27 Kasım 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Doygun roman... Roman dediğimiz, heyula bir anagövde halindedir başlangıçta. Yazar, bunu biçimlendirir işte. Anlatıyı kartopu gibi büyüterek de geliştirebilir, heykeltıraşın yaptığına benzer yontup eksilterek de… Yeğleyişler, eleştirel akla dayalı yoklamayla, mesafeli duruşla, soğukkanlı bakışla yapılır. Roman, böylelikle doygunluk düzeyine ulaşır, başarılırsa… R omanda doygunluk, yapıtın gereksindiği her ne ise bu gerekliliklerin, eksiksiz yerine getirilmesiyle ortaya çıkıyor. Bu çerçevede doygun roman için sınırlama getirilemez, etiketleme yapılamaz. Neden? Doygun roman, kendi örneği olarak kalır da ondan. Görece zaman aşırılığa, genel geçerliğe dayalı “klasik olma” ölçütü bağlamında alınabilir bu. Doygunluk gereksinirlikleri karşılanırken yapıtın “klasik olma” ölçütüyle değerlendirilmesi gerekmez ille. Adım bu yönde atılır o kadar. Doygunluk eşiğine ulaşmamış ya da ulaştığı eşiği bütünsellikle sürdürememiş roman, yoğun bir okunurluğa sahip olsa da kitlesel yaygınlık sergilese de böyle bir nitelik taşımaz o halde. Memet Fuat, yazma eyleminin, kalem tutmayla başladığını, “derli toplu anlatım”la verime ulaşıldığını vurgulamıştı geçmişte kabaca. Yazma tutkusu olan birinde gözlenebilecek tutum bu. Yazınsallık savı taşımayan “anlatma”da, ille anlatma isteğinin hedeflendiği açık. Bunun yazınsal anlatıya dönüşmesi farklı zeminde, apayrı süreçlerde kendini gösterecektir. Romanın geldiği yer kadar gideceği yerle ilgili öngörülere de değinilebilir burada. Ne ki yazar, işin doğası gereği geliştirmek zorunda kalemini, anlatıyı. Bu noktadan çıkalım biz… “DERLİ TOPLU ANLATIM”DAN “ANLATI” KURMAYA… Masamda beş ilk roman var. Suna Güler’den Günah Kadına Yaraşır (Sola, 2016), Derya Yılmaz’dan Hiçbiryerde (Kassandra, 2015), Gamze Güller’den En Çok Onu Sevdim (İletişim, 2015), B. Güney Ulutaş’tan Kopuklar (Can, 2016), Uğur Deveci’den Kulübe (1984 Yayınevi, 2016)… Bu beş romanı türün örnekleri bağlamında tat alarak okuduğumu söyleyebilirim pekâlâ. Beş yapıt da roman olmaya roman ama bunlarda nasıl bir yapı karşılıyor bizi, önemli olan bu. Dramatik dolantılar, düğümler neler söylüyor, nasıl bir evren kuruluyor, bu evrenlere ne tür karakterler yerleştiriliyor? Biçemsel, dilsel açıdan neler getiriliyor? Andığım yapıtlarda kuşbakışı kısa birer gezintiyle özetler çıkarıp notlar alalım ilkin… Suna Güler, Günah Kadına Yaraşır’da, 1950’lerle 60’ların öne alındığı bir dönem yapılandırmasıyla kurduğu evreninde, son yüzyıla yayılmış halde erkeğin, “günah”ı kadına yakıştırıp yıkarak, ötesinde bu yönde kışkırtarak onu, kendini suçtan arındırmasına yöneliyor. Rıza, sağlık çalışanı olarak zorunlu hizmet için gittiği Anadolu’nun ücrasında Elmas’la evlenir. Rıza aracığıyla biz, erkeğin kendi ilkel dünyasına dayalı yansıtımla Elmas’tan kalkarak annesinden kızına, çok yakınındaki öteki kadınlara uzanan algısına yoğunlaşırız böylece. Derya Yılmaz, Hiçbiryerde adını verdiği romanın, görece “uzun bir şiir” olduğunu söylüyor. Özöyküsel olarak kurulan yapıtta, beş yıllık evliliği sonrasında Metin’den boşanan öğretim üyesi Deniz’in, alabora olan yaşamına, çevresiyle iletişimsizliğine odaklanılıyor. Deniz, Metin’den, onun kopyası olarak alınabilecek, yeni aşk yaşadığı Selim’den, akademisyen arkadaşı Sevil’den kalkarak kadınerkek arasındaki “erk” sorunsalına dönük hesaplaşmanın da kapısını aralar enikonu. Gamze Güller, En Çok Onu Sevdim’de evlilik hazırlığı yaparken birlikte satın aldıkları modern sitede dairelerinin planlanan tarihte bitirilemeyeceğini öğrenen Asuman’la Mete’nin eski bir apartman dairesi kiralayışıyla kuruyor anlatısını. Bu arada okuru, kadınla erkek mantığına, bu mantığın işleyişini düşünmeye yönlendiriyor bir biçimde. Ne ki Asuman, kiraladıkları evi satın alarak kadın varlık için bir ruhsal dayatma getirirken yazar da kadınla erkeğin yönelişindeki etkenleri tartışma düzlemine çeker bu arada. B. Güney Ulutaş, Kopuklar’da yetimhanede yetişmiş Zucco’nun, otuzuncu yaşında, kendi yaşında intiharı yeğlemiş annesine ulaşması serüvenine odaklanırken bir yandan da annenin birlikte sanatsiyasa eylemliliği yürüttüğü çevresini işliyor. Artalan karakterleri bağlamında aldığı, “hayalleri için yaşayan bir avuç cesaretli çocuk”la bizi âdeta Paris Komününden 68’e, Gezi’ye dek yüzyılın panoramasıyla karşı karşıya bırakarak toplumsal yaşama yönelik güçlü bir neşter indiriyor. Kapitalizmin köleleştirici tutumu, bu fantastik roman evreninde kendisine geniş yer buluyor sonuçta. Uğur Deveci, Kulübe’de, koşut olmasa da bakışımlı bir kurguyla bir çiftin, sorunlarla boğulan ilişkilerine, bu ilişkide kadınla erkeğin yeni yaşam arayışlarına yöneliyor. Okuru, fantastik gerçekçilik temelinde belirlediği serüveni izlemeye yönlendirirken aşk, evlilik sarmalında yaşanabilecek pişmanlıklara yoğunlaşıyor. İlk kez bir yazınsal verimiyle buluştuğumuz yazar için dikkat çekici olduğu söylenebilir romanın. YETKİN “ANLATI”YLA “DOYGUN ROMAN”A ULAŞMAK… Ön düşünce oluşturabilmesi amacıyla kabaca aktardığım romanlardan kadın yazarlara ait üçünün klasik biçemle yapılandırıldığı görülüyor. Erkek yazarlar ise anlatılarını doğrudan fantastik bir temel üzerine oturtuyor. Öte yandan B. Güney Ulutaş ile Uğur Deveci gizeme yaslanırken Suna Güler’le birlikte polisiyeden de yararlanıyor. Suna Güler, bir üst anlatıcı tutumu sergilerken romanında, Derya Yılmaz, Gamze Güller kadın bakışını egemen kılıyor. B. Güney Ulutaş’la Uğur Deveci ise daha karmaşık farklı katmanlar kurmaya girişiyor. Ulutaş, zaman oynamaları eşliğinde düzlem çoğulluğu da getiriyor denebilir. Anlatıcılarındaki çeşitlilik, bunları birbirine bağlarken kullandığı leit motifle de dikkati çekiyor ayrıca. Bu arada Suna Güler ile B. Güney Ulutaş, doğrudan toplumsal sorunları hedef alıp bunlara yönelirken öteki üç yazar, görece daha yumuşak bir bakışı benimsiyor. Ulutaş’ın, sanatın kendi siyle kimi öğelerini romanda ana omurgaya yerleştirip bireyin var oluş sorunsalını, sanatla bağlantı içinde anlatıya yerleştirmesinin yapıta dikkat çekici yükseklik kazandırdığı eklenebilir. Ne ki bu evrenler içinde kavramsallık tortusu bırakamadan, parlayıp sönüyor romanlar. Roman yazarı olay aktarıcı, durum yansıtıcı, ilişki çözümleyici, içseldışsal olgularda açımlayıcı biri değil, karakterlerin Tanrısı da değil. Romanı yazdıran, verimlemeyi dayatan zorunluluk bağının uygulayımcısı. Bu doğrultuda bir iç dökme, paylaşma değil roman. Yazar, kurduğu evrende bize kendi yaşantımızda göremediğimizi, farklı bir gerçeklik boyutuna dayalı halde yeniden kuruyor; bizi sarsıyor, bizde derin izler bırakıyor. Bizi, o güne dek ayırdına varamadığımız bir kavramsallıkla yüz yüze getirip buluşturuyor. Kafka’nın 1925’teki Dava’sını okurken, günümüz Türkiyesi’ni daha iyi kavrayabilmekten söz ediyorum. Toplamı neredeyse bin üç yüz sayfayı bulan beş romanı basmakalıp sözlerle kestirmeden değerlendirmek değil yaptığım. ÖRNEKLER BİZE NEYİ SÖYLÜYOR? Günah Kadına Yaraşır adlı romanında Suna Güler, toplumsal oluntulara yer açarken bunların roman evrenine aykırı olmamakla birlikte gereksinirlik boyutunu aşan kimi bölümcelerle anlatıya yük olacağını öngörebilmeliydi. Sürekli dolgu ayrıntı kullanmanın romana yarar getirmeyip tersine zarar verdiği unutulmamalı. Romanı kendisi şişkinleştiriyor ne yazık ki sonuçta yazar… Hiçbiryerde adlı yapıtında Derya Yılmaz, kırık sözdizimlerine dayalı şiir anıştırmalarıyla romanı, dramatik dolantı bütünlüğünden koparıp sorgulayıcı mantıkla âdeta deneme türünün alanına taşıyor başlangıçta. Sonradan romanın akışını hızlandıran yazar, bu kez kadın karakterin yaşadığı yarılmayı da ustalıkla aktaran bir anlatıcı konumu sergiliyor. En Çok Onu Sevdim’de Gamze Güller, eski evle yeni eve dönük yapı gereçlerini öylesine iştahla anlatıyor ki gerekmediği halde romanı şişiriyor kanımca. Evlerden kalkarak kadınla erkeğin bakışına, kadının, kurumlaşmış erkek egemen kösnüllükle çatışan duygu yoğun doğasına bakıyoruz biz oysa. Kavramsal tortu bırakmaya bunca yaklaşan bir roman için üzülüyor insan. Gerek Kopuklar’da B. Güney Ulutaş, gerekse Kulübe’de Uğur Deveci, fantastik roman gerçekliğine bağlı olarak, kendi belirledikleri temele göre, istedikleri biçimde yapılandırıyor anlatılarını. Serüven, merak dürtüsü, kışkırtı, polisiye avcılığı çabucak okutabiliyor romanı. Ulutaş bir tür ütopya için yola çıkıp kimi gereksiz yinelemelere düşerek âdeta distopyaya varırken Deveci ise neredeyse bir distopyadan kalkıp aforizma kırması deyişlerle ütopyaya gitmenin yollarını arıyor. Bütün bunlardan sonra doygun bir roman için yapılabileceklerin iki noktada toplandığı görülüyor: 1. Yazar, yapıttan kendisini dışlamak zorunda, 2. Okur, yapıttan uzak tutulmak zorunda… Böyle güç bir işin altından kaç yazar kalkıyor dersiniz? n 18 9 Haziran 2016 KItap
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle