sonra eve girsin istiyorlar. Hâlâ alışamadılar, sabit bir iş bulmamı istiyorlar. İhtiyaçlarını karşılıyorum, onlar için saçımı süpürge ediyorum, peki neden şikâyet ediyorlar? İşte toplum dayatması…” Bir daha evlenirse ev işi yapmayacağını söylüyor, ama pilav ve salatayı kimseye bırakmayacak. Bir de ütüden nefret ediyor, “İsteyen yapabilir” diyor… Peki, siz kadınlar? Evi işiyle birlikte erkeklere bırakıp, çalışmaya, iş yorgunluğunu arkadaşlarınızla atmaya, eve döndüğünüzde patlıcanın kabuğunun yarım yamalak soyulduğunu görmeye var mısınız? T Aydın Denizci ve Haluk Kesim... O belki de Türkiye’nin en meşhur ev erkeği. Çünkü o bunu artık işe çevirdi. Ev erkeği adıyla kitaplar yazıyor, radyo programları yapıyor… Haluk Kesim’den bahsediyorum. 2001 yılında işten ayrılmış, sıkılmış çalışmaktan, eşi çalışıyormuş, “biraz dinleneyim” demiş. “O arada bana bir yayın kuruluşundan teklif geldi. Anlaştık, ertesi gün vazgeçtik dediler. İyi dedim, madem vazgeçtiniz ben de çalışmaktan vazgeçtim”... Eşi çalışıyormuş, Kesim de ev işlerini yapmaya soyunmuş. “Eşim için çok iyi oldu” diyor “Akşam eve geldiğinde yemek bulmaya başladı. En güzeli de artık birbirimize daha çok vakit ayırabiliyorduk”... Şimdi çalışıyor Kesim, ama evin bütün işlerini hâlâ o yapıyor, üstüne bir de çocuk eklenmiş… Arada yazı yazıyor, seslendirme yapıyor, ama o ev erkeği. “Bir evliliğin doğru gitmesi için herkes biraz da ev erkeği olmalı” diyor. İşte ev erkeğinin bir günü: “Sabah kalkıp eşe kahvaltı hazırlanır. Onu işe gönderince yeniden yatağa girilir. Sabah programları izlenir, ortalık toplanır, çamaşırlar yıkanır, bildiğiniz ev işleri işte… Saat dörtten altıya kadar yemek yapılır. Arada arkadaşlar ağırlanır, kekli börekli beş çayları hazırlanır…” Neden eşi değil de o evin işlerini yüklendi, peki? “Çünkü” diye yanıtlıyor “Benden daha çok para kazanıyordu”… Yeniden çalışmaya başlama nedeni, çevresinin eşine dayatması... “Ya Haluk oturuyor, ne yapıyor” gibi sorular eşinin canını sıkmış. “Ben sabah dokuz akşam beş çalışmak istemiyorum, ama evlendiğim kadını kırmak istemedim, yeniden işe başladım” diyor biraz kırgın. Çevresi sadece eşine, sormuyor, neden, nasıl, niçinleri… Kesim’e “Ne yapıyorsun” diye soranlar, “Hiç, evdeyim, ev işleriyle uğraşıyorum” yanıtını alınca, hayret dolu bakışlarla kalakalıyorlar… Haluk Kesim, merkezi İtalya’da bulunan ev erkekleri derneğinin de üyesi. Bunun, yani ev erkekliğinin ciddi bir iş olduğunu söylüyor. “Saygı duyulması gerekir” diyor “Bir gün yemek yaptım, patlıcanın kabuğunun çok az bir kısmını kenarda bırakmışım. Eşimin ilk gördüğü şey bu oldu. Niye bunu böyle bıraktın, diye sordu. Ya önce yemeğini ye, bu saygı meselesi”... Haluk Kesim’in bu paylaşımcılığı aileden geliyor. “Biz Karadenizliyiz, ama babam da anneme yardım ederdi” diye vurguluyor, “Bakın ilkokul mezunu insanlar bunlar, ama paylaşmayı biliyorlardı”. Çok güzel yemek yaptığını söylüyor. Bunu da işe döndürmüş, ev erkeğinin yemek ve hayat tarifleri gibi kitaplar yazmaya başladı. Kadın ve erkekleri de yemeklere benzetiyor, hatta radyo programının da hayatı yemeklere benzettiği bir formatı var. Üstelik ev erkeği adını taşıyan programına pek çok mesaj geliyor, “Biz de ev erkeğiyiz” diyen. Ev erkekliği seçimimdi... unay Ece, 34 yaşında, şimdilerde zekâ oyunları içerikli hizmetler veren bir danışmanlık şirketinin ortağı. Bir zamanların da ev erkeği… Bakın o günleri nasıl anlatıyor: “Eşim eski de ben de çalışıyorduk, fena da kazanmıyorduk. Bir süre sonra iş temposu yüzünden ev hayatımıza ve birbirimize yeterince vakit ayıramaz olduk. Eğer sadece birimizin çalışması hayat standardımızı düşürmeyecekse, ikimizin birden çalışmasının çok anlamsız olduğuna karar verdik. Ben işimi bırakıp ‘ev erkeği’ olarak iki yıl geçirdim, çok eğlenceli ve farklı bir deneyim olduğunu söyleyebilirim. Sabah erken kalkıp kahvaltı hazırlarım. Eşim işe gittikten sonra kahvemi hazırlayıp müzikle birlikte ev işlerini yaparım. Ev işi denen şey, eğer bunu düzenli bir şekilde yapıyorsanız günde en fazla iki saatinizi alır.. Daha sonra kendi özel zevklerime vakit ayırırım, çiçek yetiştirmek, kütüphaneye gitmek, arkadaşlarımla buluşmak, kursa gitmek... Eve dönerken de alışveriş yapar, sonra akşam yemeğini hazırlarım. Eşimin işten dönmesi, birlikte yemek, sohbet, bazen dışarıda küçük bir gezinti, sinema, arkadaşlarla buluşma ve iyi uykular… T Eşim o dönem, dünyanın en mutlu kadınıydı. Çalışmaktan, eve ekmek getirmekten büyük keyif alıyordu. Biliyorum ki, işyerinde arkadaşları onu kıskanıyordu… Bir erkeğin, ev erkeği olabilmesi için öncelikle kadının buna hazır olması gerekiyor. Türkiye’de çevre baskısı ve empoze edilen sorumluluklardan dolayı bir erkek eğer mecbursa, ev erkekliği yapıyor, ama bu benim seçimimdi… BABA SEN ÇALIŞSANA… Bu röportajı yapmaya karar verdiğimde yaptığım araştırmalar gösterdi ki, hiç küçümsenmeyecek oranda ev erkeği var, ama bunu söylemekten de, konuşmaktan da yakınıyorlar… Aydın Denizci, kitap yazıyor, aslında bir gazeteci. O kadar sıkılmış ki yaptığı işten, çekip gitmeyi tercih etmiş, evin işlerini yapmaya başlamış. Eşinden ayrı, iki çocuğuyla yaşıyor. Önceleri çocuklarına söylememiş artık evde olacağını. “Her sabah işbaşı yapacak gibi evden çıkıyor, akşam geliyordum” diyor. Bir gün çocukları, “Sen bizi kandırıyorsun” diye dikilmişler karşısına “Eskiden bizi iş numarandan arardın, şimdi cep telefonundan arıyorsun. Yoksa çalışmıyor musun”? Tunay Ece. PAZARIN PENCERESİNDEN Papa’dan kaçmak... Selçuk Erez apa’nın ziyareti neden gümbürtülere yol açtı? Çünkü Papa bir konuşmasında, bir Bizans kralının Hz. Muhammed’in “inancını kılıçla yaymakta olduğunu” söylediğinden bahsaçmıştı. Bizans kralı o konuşmasında dinin zorla değil, mantıkla, ikna yoluyla yayılmasının gerektiğini de belirtmişti. İslam âleminde kıyametler kopmuştu: Papa’nın kuklaları yakıldı, Hıristiyan tapınakları taşlandı, Vatikan’daki elçiler geri çekildi. Konuya böyle değil, soğukkanlılıkla, akılla eğilmeliyiz: Kuran’da şiddeti yadsımayan cümlelerin yer aldığı doğrudur. Ancak Tevrat ve İncil, bu konuda, Kuran’dakinden daha fazla bölüm içerir. Bu sözleri desteklemek için “Bebeklerinizi alıp kayalara fırlatanlar P kutsanmışlardır” (Ps.137:9) ve “Dünyaya sulhu getirmeye geldiğimi sanmayın, ben sulhu değil kılıcı getirdim” (Mt.10:34) cümleleri anılabilir. (Bk Tarıq Rhamadan) Bu cümlelere bakıp Hıristiyanlığın ve Yahudiliğin şiddet öneren dinler olduğunu mu ileri süreceğiz? Tüm din kitaplarını okuyanlar uygarlaştıkça yorumları da akla daha yatkınlaşır. Papa’nın öpüp başına koyduğu kitapları okuyup yazdıklarına inananlar 1516. yüzyılda Aztekleri, İnkaları kesip biçmiş, ateşe atmışlardır. Gerekçe neydi? “Doğru olmayan bir dini tanıyanların katillerinin vacip olduğu”ydu! Globalleşen, artık herhangi bir tarafında gerçekleşenlerin kısa bir zamanda Eskimosundan bilmem ne adasında yaşayanına kadar etkilediği bu dünyada aklı olan, insanları “onlar ve bizler” diye ayırıp kendinden olmayanı itelemez, ötekinin derdiyle de içtenlikle ilgilenir... “Din”, insanoğluna bu eylemin kutsal olduğunu öğretememişse neye yarar? Müslümanları çağdaş düzeyde tartışılacak kıvama getirmenin yolu onların yobazlarını baştan çıkaracak sözler söylemek değil, akıllılarını güçlendirecek sıcak cümlelerle konuşmaktır. Papa, eskiden beri Avrupa’yı tanımlayanın coğrafya değil kültür olduğunu tekrar eder. Ona göre bu “kültür” bir YahudiHıristiyan kültürüdür ve Yunan filozoflarının mantığıyla harmanlanmıştır. İslam, bu zemine sahip olmadığından Avrupa kimliğine yabancıdır... Veee bu nedenle Türkiye’nin Avrupa’da yeri yoktur! Peki, İslam bugün, inançlararası medeni bir diyaloğa açık mıdır? Papa Hazretleri, İslamın bu yönde gelişmeye kapalı olduğuna, bu nedenle demokrasiyle bağdaşamayacağına inanmaktadır. Bu sözlere resimlerini yakarak, cihada kalkışarak mı cevap vermeliyiz? Ya da onunla karşılaşmamak için komik bahaneler bulup kaçmalı mıyız? Böyle davranmak, Papa’nın İslamda mantığın, düşüncenin eksikliği tezini güçlendirmekten başka neye yarar? Bizans’ın Hıristiyan krallarının, dinleriyle bağdaşmadığı için sınırdışı ettiği Atina Felsefe Okulu üyelerinin, kendilerine kucak açan Müslüman ülkelerde akılcı çalışmalarını sürdürdüklerini ve böylece eski Yunan düşünürlerinin Arapçaya çevrilen yapıtlarının İspanya’ya taşınması sonunda Avrupa’da Rönesans’ın gerçekleştiğini hatırlatmak daha akıllıca bir davranış olmaz mı? Sonra, bugün Avrupa’nın Amerika kıtasının insanlarının önemli bir bölümünün kendisine bağlı bulunduğunun unutulmaması da gerekir. Papa’ya hakaret bize çok şey kaybettirir ve Türkiye’nin çıkarlarıyla bağdaşmaz. Konunun çok önemli bir yanı daha var: Ben sizin yerinizde olsam Papa’dan böyle kaçmaz, oturur onla saatlerce konuşurdum. Birçok konuda düşünceleriniz birbirine öyle yakın ki... Pekâlâ anlaşırdınız! Açıklayalım: Papa’ya göre Avrupa’yı tehdit eden en büyük tehlike “laiklik”tir. Laiklik, toplumun kutsal bağlarını aşındırır. Kendisine göre Avrupa’daki sosyal sıkıntıların, hatta başka kıtalardaki sorunların, örneğin Kanada nüfusunun çoğalmamasının, bu ülkedeki sosyal sıkıntıların nedeni hep laikliktir. Laikliği bu kadar tehlikeli bulan Papa’dan neden kaçıyorsunuz? Yoksa siz laikliğin yararına inanmaya mı başladınız?