Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
>> özel bir mahremiyet sözleşmesinin büyüsüne kaptırırız. Bu sözleşmeyi anlamak, bizim için zor olabilir ama bakış bizimle konuşur, özellikle günümüzdeki bizle.” Portreler, hatırlama ve hatırlatma arzusunun bir yansıması; unutturulanları ve hafızayı beraber ele alan Berger, taşın özüne geri dönünce ayakları toprağa basan insanla karşılaşıyor, daha doğrusu onu anımsıyoruz. Bazı satırlarda ise Berger, Brueghel’in ya da Bosh’un, yirminci ve yirmi birinci yüzyıla dair “kehanetlerine” dikkat çekiyor, bir başka deyişle ürettiklerini böyle yorumluyor. Resim yapmanın ilk koşulu olan ve görmemizi sağlayan; İtalyan ressam Giovanni Bellini’nin en büyük tutkusu ışığı göstermeye çalışıyor baktığı ve yorumladığı her eserle Berger. Tabii karanlığı da... Dolayısıyla resmin ardını ve sanatçının zihnindekileri fark etmeye çabayıp meseleye yorum da katıyor. Mesela, defalarca otoportre çizen Albrecht Dürer’i bu gözle inceliyor. “GEÇMİŞ, BİR ÖLÜM KOZASI GİBİ…” Berger’ın Portreler’deki esprilerinden biri, aynı dönemde yaşasa da yaşamasa da birbirinden etkilenen sanatçıları ele alması. Bulduğu bağlantılar, günümüzün önemli bir fotoğrafçısı (Sebastião Salgado) ile Rönesans’ın hatırı sayılır bir ressamı (Michelangelo) arasındaki benzerliği ortaya koyarken bir Breughel resminde, küreselleşmeyi ve kapitalizmi gösterebiliyor. Yıllar evvel karşısına çıkan bir çizim, eskiz ya da tablo, daha sonra Berger’ın gözüne farklı göründüğünde ona dair yorumları genişleyip hikâye hâlini alıyor. Böylece işin içine merhamet, işkence, vahşet, isyan ve bazen sözün açıklamada yetersiz kaldığı hareketin tasviri giriyor. Berger sözü, lümpenproletaryanın ve alt sınıfların hayatını resmeden ilk sanatçı Caravaggio’ya getirdiği sırada, ayırdına vardıklarını hikâyenin arasına sıkıştırıyor: “Gençken bilmediğim, hiçbir şeyin geçmişi silemeyeceğiydi: Geçmiş, insanın etrafına bir ölüm kozası gibi dolanır.” Bu cümleyi, Caravaggio’ya değinirken sarf etmesinin bir anlamı var elbette: Talihsizleri ya da korkunç insanları tasvir eden ressam, kendisini “olayların iç yüzünü” ortaya çıkarmaya ve ötekilere yeraltını değil, resmettikleriyle paylaştığı “dün yayı” göstermeye adamış, dolayısıy la “Ben”i aydınla tarak unutmaya karşı bir mücade vermiş, bu uğurda Berger’ın deyişiyle “Kilise’ye ve dine aykırı” olarak nam salmıştı. Berger, hayata dokunan noktala rını anlattığı eser lerin arka planın dakilerle de ilgile niyor. “Neden?” ve “Nasıl?” diye sorup “görünür olanın insanı yüceltme” aşamalarını ta rihsel bağlamda çözümlerken “yokluk ülkelerin deki varsıl dilin” yaratıcılarının işaret ettiği hakikati lerin, “kutsal vakarın”, göz önünde pek hatırlatıyor. durmayan ya da tutulmayanların res Kitaptaki bir başka espri, Berger’ın mini yapmıştı. Fakat Berger, genelleme yazdıklarının, yüze önce dikkatle kara deliğine girmekten çekinerek şu bakarak ölü suretin portresini yapan notu düşüyor: “Hiçbir sanatçının eseri ressamların, ardından hatırladıklarını salt bağımsız gerçekliğe indirgenemez; tuvale döküp canlı bir çizim kotarma sanatçının hayatı, sizin ya da benim ha sına benzemesi. Sokakta yürürken, bir yatım gibi. Ömür boyu yarattığı eserler, galeride, farklı kentlerde ya da kasaba kendi içlerinde meşru ya da kıymetsiz larda karşısına çı kan portrelere, tab lolara, eskiz ve çi zimlere bakakalan Berger, Géricault gibi “mümkün gü zelliği bulmayı iste yen” tanıdık ya da ismi duyulmamış sanatçıların peşine takılınca yaratıcı dikkatle ve dehayla yüzleşiyor: “Şim diki enflasyonun aksine, olduğu gibi görünen ve delilik zamanlarının özne si” dediği bu sanatçılar; bilinemeyen “Kendisine bir yabancı ya da ayağına dolanmış bir şey gibi bakan” Van Gogh (1889). “Bir Kleptomanın Portresi”, Théodore Géricault, (1822). Fernand Léger, “Büyük Geçit Töreni” (1955) Pieter Brueghel, “Ölümün Zaferi” (1562) bir gerçekliğe sahiptir. Açıklamalar, çözümlemeler ve yorumlar izleyicinin dikkatini daha keskin bir biçimde esere vermesini sağlayan bir çerçeve ya da büyüteçten başka bir şey değildir. Eleştiriyi mazur gösterecek yegâne şey, eseri daha net görmemize sebep olmasıdır.” KESİNLİK KARŞISINDAKİ TEREDDÜT Courbet’yle ilgili anekdotların dibine “O, cehaleti tercih eden kültürlülere meydan okuyan yegâne büyük ressamdı” notunu düşüyor Berger. Böylece Portreler’in bir esprisi daha ortaya çıkıyor: Sanatçılara dair kuru ansiklopedik bilgiler yerine, ürettiklerine ve hayatlarına ilişkin şiirle, tarihle ve edebiyatla harmanlanmış incelikli yorumlar... Ressamın, yarattığı bir sanat eserine söz olma hâli de diyebiliriz buna: “İktidar sahiplerinin düşmanı olan gerçekliğe” yaklaşmayı ve onu belirginleştirmeye çabalayan sanatçıları anlatan sözler onlar. Mesela, “gerçeklikten sanatsal kâr elde etmeyi hiç ummadı” dediği Van Gogh’u ya da ihtiyarlığında yalnız kalan Picasso’nun, yaşadığını kanıtlamak için her gün çizim yaparak düştüğü “boyayla küfreden” renkli müstehcenlik çılgınlığını yorumladığı cümleler! Bunlarla birlikte Fernand Léger’in sıra dışılığının, “eserlerinde modern şehir hayatına dair pek çok gönderme bulunmasında yattığına” işaret eden ifadeler... Hepsi; “zarafetin modayla, başarıyla, kazançla özdeşleştirildiği” günümüzde, bir başka seçeneğin bulunabileceğini ve bunun da dil olduğunu gösterip duvarların öbür tarafına dokunuyor: Eleştirmenlerin takip ettiği sanatçının, yetenekli olup olmadığını tartışmak bir yana, döneminin kültürünü yerip yermediğini sorgulayan bu dil, Berger’ın Güzin ve Abidin Dino’yu Paris’teki evlerinde ziyaretleri sırasında kapıldığı yolculuk hissine de benziyor. Berger Porteler’de, hem sanat tarihini yazmış isimleri hatırlatır hem de sanatın hayatla arasına mecburen koyduğu sınırlardan hareketle kesinlik karşısındaki tereddütünü dile getirirken bu, maskeli ve çırılçıplak aşk ayrımını andırıyor. Peter Kennard’ın; “görünmeyeni görünür kılan, saklananları kasten veya bilinçsizce ifşa eden” fotomontajları da maske metaforuyla bir arada düşünülebilir pekâlâ. Portreler’de; merak eden, öğrenmeye çalışan, yorumlayan, kendisinin eğitimine katkıda bulunan sanatçılar ve anlamaya uğraştığı eserler üzerine kalem oynatan Berger’la yüzleşiyoruz, her zaman olduğu gibi. Böylece onun baktığı pencerenin ardındaki manzarayı; hayat ve sanat hikâyelerinin kesişimini, kimi zaman da birbirinin sınırını ihlal etmediğini görüyoruz. Kısacası Berger, ikisinin de tarihselliğini göz ardı etmeden, hayattan sanata ve sanattan hayata karışıyor. n Portreler / John Berger / Yayına Hazırlayan: Tom Overton / Çeviren: Beril Eyüboğlu / Metis Yayınları / 504 s. KITAP 133 Mayıs 2018