Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
17 NlSAN 2005 / SAYI 995 olmazdı. Bunu herkes hissederdi. Gelcn projelerde istemediğim roller vardı, ben de o rolleri oynamadım. Ama istenmcsc de maddi açıdan yapılmak zorunda kalınıyor çünkü biz ne tiyatrodan ne sinemadan para kazanabiliyoruz. O yüzden televizyona iş yapmak zorundayız. Sorarsanız, tabiiki televizyondan çok, sinema ve tiyatro yapmak isterdim. Çünkü burada bir sisteme ayak uydurmak ve oyuncu olarak da ne denilirse onu yapmak zorundayız. Televizyonda cümleler karışıyor, çünkü oynarken önündeki teksti bilmiyorsun. Bizden çıknıış bir şey. Seyirci ne isterse ona yönelik. Bu bir çember. " Aliye olarak ne hissediyorsunuz?" "Sinan sizi aldatıyor, üzülüyor musunuz?" filan diye sorular soruyorlar... Ne? Ben mi? Ben oynuyorum. Biz bir iş yapıyoruz. Bazen işin büyüsünü kaçırmamak için bir şeyleri cevaplandırmak zorunda kalıyoruz. Severek, isteyerek bu soruları, rolü açısından cevaplandıran, tamamen karakteri gibi konuşmayı seven oyuncu arkadaşlarım da var. Tamamen kendini bu işten sıyıranlar da var. Böyle sorular sormak, bir benzinciye "Benzin doldururken neler hissediyorsunuz ?" diye sormaya benziyor bence. Bu yılın İsmail Dümbüllü ödülü Erol Günaydın'a verildi. Sanatçı yarın da Afife Jale Tiyatro Ödülü'nü alacak. 50. sanat yılında iki önemli ödülle kuşatılan Günaydın, "Mutluluğun resmini yapamam, ama fotoğrafını çektireceğim" diyor... GERÇEK DÜNYAYI UNUTUYORLAR... Ayın Karanlık Yüzü'ndeki sevişme sahnelerine dair, Aliye referans alınarak yorumlar yapılmaya başlandı bile... Sizce nasıldı peki? Ben, istemeseniz bile, belki dizideki illüzyonu yıkmama kaygısı duyduğunuzu geçirdim aklımdan. Ama yanılıyor da olabilirim... Bir kere, filmi Aliye'den önce çektim. Ben Aliye değilim, ben Sanemim... Şu anda o filmde Meryem karakteri seyredilmiş olacak. Aynı sorular hep. Niye seviştiniz diye sormadım ama, bu tür yersiz eleştiriler gelecektir deditn, bir önceki konumuzun devamı biçiminde... Anladım, ben de ters bir şey söylemek amacında değilim, sadece, durum benden başka gelişiyor... Yorgunum, kafam karışik filan... • Hatta, filmde Meryem'in aşk yaşadığı mahkum, geçirdiği travmadan ötiirii kadınlarla cinsel ilişkiye giremeyen bir tipti... Meryem onun bu kapalılığını yıktı... Sevişme anına hükmetti... Filmin güzel sahnelerinden biriydi... Tabii sizin gibi algılayan olacak, sizin gibi algılamayan olacak. Benim bu filmi yapmamı istemeyen seyircim de var, "Oyuncusun, her rolü oynarsın" diyen seyircim de var. Burada benim neye inandığım önemli. Ama bu demek değildir ki, hata yapmıyorum. Ben de insanım, ben de hata yaparım. Ama o hikâyenin içinde o bölüm olmasa, onu seyretmenin hiçbir manası kalmazdı. Bir bütünlük içinde her şey. Bir kadını, bir insanı canlandırıyorum. Bir hayvanı canlandırıyor olsam, onların da hayatında seks var. Bu dünyanın en doğal şeyi. Bunu yaparken oranı buranı kapatarak yapamazsın. Herkes gerçek dünyayı unutuyor... Unutanlara Aliye'nin çocuklarının nasıl olduğunu soralım... Hiç oralara girmeyelim (Kahkahalar)... Filme dair bir son söz? Biz çekerken kramplar da geçirdik, çok kahkahalar da attık... Orada 1.5 ay boyunca beraberdik, bir şey yapmaya çalıştık. tnşallah başarabilmişizdir. tnşallah seyirci salondan keyifle çıkar. Seveni olacaktır, sevmeyeni olacaktır. Ama seyredilmezse, bir yorum da yapılamaz, değil mi? • Fotoğraf: UĞUR DEMİR nce mizah artıkyok... Elif Akın D olu dolu bir tiyatro geçmişi var Erol Günaydın'ın. Muhsin Ertuğrul'dan Haldun Dormen'e, Cüneyt Gökçer'den Engin Cezzar'a kadar pek çok oyuncu ve rejisörle çalışmış. Her ne kadar "Rastlantı sonucu tiyatrocu oldum." dese de Akçaabatlı olan oyuncunun köklerinde Karadeniz'in muzipliği yatıyor. Galatasaray Lisesi'nde okurken etütlerde arkadaşlarına gittiği sinema ve tiyatroları türlü taklitlerle anlatırmış. Bazen de uyduruk meddah hikâyeleriyle herkesi güldürürmüş, meddahlığın ne olduğunu bilmeden. O yıllarda Haldun Dormen'in Galatasaray Lisesi'nde amatör temsiller vermesi ve okuldaki hocalarının (özellikle Ahmet Kutsi Tecer) tiyatro konusundaki destek ve ilgüeriyle tiyatroya başlamış. O günlerin üzerinden 50 yıl geçmesine rağmen hâlâ aynı heyecan ve samimiyetle oynuyor rollerini. Nisan ayında "Uzun Donlu Kişot" ile jübile yapmayı planlayan Erol Günaydın ile Nişantaşı'ndaki evinde 50 yıla sığdırdıklarını konuştuk de kaldı sonunda. Bir de o zamanlar Burhan Felek, Refi Cevat Ulunay gibi isimler meddahlık ve geleneksel oyunlar konusunda bilirkişi olduklarından TV'ye çıktığımızda her şeyimize çok dikkat ederdik, ertesi gün gazetelerde duman olmamak için. Ramazanlarda yapılan eğlenceleri, gelenek cemiyet hayatını o günün kuşaklarına naklediyorduk. Sonra bir iki ukalanın çıkıp "Efendim nedir bu, hep eski hep eski? Şimdiki eğlence, eğlence değil mi?" demesiyle meddahlık giderek köreldi. Talep olmadığından sonunda biz de bıraktık. Ardından "one man show" ve "standup" çıktı. Bunların komikliği de daha başka zaten. Biz seyirciye saygılı gideriz. Ovgülerle başlar, ufak iğnelemelerle devem ederiz. Sonunda da "Her ne kadar sürçü lisan ettiysek affola" deyip çekiliriz. Bu bir terbiyedir. Şimdilerde ise "terbiyesiz komikler" var. Ne edep kaldı ne de ahlak. SAHNE KORKUSU... Yani güniimüzde gerçek anlamda mizah yok mu? Karikatürcüler dışında ince mizah yapanı göremiyorum. Artık kaba güldürüler var maalesef. Ses Tiyatrosu'na 10 yıl kadar ara verdikten sonra Uzun Donlu Kişot ile geri döndiinüz. Sahnenin sizi kabul etmemesinden biraz korkmuşsunuz galiba? Evet. (Gülüşmeler!) Ses Tiyatrosu'na geldiğimde "Acaba oynayabilecek miyim? Bir sahneye çıkıp yürüyeyim" dedim. Merdivenleri tık tık çıkarken ayağım bir takıldı. Yuvarlana yuvarlana sahnenin ortasına kadar geldim. Sonra toparlanıp sahneye döndüm, localarda da kimse yoktu. "Utanmıyorsun değil mi bana şaka yapıp çelme takmaya? Aldın yine beni kucağına. Teşekkür Uşudun mu, yemek yedin mi? A nne yönetmen, baba senaryo yazarı. Filmde aileden bir kişi daha var. O da künyede adı yer almasa da, yönetmen yardımcılığı yapan kızları Nihan Belgin. Röportaja o da katıldı. Siz de sinemayı seçtiniz, diyebilir miyiz artık? Evet, sanırım. Liscyi bu yıl bitirdim ve okul biter bitmez ekibe dahil oldum. Bu ilk yönetmen yardımcılığı denememde, sette olmak okul gibiydi. Üniversitede de fotoğraf gibi sinemaya yardımcı olacak bir bölümde okumak istiyorum. Biket tlhan'la, yani annenizle çalışmak nasıl bir deneyimdi? Annemle çalışuken elbette hem kolay hem de zor durumlarla karşılaştım. Çalışırken "üşüdün mü, yemeğini yedin mi" gibi müdahaleleri komik oluyordu. Bir de başkalarına içinden kızıp bana rahatça bağırıyordu. Aileden bağımsız filmler çekmek için önünüzde daha uzun bir zaman mı var? Aslında, film sırasında öğrendiklerimin de yardımıyla kısa metrajlı bir film çektim. Ankara Film Festivali'nde yarışmaya girdi, Uçan Süpürge'ye ve yurtdışındaki bir iki festivale daha göndermeyi düşünüyorum. Tiyatro ve sinemada pek çok kadın karakterini canlandırdınız. Efemine karşılanmaktan çekindiğiniz oldu mu? tlk rolüm Şinasi'nin Şair Evlenmesi'ndeki zenneydi. Sonrasında da 50 çeşit kadını oynadım. Efeminelik bir zamanlar yasaktı ve ayıp karşılanırdı. Homoscksüeller kimseye duyurmadan platonik takılırlardı. Bu durum Zeki Müren ile afişe oldu ve birden patladı. Zaten zenneler, köçekler Anadolu seyirlik oyunlarında vardır ve o zamanlar kadınların sahneye çıkması yasak olduğundan erkekler kadm kılığına girerdi. Bütün kavuklular, ustalar zaman zaman sahneye çıkar milleti güldürürdü. Ama bir travestiye benzemeden, kadını erkek gibi oynardık. Bu yüzden eşcinsel diyecekler diye bir korkum hiç olmadı yani. Her seferinde de büyük bir keyifle oynarım. Rollerinize hazırlanırken nelerden beslenirsiniz? Metni okuduğum andan itibaren o karakteri saçının teline kadar incelerim, Tipi en ufak hareketine kadar gözlemlerim. Mesela çok incelediğimden çok iyi sarhoş oynarım. Rahmetli Altan Erbulak ile gece tiyatrodan çıktıktan sonra Beyoğlu'nda sarhoş arayıp saaderce onu takip ettiğimizi bilirim. Sonra da birbirimize taklidini yapıp gülmekten yerlere yatardık. "Tatlı Kaçıklar" dizisindeki Beton Raziye, gece bigudi sarıp yatan, sabah karışik saçlarla kalkan, kasapla manavla kavga eden eli maşalı bir kadındı, onu da çok iyi incelemiştim. Meddahlık, şimdilerde yok denecek kadar az. Peki siz nasd başladınız? Evet, aynen öyle. Televizyon yeni çıktığında Haldun Taner, Sadık Şendil, Selçuk Kaskan bize meddahları yazmayı başladılar. Böylece meddah hikâyeleri günderne geldi ve bizde TV'nin tekniğinden yararlanarak bıyıklar takıp makyajlar yapıp türlü kılıklara girip oynamaya başladık. Ama ben geçmiş padişahlık dönemindekinden taklitli meddaha, ondan dümdüz anlatan meddaha kadar her türlüsünü oynadım. Yani ihale ben ederim sana." deyip kalktım. Çünkü o kadife kırmızı localara baktığımda Altan Erbulak'ı, Kamuran Yüce'yi, Muhsin Ertuğrul'u Cahit Irgat'ı görüyorum. Hep oralardalar. Salon boş da olsa ben onlara oynuyorum. Tiyatroya dair unutamadığız bir anınız desem... Ankara Devlet Tiyatrosu'nda "KJeopatra Mezarı" adlı oyunda oynuyordum. 1. perdede bir yobaz var. Önüne tahta kaşıkla bulgur pilavı ve sıcak pide geliyor. Pilavdan bir kaşık alıyor, oruç bozarken perde bitiyor. Sonrasında pilavı ve pideleri atıyorlar. Ben de yeniyim, maaşımı almamıştım. Karnım da açtı. Bulgur pilavıyla pideleri bir güzel yiyordum. Bir süre sonra "Ulan kim yiyor bunları?" demişler. Arkadaşlar da Istanbul'dan gelen alaylı çocuk deyince Şeref Gürsoy yanıma gelip "Aksesuvarmı yiyorsun sen?" diye sordu. "Ne aksesuvarı ya! Orda pilavla mis gibi pide vardı ben de geceye alt yaptım." dedim. Sonra bütün tiyatroya yayıldı alaylı çocuk aksesuvar yiyor diye. Ertesi gece tiyatroya geldiğimde bir baktım ki dumanı tüten bulgur pilavı ve sıcacık pidenin yanında irmik helvası da var. Allahü Oturdum bir güzel hepsini yedim. Sabah olunca "Muhsin (Ertuğrul) Bey seni çağırıyor" dediler. Kalktım gittim. Kaşlarını çatarak "Sen aksesuvar mı yiyorsun bakayım?" dedi. "Hayır, efendim. Orda bulgur pilavı pişiyor ama yemiyorlar. Dökülecek, günah. Ben de onu alt yapıyorum." dedim. "Dün gece yanında irmik helvası da var mıydı" diye sordu, "Evet" dedim. "Seniniçin ahçıya emir verdim yemekler en güzel yağlarla pişiyor. Diğerleri ağızlarının tadını bilmez. Afiyet olsun" dedi. Benim için müthiş bir şeydi. Ortaoyuncuların kulisi nasıldır? Son derece eğlencelidir. Zaten onlar artık benim evlatlarım gibi. Otururlar yanıma ben anlatırım, Rasim (Öztekin) anlatır. Kah kah, kik kih. Yalnız Rasim'in eli işte gözü oynaştadır. Sahneye çıktığı zaman hiç durmaz, beni de güldürmeye çalışır. Ya "Pardon"filmindekirolünüz? Ferhan'ın (Şensoy) ezik, zavallı, damadı kızı ve oğlu arasında kalmış babasmı oynadım. Babasını tanıdığımdan biraz onun karakterine yakm oynadım. Beni bir günlüğüne Sinop'a götürdüler. Orası beni çok etkiledi (gözleri doluyor). Özellikle hapishanedeki koğuşları görünce siyaset dalgası yüzünden yok edilen sanatçılar aklıma geldi. Çok acıyorum o giden insanlara. Bu yılki ismail Dümbüllü Ödülü size verildi. Nasıl bir duygu? 50. sanat yılımı kutladığım bir yılda böyle bir ödüle layık görülmek harika bir duygu. Kelimelerle anlatılacak bir şey değil. 14 Nisan'da Magazin Gazetecileri Derneği'nin Altın Objektif Ödülünü aldım, yarın da Afife Jale Tiyatro ödülünü alacağım. Bir yanıma İsmail Dümbüllü'yü, öteki yanıma da AfifeJale'yi alıp altın objektifin karşısına geçip poz vereceğim. Nazım Hikmet, Abidin Dino'ya "Mutluluğun resmini çizebilir misin?" diye sormuştu. Ben mutluluğun resmini çizemem, ama mutluluğun fotoğrafını, aldığım ödüllerle çektireceğim. • elifakinmiha@mynet.com . 4