27 Kasım 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Coğrafya kaderimizdir Bir insanın hangi ülkede doğduğu, nasıl bir aileye sahip olduğu, kimlerin genini taşıdığı o kişinin kaderi midir? Yoksa kader dediğimiz şey, kişinin özgür iradesiyle verdiği kararlarla mı belirlenir ya da siyaset mi belirler kaderimizi? Oya Baydar’ın, “Coğrafya kaderimiz midir?” sorusunu ortaya attığı yeni romanı “Yolun Sonundaki Ev”, Cumhuriyet tarihimizin yüz yılını alegoriyle bir ev üzerinden anlatıyor. H er apartmanın adı vardır ülkemizde, Oya Baydar’ın romanındaki üç buçuk katlı evin kapısının üzerinde de “Yolun Sonundaki Ev” tabelası asılı ama artık önünde ve arkasında yükselen apartmanlar yüzünden yolun sonunda değil. Aslında tam olarak bir apartman da sayılmaz, koca köşklerde büyük ailelerin yaşadığı çağın alışkanlıklarının sürdürüldüğü bir yer burası; yemeklerin birlikte yendiği, çocukların birlikte bü yütüldüğü, yaz aylarında kapıların kapanmadığı ve sırların paylaşıldığı bir ev. KADINLAR VE EV Evin etkin nüfusu kadınlardan oluşuyor. Erkekler ya idam edilmiş, hapse atılmış, bir şekilde öldürülmüş ya da sürgüne yollanmış, kaçak yaşamak zorunda kalmış; kadınlara acıdan başka bir şey bırakmadan göçmüş bu evden. Evde kalmış az sayıdaki erkek ise ya çok yaşlı ya da çocuk yaşta. Romanın kurgusal yapısı zaman içinde ileri geri gittiği için 1913’ten 2016’ya dek uzanan yüz yıllık bir dönemi kapsıyor ve her katta yaşayanların nesiller boyu hikâyelerini aktarıyor. Bu ülkenin değişmez motifi, bu evin ve dolayısıyla da bu romanın başlıca motifi oluyor: Darbeler. Romanda motifler olayları ve kişileri birbirlerine bağlamak için kullanılır, Baydar da hemen her on yılda bir tekrarlanan siyasi olayları ev halkını bağlamak için kullanıyor. Evin en üst katında oturan “amca”, 1913’te Mahmut Şevket Paşa’ya düzenlenen suikast nedeniyle asılmaktan kıl payı kurtulmuş bir asker emeklisi. En yakın dostu, yoldaşı Miralay Fuat ise onun kadar şanslı olamamış ve dostunun gözleri önünde idam edilmiş. Amca, şimdi bu evde kızı ve damadıyla birlikte oturuyor; damadı da asılan yakın dostunun oğlu. Evin alt katında halalarıyla birlikte oturan üç genç kadının babası ise sadrazama ateş açılan arabayı süren kişi olduğu için ülkeden kaçmak zorunda kalmış. Kimin kahraman kimin hain olduğu belirsiz olaylarda, masumun asıldığı, bir diğer suçsuzun da hayatını kâbuslarla geçirdiği ama gerçekte suikastta sorumluluğu bulunanın Fransa’ya kaçıp orada yaşamını sürdürmesi bu evin (ya da hayatın) ironilerinden biri. Orta katta yaşayan ailenin trajedisi ise başka. Bu evde oturan Feride’nin dedesi 1920’lerde kurulan İstiklâl Mahkemeleri tarafından idam edilmiş. Bu tabu konuyu evde kimse konuşmuyor: “Kayınvalide bu bahisleri hiç açmaz. Açıldı mı da suçlayıcı bir edayla kocasının ailesine atar günahı: Onlar Atatürk’ten çok saraya bağlıydılar, Cumhuriyet’i içlerine sindirememişlerdi, kayınpederim suikasta katılmamış derler ama inkılâplara karşı olduğu biliniyor” diye açıklar olayı. NE GÜZEL KOMŞULARDIK Bunlar bir önceki neslin acıları olmasına rağmen hâlâ tazedir. Feride’nin kendi dramı ise başkadır, 1972’de devrimci kocasını kaybedip kendi de iki yıl hapis yatınca küçük oğlunu büyütmek annesiyle komşulara kalır. Feride etrafında örülen olaylar, romanın ana temasını da görünür kılar: Birlikte yaşayan kadınların dayanışması, zorluklara birlikte göğüs germesi ve sırlarla güçlenen dostlukları. Her şey unutulsa da Alzheimer hastası komşunun son hatırladığı şey çok güzel komşuluk yaşadıklarıdır. Romandaki bir diğer tema, daha büyük bir ideal için kendi yaşamlarını feda edenler. Örneğin Feride, bütün çocukların güzel bir geleceğe sahip olması için devrimciliği anlatır oğluna fakat onların mutluluğu için kendi çocuğunun mutluluğunu feda etmiştir. Baydar bu temayı, Erguvan Kapısı’nda (2004) farklı bir şekilde de olsa kullanmıştı. İnsanlığın iyiliği için kişinin kendini feda etmesi, aslında sadece devrimci için değil benliğini işine, sorumluluklarına ve daha büyük bir ideal uğruna ortaya koyan herkes için geçerli olabilir. Romanda buna örnek kadınlardan biri de alt katta oturan Canset. Feride’den farkı, hiç evlenmediği, kimseye bağlanmadığı ve çocuk doğurmadığı için kendini tamamen bilime ve araştırmalarına verebiliyor, hem de hiç suçluluk duymadan. Feride’nin düşüncesine göre hayatta hiçbir şeye bedel ödemeden sahip olunmaz. Bu bedeller ne denli ağır olsa da ödemek, onların sorumluluğunu üstlenmek gerek. Bedel ödemeden ne aşk yaşanır ne de devrimci olunur. Ama tabii bu bedeller tek başına ödenmiyor, asıl bedeli her zaman çocuklar ödüyor. Belki de bu yüzden köklerini geride bırakıp gitmek çocuklara daha kolay geliyor. Yolun Sonundaki Ev (Can Yayınları, 272 s.), yaygın bir eğretilemeyle aslında Cumhuriyet tarihimizi anlatıyor. Dört nesil boyunca birlikte yaşamış insanların, ortak bellek oluşturan bir mekândan kopuşunu dile getiriyor. Komşuların bir arada yaşayışı da İstanbul’da azınlıkların, farklı siyasi görüşlerin, inançların bir arada olduğu, komşuluk ettiği, birbirinin geleneklerine saygı duyduğu bir döneme hasretle bakıyor. Feride’ye göre her şehrin kendine has bir dokusu, kişiliği var; aynı her evin olduğu gibi: “Şehirlerin ruhları vardır, kendilerine özgü kokuları, renkleri vardır. Burada yaşadığımız gelişme, değişme değil; curcuna içinde başkalaşma, çöküş. Renksiz, zevksiz, kültürsüz, vicdansız bir toplum olduk. Şehir artık bana yabancı (…) Zamanda ve mekânda sürgünüm.” Baydar kentsel dönüşümle yok olan binaları değil, ruhunu yitiren bir şehri, bir ülkeyi anlatıyor. n 6 29 Mart 2018 KITAP
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle