22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

>> hak ediyor: “Bu öykülerin keşif yolculuğunda şunu anladım ki, edebiyatçımız bilinen ve bilinmeyen dergi ve gazetelere öyküler, romanlar, makaleler, röportajlar yazarak edebiyat dünyasında nasıl var olunacağını topluma göstermiş oluyordu.” “Bunların bir kısmı yeni yazılmış metinler olmasına rağmen, bir kısmı da daha önce yazılanların isim ve başlangıç kısımları değiştirilerek yıllar sonra değişik dergi, gazetelerde tekrar yayımlanmış olduğunu fark ettim.” Gerçekten kitapta toplanmış öykülerin her biri, Orhan Kemal külliyatı göz önüne alındığında, yazarın, bunlar içinden geçerek, bunlar arasında dolaşarak nerelerden neyi nasıl derlediğini ya da anlatıyı ne yönde evirdiğini ele veren veri bağlamında alınabilir sanıyorum. Bu doğrultuda kitaptaki öyküler, Orhan Kemal’in yazarlık serüvenine götürürken genelde herhangi yazarın, yola çıkış noktası olarak ilk metinleriyle bunları geliştirme eğrileri üzerine düşünmeye çağırıyor denebilir bizi. Bir yazarın yazınsal süreçle ilgili yansıttığı eğriyi inceleme fırsatı da yaratıyor elbette bu. Sonuçta ise bir yazarlık serüveni atölyesi çıkıyor karşımıza. Bir yazarın öykü uçlarını nerelerden alıp nerelere taşıdığı, hangi verilerle dayanaklardan kalkarak roman kurgusunun dolambaçlarına daldığı, bunun için neleri anlatı gerecine dönüştürdüğü gibisinden yaklaşımlar, okurun âdeta bir atölye çalışmasına yönelmesinin, bir laboratuvardan içeri girmesinin önünü açıyor çünkü. Işık Öğütçü’nün Orhan KemalUnutulmuş Öyküler adlı kitabı, bu anlamda okur için zengin bir açılım getiriyor. Adanalı Orhan Kemal’in yirmili yaşlarda başlayan öykücülüğünden yaklaşık kırk yıl sonra bir başka adanalı da o yaşlarda öykü yayımlamaya koyuluyor: Özcan Karabulut… ÖZCAN KARABULUT; ÖYKÜCÜLÜĞÜMÜZÜN ASİ ÇOCUĞU… Orhan Kemal, Adana’dan çıkıp sonradan İstanbul öykücüsü oldu denebilir. Özcan Karabulut ise daha çok Ankara öykücüsü konumu sergilerken bir yandan dünyayı kepçeleyen ama öte yandan bunu hep Adanalı meşrebiyle sürdüren bir öykücülüğü yeğlercesine görüntü veriyor bana göre. Bu yargıyı onun hemen her öyküsünde yeniden yeniden görebilmek olanaklı. Özcan Karabulut Bir yanı buysa Özcan Karabulut öykülerinin öte yanı sert mizaçlı karakterleri aracılığıyla bir tür isyancı öyküler kurarken öykü yazarı olarak da bir “asi çocuk” bir “protest öyküleme” imgesi yaratması aynı zamanda. Karakterlerine bakarak bu vargıya ulaşıyor değilim. Tersine Karabulut, bu yanını bütün öykü evrenine tam anlamıyla yaydığı için sonuç böyle çıkıyor ortaya. Üstelik anlatısını, duyarlı bir damara, ilmekli sözdizimlerine dayalı anlatımla sürdürerek ama içten içelik temelinde kurduğu da görülüyor onun. Öykülerin bir özelliği buysa bir başka özelliği, baskın erkek karakterlerin varlığı yanında kadınların da en az erkekler kadar diklenen, isyan eden kişiler olarak metinlere yayılmış görüntü vermesi, hep sıra dışı, ayrıksı kadın karakterler halinde örüntülenmesi de ayrıca dikkati çekiyor. Gerçekten de Özcan’ın öykü dağarına göz atıldığında bunları her anlamda isyancı, sert tutumlu kadın, erkek karakterlerle yapılandırıldığı öne sürülebilir. Bu doğrultuda isyanlarını öykü evrenlerine yaymış öykücüler yok değil. Örnekse Metin Kaçan, Hakan Şenocak, Ahmet Büke bunlar arasında anılabilir. Ne var ki Özcan Karabulut, yine de kendine özgü protest öyküleme biçemiyle öykücülüğümüz içinde hemen hemen tek kalmış bir görüntü veriyor. Bunu kara anlatıdan, karanlık evrenli anlatılardan, ötesinde karamsar, hatta kötümser izlekte yapılandırılmış öykülerden ayırdığımı da belirteyim. Özcan bütün öykülerinde olduğunca Muhteşem Tutkularımızın Bir Sonraki Saati’nde okura yönelik farklı bir merak dürtüsünü de baştan sona büyük bir dinamizmle taşımayı başarıyor. Hatta artık bunu bir biçimde doruğa çıkaran görüntü veriyor son öykü demetinde. Üstelik öncekilerine oranla daha uzun tuttuğu bu örneklerde alabildiğine güçlü biçimde yansıtabiliyor bunu. Özcan Karabulut, son yapıtındaki öykülerinde bir yazar imgesini de anlatı evreninde sonuna dek gezdiriyor, öncekilerinde gözlediğimize benzer şekilde. Bakıyorsunuz, bir yerlerde bir yazar çıkıveriyor karşınıza. Bir Adanalıdan dünyaya açılmış bir evrensel öykü yolculuğu bu… SAYI SAYMAYI BİLMEK… Saymak, bir yanıyla dümdüz işlem gibi gelebilir insana… Oysa yaşam diye geçiştirdiğimiz genel anlamda hayatı da içine alan büyük evren, süreçlerin sayısal açıdan dile getirilişinden başka nedir ki? O halde saymak ciddi bilinç gerektirir diyebiliriz. Çocuklar nasıl sayar? Bir üç sekiz altı yedi… Ama gün sayan cenin ya da asker böyle midir? Hesap şaşar mı hiç? Vakitler de öyledir. Ölenin yedisi, kırkı, elli ikisi önceden bilinir… Ya tespih ne işe yarar, gölgeler? Şakaya gelmez saymak… Hele gözaltına alındığınızda, tutuklandığınızda daha da acımasızlaşır bu. Sözgelimi ben 1’den 75’e dek saydım kendimce, bir dakika sürdü. Benim bir dakikada saydığım 75’in her birini birer gün olarak yaşayan insan ne yapar? Sözgelimi yayın yönetmenimiz Turhan Günay, bunca gündür gözaltında ya da tutuklu… Bu süre boyunca ben Cumhuriyet Kitap’ta altı yazı yayımladım, otuz kadar da kitap okudum. Acaba Turhan Günay ne yaptı, öteki yazarlarla çizerler, gazeteciler? Affedersiniz saymayı bilenler parmağını kaldırabilir mi lütfen… n KItap 2319 Ocak 2017 www.yordamkitap.com
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle