06 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Venedik’te Ölüm Thomas Mann “Venedik’te Ölüm”ü 1911’de gittiği Venedik’te oluşturmaya ve yazmaya başladı. Aslında altı yıl önce yine Venedik’e gitmiş, hatta kolera salgını yüzünden şehirde mahsur kalmıştı. Yine yazarın ölümünden sonra çıkan anı kitaplarından öğrendiğimize göre Mann benzer bir deneyim yaşamıştı Venedik’te. T homas Mann’ın ‘Venedik’te Ölüm’ novellasını ilk kez 1980’lerin başında üniversitede öğrenciyken okumuştum. Dersi veren hocamız, kahramanın genç oğlana aşkının cinsellik içermediğine bizleri inandırmak için çok uğraşmıştı. Kahramanın aşkını sanatın kusursuzluğa olan hayranlığı olarak açıklamayı tercih ediyordu. Gerçi aradan o kadar çok zaman da geçmedi ama o yıllarda eşcinsellik ders konusu olamıyordu; böylesi bir açıklamanın Thomas Mann gibi saygın bir yazarı alçaltacağı düşünülüyordu. Yüzyıl dönümünde homoerotizm edebiyatın başına dert olmuştu. Önce Oscar Wilde’in ‘Dorian Gray’in Portresi’ (1891) ardından André Gide’in ‘Ahlaksız’ı (1902) sadece tutucu çevrelerin değil, geniş okur kitlelerinin olumsuz tepkisiyle karşılaşıyordu. Avrupa baskıcı bir ahlak anlayışına sahipti, öte yandan Sigmund Freud, bastırılmış duygulardan söz ediyordu; cinsel kimliklerini gizli tutmuş, toplumsal baskı yüzünden evlenip aile babası olmuş aydın yazarlar, hayatlarında değilse bile eserlerinde kendilerini dışa vurmaya başlamıştı. Thomas Mann da cinsel arzularını toplumsal gözlerden saklamak zorunda kalmıştı. Bu yüzden evlendi ve bu evlilikten altı çocuk doğdu ama yazarın ölümünden sonra yayımlanan günlüklerinden onun erkek sevgilileri olduğunu, en tutkulu ilişkilerini erkeklerle yaşadığını öğrendik. Thomas Mann, ‘Venedik’te Ölüm’ü (Çev: Behçet Necatigil, Can Yayınları, 2018) 1911’de gittiği Venedik’te oluşturmaya ve yazmaya başladı. Aslında altı yıl önce yine Venedik’e gitmiş, hatta kolera salgını yüzünden şehirde mahsur kalmıştı. Yine yazarın ölümünden sonra çıkan anı kitaplarından öğrendiğimize göre Mann benzer bir deneyim yaşamıştı Venedik’te. RASYONEL AVRUPALI Thomas Mann, başkahramanı Gustav van Aschenbach’ı yaratmaya, 18 Mayıs 1911’de ölen Gustav Mahler’in ölüm ilanını görünce karar verir. Sevdiği bestecinin fiziksel özelliklerini ve ilk adını taşıyan, onun gibi Avrupa kültürünün özünü temsil eden bir figür vardı, aklında. Mann’ın eserlerinde sık karşılaştığımız temalardan biri sanat ile gerçekliğin karşıtlığıdır. Mutlak güzellik, mutlak doğruluk gibi felsefe kuramlarının günlük hayatta nasıl işlediği ile ilgilenir. Venedik’te Ölüm’ün başkahramanı Aschenbach da ülkesinin saygın yazarlarından biridir. Genç yaşta dehası tanınmıştır ve kitapları yaygın olarak okunuyordur. Gerçekçi romanları ve denemeleriyle kültürün alt yapısını oluşturan entelektüellerden biridir aynı zamanda. Yazdıkları sayesinde unvan kazanmış, devletin üst kademelerinden takdir görmüştü. Maddi olarak da iyi gelir getiriyordu kitapları “dehaya binde bir nasip olan itibarlı bir burjuva hayatı yaşamaya başlamıştı” yazdıkları sayesinde. Okurları, onun kahramanlarını yakınlık duygusuyla okuyor ve kendi hayatlarının doğrulanmış olduğunu düşünüyordu. “Aschenbach, bitkinliğin sınırında çalışan bütün bu insanların yazarıydı işte” diye açıklıyor yazar başkahramanını. Okurlarının hepsi onun “eserlerinde kendilerini tanıyor, doğrulanmış, yüceltilmiş, terennüm edilmiş olduklarını görüyor, ona minnettar kalarak ismini çevreye yayıyorlardı.” Ülkesinin işte böylesine sevilen önemli yazarı bir mayıs günü yazmaktan, ölçülü davranmaktan, özen göstermekten bunalmış bir halde biraz hava almak ve rahatlamak için yemekten sonra şehirde uzunca bir gezintiye çıkar. Münih’in sokaklarında tesadüfen kimsecikler yoktur, ıssızlık Aschenbach’a iyi gelir. Gezintisinde ilk dikkatini çeken şey mezarlık taşı yontan bir atölyenin bahçesi olur. Üzerleri henüz yazılmamış mezar taşları görür burada. Hemen bunun ardından bir adamla karşılaşır. Hasır şapkalı adamın buralı olmadığını, uzaklardan geldiğini tahmin eder. Yabancının görünüşündeki göçebelikten etkilenmiş olabileceğini düşünür ve bu düşünce bir anda ruhunda tuhaf bir genişlemeye neden olur. Hissettiği aslında özlemdir. Katı kurallarla oluşan hayatını, çalışma disiplinini, hep iyi ve kontrollü görünme zorunda oluşunu bir anda geride bırakmak ister. Çoktan terk ettiği, unuttuğu bu duygu aniden canlanır ruhunda. Gençliğe ve serseriliğe özlem duyduğunu fark eder. “Benliğinin ve bütün Avrupa’yı benimsemiş ruhunun kendisine yüklediği ödevlerle fazlasıyla meşgul, yaratma sorumluluğuyla çok yüklü, eğlenceden yana gönülsüz” bu adam dehşet ve esrar dolu bir heyecana kapılma arzusu duyar. Daha önce Avrupa’dan dışarı çıkmak şöyle dursun, hiçbir zaman böyle bir gezme arzusu duymamış olan Aschenbach, hayatında ilk kez “ani bir esintiyle gelen arzu”ya kapılır. MİTOLOJİ VE FELSEFE Böylece tuhaflıklardan ve bayağılıklardan fersahlarca uzak hayatını birkaç hafta içinde düzene sokup seyahate gidecek şekilde ayarlamalarını yapar ve İtalya’ya yola çıkar. Olayların gelişiminde Aschenbach’ın iki karşılaşması önem kazanır. İlki Münih’te yolda rastladığı, yukarıda bahsettiğim kızıl saçlı (şeytanî çağrışımlar yaparcasına) hasır şapkalı adamdır. Onun görüntüsü uzaklara gitme isteği uyandırır. İkinci önemli karşılaşma ise vapurda gördüğü ve görür görmez tiksinti duyduğu adamdır. Bunun da başında Panama şapkası vardır. İlk başta delikanlı sandığı bu adamın yaşlı olduğunu, yüzüne makyaj yaptığını, hasır (evet yine hasır) şapkanın altından görünen saçlarının da peruk olduğunu anlar. Birinci adam onda gitme istediği uyandırmış, ikinci adam ise olacağı, dönüşeceği adamı kendisine göstermiştir. Maceralı yolculuğu sonrasında Venedik’e varır. Aslında Venedik rutubetli havası ve sert esen güney rüzgârlarıyla Aschenbach’ın sağlığına iyi gelmez ama aynı otelde kalan Polonyalı ailenin on üç yaşındaki kusursuz güzellikteki oğulları Tadzio, onun Venedik’te kalmak istemesini sağlar. Derin bir tutkuyla bağlanır Tadzio’ya, onu sadece uzaktan izlemek, her hareketindeki zarafeti görmek bile yeterlidir mutluluk duyması için. Thomas Mann, Nietzsche’nin ‘Tragedyanın Doğuşu’nda anlattığı akıl ile akıldışının çarpışmasından doğan sanatı romanın özüne yerleştiriyor. Aslında bu romanı, on yedi yaşındaki Barones Ulrike von Levetzov’a deli gibi âşık olan yetmiş iki yaşındaki Goethe’yi düşünerek yazıyor. Alman sanatının zirvesi olan, yaratıcılık ve aklın kusursuz dengesindeki Goethe’nin akıldışı bir duyguya kapılmasından ilham alıyor. Eserin özünde ne eşcinsellik ne de yaşlı bir erkeğin genç bir bedene karşı duyduğu tutku var. Mann’ın temel sorusu; sanatın ne kadarı akılla, ne kadarı akılsızlıkla/delilikle ortaya çıkar! Bu tek kelimeyle muhteşem eser, aynı zamanda bence edebiyat tarihin en acayip sonuna sahip. Kitabın son satırını en az on defa okuma gereği duyabilirsiniz. Tabii en büyük şans ise Behçet Necatigil’in eseri çevirmiş olması. Her satırından ayrı bir zevk alınarak okunacak bir novella... n 6 13 Eylül 2018 KITAP
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle