02 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

TERRY EAGLETON’DAN “İYİMSER OLMAYAN UMUT” Umut bir ütopya mı, distopya mı? Terry Eagleton “İyimser Olmayan Umut”ta, kof ve içi dolu umut ayrımı yaparak edebiyat, felsefe ve tarih eksenli bir incelemeye girişiyor. alİ bulunmaz [email protected] B ugün dünyada pek çok şey yamuk gider ve bizler, bu durumun düzelmesini beklerken mutlak karamsarlar ile gücünü tam olarak nereden aldığı bilinmeyen umutlular arasında savruluyoruz. Ütopyalarla distopyaların birbiriyle yarıştığı hemen her gün bambaşka tuhaflıklarla karşılaşıp anlam veremediğimiz ve hatırı sayılır kısmı sunî olan gerginliklere uyanıyoruz. Kısacası enikonu karmaşıklaştırdığımız yaşamda, varolan sıkıntıları sonuna kadar görüp ölümün nefesini ensesinde hissedenlerin yanı sıra her şeyi boş vermekle meşgul “eğlenceli” bir kitle duruyor. İlk grup, ikincisini daima sahte bir iyimserlikle ya da lümpenlikle suçlarken ikinci gruptakiler, ilkinde yer alanları bardağın boş tarafını görmekle itham ediyor. Edebiyat eleştirmeni Terry Eagleton, yeni kitabı İyimser Olmayan Umut’ta, çatışan bu iki grubu masaya yatırırken bir kez daha metinlere ve filozoflara başvurarak umut kavramını enine boyuna inceliyor. “SIĞ İYİMSERLİK” Raymond Williams’a atıf yapan Eagleton, “geleceğin kaybının hissedildiği çağda” pek de önemsenmediğini söylediği umut kavramının, Avrupalı düşünürler tarafından bilinçli şekilde sumen altı edildiğini savunuyor. Çünkü onlar için konunun felsefi, politik ve teolojik anlamda bir değeri yok gibi görünüyor. Eagleton ise bu tür “saçma” konuları araştırmayı ve akıntının tersine gitmeyi sevdiğinden kendini tarihî, felsefi ve edebî bir girdabın içine atıyor. Karamsarlığın ve kötümserliğin piyasasının sağlam olduğu düşünüldüğünde Eagleton’ın, iyimserliğe getirilen eleştirilerle ve hatta onun alaya alınışını anlatmakla işe koyulmasından daha doğal bir şey yok. Yazar, bir kişiyi profesyonel iyimser yapan şeyin, kendisini umutlu hissetme eğilimi olduğunu belirtiyor. Fakat müzmin iyimserin kolaya kaçması işten bile değil çünkü iyimserliğin Eagleton’a göre, umuttan çok inanç meselesi olduğu zamanlar mevcut. Dolayısıyla kişi, böyle bir inançla hareket etmeye başladığında, sorumluluk yerine işlerin iyiye gitme olasılığına bağlanıyor. Eagleton, Henry James’in, söz konusu duruma “sığ iyimserlik” dediğini hatırlatır ve dünyaya pembe gözlüklerle bakma klişesi de buradan doğar. “Manevi astigmatizm” nedeniyle kişi hakikatleri çarpıtmaya koyulur. Gidişatın belirgin biçimde kötüleştiği anlarda, sığ iyimserliğin devreye girip insanları gerçeklerden kopardığı görülür. Eagleton, profesyonel iyimserlerin çevresine yaydığı “pozitif” havanın, tıpkı kötümserlikteki gibi bir tür “kadercilik” halini aldığını anımsatıyor: Her koşulda, olguları doğru tartmadan, “hiçbir şey olmaz” veya “her şey olabilir” gibi altı doldurulmayan yaklaşımlara inanarak yaşamak kişiyi eylemsizleştirir. Bir iyimserin yüzünü gerçeklere döndüren şey ise eksikliklerin farkında olmasıdır. Göstermelik neşeden doğan sığ iyimserliği bir kenara koyduğumuzda, trajik olanla karşılaşmadan ve bunu ölçüp biçerek çeşitli çözümlere vardıktan sonra beliren iyimserlik, Eagleton’a göre ayağı yere basan bir duygu durumudur; Nietzsche’nin dediği gibi “acı gerçekler içinde neşeli olma hali”dir. Ancak bunu kof iyimserlikle yani kozmetik çözümler üretmeyle karıştırmamak gerek. Elbette karıştıranlar var, dahası umut salt böyleymiş gibi algılanıyor çoğu zaman. Bu nedenle politik ve felsefi söylemlerde kötümserlik iş görüyor. Oysa Eagleton Terry Eagleton buna da şüpheyle yaklaşıp iyimserliğin reddinin (kötümserliğin kabulünün değil), değişimin koşulu olduğunu söylüyor. Peki, yazar hangi iyimserliğin reddinden bahsediyor? Örneğin, ABD ve Kuzey Kore’nin devlet ideolojisi haline getirdiği iyimserlikten: Ulusal bilinçdışını efsunlayan böyle bir iyimserlikle sonsuzluk ve kolektif kadiri mutlaklık fantezisi daimi kılınır. Göstergeler hiç öyle olmasa da her iki ülkenin başındakiler, hep parlak günlerin yaşandığını savunur. İnanca dayalı politik söylem diri tutularak gerçekliğin ötelendiği iyimser hava pompalanır. Eagleton, iyimserlikle umut arasında kavramsal açıdan farklılıklar olduğunu belirtirken “umut kesinlikle iyimserlik meselesi değildir” diyor. O halde umut nedir? GELENEKTEN GELECEĞE Olaya felsefi açıdan yaklaşınca “umut şudur” diye kesin bir tanımlama yapmak mümkün görünmüyor ama Eagleton’ın kitapta gittiği yoldaki gibi bu konuda tartışma bol. “Beklenti” kelimesinin umutla kardeş olduğunu söyleyerek işe başlayabiliriz belki. Fakat bu noktada karşımıza hemen bir kırılganlık çıkar, umut konusundaki karanlık ve kötümser hava hortlar. Birbiriyle çatışan ya da en iyi ihtimalle birbirinden farklılaşan umut tanımları da buradan doğar. Eagleton, unutkanlığımızı gündeme getirip umutlarımızın üstünü örttüğümüzü ve ham hayallerin peşinden gittiğimizi belirtir. Umudun ve unutuşun sonsuz döngüsü de böylece insan varoluşunu meydana getirir. Burada inanç kadar mantıksal temel gerektirmeyen bir umuttan bahsetmek de mümkün. Eagleton’a göre insan, mantıksızca umut besleyebilir; “umutlarımızın gerçekleşebileceğine mantıksızca inanmak, yanlışlıkla onların erişilebilir olduğuna inanmak demektir.” Bunu, Aristoteles’in “rasyonel arzu” diye nitelediği umutla karşılaştırabiliriz pekâlâ. Erişilebilir bir şeyi umut edip istemek, iyimser umuttan öte gerçekleşebilecek olana dair bir arzuyla yola koyulmak anlamına gelir. Mesela Kant da benzer bir rasyonelliğin ancak erdemli bireyde yeşerebileceğini savunur. Geleneğe bağlı olandan geleceğe gönderme yapan umuda, zamansız metafizik doğrulardan tarihsel doğrulara geçişe imkân veren görüşlerden bazıları bunlar. Konuyu Eski Yunan’dan Ortaçağ’a, modernizmden yirminci yüzyıl düşünürlerine kadar geniş bir yelpazede değerlendiren Eagleton, arzuumut bağlantısını ve bağlantısızlığını, kimi yapıtlardan seçtiği örneklerle açıklamaya çalışırken bireyi boş umudun tuzaklarına düşmekten alıkoyan bir eylemi anımsatır: Arzuları bastırmadan tatmin etmek. Eagleton, incelemesini genişletirken “umudun filozofu” dediği Ernst Bloch’un ismini anar. Bloch’un adını geçirdiği Umut İlkesi kitabıyla hem din eleştirisine yöneldiğini hem de dinin derinliğini umut kavramı bağlamında araştırdığını söyleyen Eagleton, insanın varoluşunun umutla yakından ilgisi bulunduğunu belirten filozofun görüşlerini ele alıyor. Eagleton’a göre, değişimi arzulama olmaksızın umuttan bahsedilemeyeceğini vurgulayan Bloch, hareketli ve değişken varlık tezini de buraya bağlar. Ona göre umut biçimindeki arzu olumsuzdur; bunu engelleyense insanın otosansürü değil, politikadır. “Arzunun ihlal edici doğasını ilerleme açısından olumlu bulan” Bloch, umut kavramını ütopyacı bir dürtüyle eşleştirirken “her umut, ütopyanın ön habercisi değildir” der. Onun söz ettiği umut, nesnesi belirsiz ve bilinemezdir; Bloch, bu anlamda geleceği hayat olarak görmeyi yeğler ve trajediye prim vermez: “Umut, insanlık tarihini muazzam bir anlatıya çevirir. Ne var ki Bloch’ta pürüzsüz bir çizgisel süreç izlemeyen bir anlatıdır bu.” Eagleton’ın iyimser olmayan ve kof umut kavramlaştırmalarını bütünleyen belirmenin ardından, meseleyi netleştirmek için son sözü yine yazara vermekte fayda var: “İyimser kişi umutsuzluğa düşmez belki ama umudu elzem kılan koşulları görmezden geldiğinden, gerçek umuttan da habersizdir.” n İyimser Olmayan Umut / Terry Eagleton / Çeviren: Emine Ayhan / Ayrıntı Yayınları / 188 s. 16 19 Ocak 2017 KItap
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle