25 Aralık 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

GÜNHAN KUŞKANAT’TAN “HİÇKİMSE’NİN ANISI” ‘Yaşadıkça öğrendim; umut tehlikelidir’ On bir yıl önce ilk kitabıyla Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’nü alan ama daha sonra romana yönelen Günhan Kuşkanat, bu kez de “Hiçkimse’nin Anısı” ile okurla buluştu. Yine huzursuz bir hikâye anlatan Kuşkanat’la geçen on bir yılı, yeni romanı ve huzursuzluğunu konuştuk... SİBEL ORAL sibelo@gmail.com n Siz öyküyle başladınız, ilk öykü kitabınızla da Cevdet Kudret Ödülü’nü aldınız ve sonra romanla devam ettiniz. Türler arası ayrım yapacak değilim elbette ama insan gelinen süreci de düşünmeden edemiyor... n Yazmaya ilk kalkıştığımda küçük ‘an’ yazıları ve sonrasında öykülerle başladım, evet. Böyle yazmanın daha kolay olduğunu sandığım için. ‘Koskoca’ bir ‘roman’ işine kalkışacak cesaretim yoktu. Sonra anladım ki aslında bir öykü kitabı oluşturmak, belki de bir roman yazmaktan daha zor bir uğraş. Bir öykü kitabında yazdığınız her kelimede çok seçici davranmak zorundasınız. Roman, uzun kurgusu/ labirentleri içinde küçük hataların, eksik/yanlış cümlelerin fark edilmeden saklanmasına bir ölçüde izin verebilir. Öykülerde, farklı karakterler, birbirinden farklı mekânlarda, farklı ‘oluş’ları bir çırpıda, hem de çarpıcı bir biçimde anlatmaya mecburdur. Bu ciddi işi incelikle yapmak ustalık gerektiren bir kalkışma. Bence yaşamış en büyük ustalardan biri olan Borges’in, öykücülüğü seçmiş olması bir tesadüf değil. n 2005’te ilk kitap ve ödül. Şimdi aradan on bir yıl geçmiş. Yazıyla olan ilişkinizde bu süreç içerisinde neler oldu, yazan siz, nerelerden geçtiniz ve nerelere vardınız? n Ben içimde ara sıra kıpırdayan ‘iyi şeyler olacak’ duygusundan hep korkmuşumdur. Belki de yaşadıkça öğrendim ki umut tehlikelidir. Böyle olunca ilk kitapla ödül almış olmam benim için ezber bozan, sarsıcı bir şey oldu. Birileri vardı ve duyuyordu. Hep öyle olmaz evet ama olmuştu işte. ‘Güzel’, hiç ummadığınız anlarda dokununca daha güzel olur... On bir yıl geçti. Pek klişe olacak ama geçen zamanda ne çok şey bilmediğimi öğrendim. Hayata bütün öfkeme/kızgınlığıma karşın, yaşadığım ne varsa hepsinin, aslında –hâlâ bütün olmamışlığıma rağmen‘sevdiğim ben’i oluşturmama yardım ettiği için kutsanması/affedilmesi gerektiğini öğrendim. Affedebiliyor muyum orasını sormayın. İnsan affedebilir ama unutmuyor. Annemin çok sevdiği bir kuğu porselen vardı, boynu kırık. Onu öyle ustaca yapıştırmıştı ki hiç belli olmuyordu. Ya o ya ben, durup dururken bakıp “Hiç belli değil” deyiverirdik birbirimize, zarif bir kolyeye benziyordu daha çok. Ama belliydi, bilirdik. n “Telaş değil, heyecan...” diyor sanırım. Bu takıntılı hâl iki yerde geçiyor. Bazı kelimeler arasında onları birbirinden ayıran görünmez çizgiler var aslında. Özellikle kelime seçimlerinizde, kahramanlarınızın kurduğu cümle yapılarında yoğun bir titizlik gözlemleniyor. n Biraz önce bahsettiğim gibi yazmaya öyküyle başlayan yazarlar, bence kelime seçimlerinde çoklukla demeliyim daha özenli oluyor. Öykücülükten gelen bir alışkanlık bu çünkü öyküde az kelimeyle çok şey anlatmaya uğraşırsınız. Belki de bu yüzden öykü “Ölüyoruz. Ne yapsak bitiyoruz, yıllarca yaşayıp biriktirip örüp çoğaltıp bitiyoruz. Derin bir yeniliş içindeyiz. Bu beni kızdırıyor, kızdığım sayısız haksızlıktan başka. Fakat elbette daha iyi yenilmek de mümkün.” geleneğinden gelen romancılar, romanlarında da az laf etmeyi seçer. “YAZAR BİR ŞEYİ GÖRÜR, ONU YAZAR VE SUSAR” n Çok fazla görünmeyi sevmiyorsunuz sanırım ya da ne bileyim biraz kendinizi sakınıyor, saklıyorsunuz? n Susmak güzeldir... Kendinizi anlattıkça çözülürsünüz; sizi artık bilirler, fethedilirsiniz, üstünüze bayraklar dikilir, bilindik doğal parklara dönersiniz. Ben orman olmayı isterim... Kimsenin bilmediği/gitmediği karanlık yerlerim olsun... Edilmemiş laflarım olsun… Ben, sonuna kadar gitmediğim, vıcık vıcık etmediğim bir aşkı içimde yıllarca büyütebilirim. Dostluğun/aşkların tatmadığım/dokunmadığım yerleri olduğunu bilmeyi severim. Bir şeyi çok fazla verirseniz eksilir, bir şey çok fazla sizinse eksilir. ‘Az’, benim aklımda sonsuza çoğalabilir... Bu söylediklerim bir çelişki gibi de görülebilir çünkü yazıyorum ve yazmak soyunmaktır. Yani yazdıklarımın içinde varım elbette ama yarattığım farklı karakterler kısacık bir anda beni söyler ve susar. Yani beni çok anlatmazlar. Bir de ben, yazarların yazdıkları kitaplar hakkında çok konuşmamaları gerektiğini düşünürüm. Fazla konuşmak okurun hayal gücünü sınırlar. Yazar yine bana görebir şeyi görür, onu yazar ve susar. n “Ben çocukken, yani inanacak çok şey varken, her şey daha kolaydı...” diye bir cümleniz vardı. Hiçkimse’nin Anısı’nı okuduktan sonra ‘hiçkimse’ olan yaşlı ve yaslı kahramanınızı düşünürken bu cümleyi o da edebilirmiş diye düşündüm. Onun çocukluğunu hiç bilmiyoruz gerçi. Ben belki daha iyi anlamak için çocukluğunu merak ettim, bekledim gelecek mi diye... n Yine biraz önce söylediğim gibi her okur, aynı kitabı başka türlü okur, okurken onu yeniden kurar. Her kitap, her okurla başka bir kitaba dönüşür. Belki de okumanın en büyülü yanlarından biridir bu. Bence yazar biraz susup okurun hayal gücüne yer açmalı. n Hiçkimse’nin Anısı size hangi yaşanmışlık ya da yaşanmamışlığın hikâyesini anlattırmak istedi? n İlk kitabımın adı Kış Leylekleri idi. Hepimiz kış leylekleriydik, bir yerlere göçmek isteyip göçemeyen. İnsan hep olduğundan farklı bir yere, bir şeye, kendinden bile başka bir kendine göçmek ister. Hep bir şey eksiktir. Ben hep bu eksikliğin çeşitlemelerini yazdım. “YAZMAK BENİM İÇİN ÇIĞLIK” n Hafıza, geçmiş, yaşlılık, hatırlamayı reddediş ve ölüm ve hayatın anlamı ve anlamsızlığı... Hiçkimse’nin Anısı için bunlar ve toplamı diyebilir miyiz? Siz neler eklersiniz? n Ben yine susarım. Çünkü okur ne arıyorsa onu bulacak veya bulamayacaktır. Ama yazdıklarım, sizin de bildiğiniz gibi hayatın anlamı ve anlamsızlığı üstüne değil. Çünkü ‘hayatın anlamı ve anlamsızlığı’ diye bir meseleye kafa yormak galiba pek doğru da değil çünkü hayatın böyle belirlenmiş bir anlamı/iddiası yok. Biz bir hayatı yaşarız ve yaşadıklarımız neyse, küçük notalar gibi birleşerek bütünde/sonunda kendine bir ‘anlam/şarkı’ örer, galiba hepsi bu. Herkes kendi şarkısını söylüyor, kimi berbat, kimi güzel sandığımız. Ama kim bilir belki de bütün o güzel veya çirkin sandığımız sesler/şarkılar birleşip hiç bilmediğimiz, söyleyip de duymadığımız olağanüstü başka bir şarkıyı, belki muhteşem, evrensel bir senfoniyi söylüyordur. n “Yazar bazen yarattığı dünyayla o kadar iç içe olur ki gerçeğin dışına düşebilir...” diyor bir yerde kahramanınız. Günhan Kuşkanat katılır mı bu düşünceye? Yazmak için masaya oturduğunda neler olur? n Hepimiz içimizde küçücük yüzdelerle ‘delilik’ taşırız. Biraz hiperaktif, biraz bipolar kişilik bozukluğu, biraz manik, obsesif, paranoyak olabiliriz. Yazarların çoklukla ciddi ölçüde şizofrenik olduğunu düşünürüm, en azından ben öyleyim. Ben gündelik telaşlarla yaşarken karakterlerim be >>nimle etrafımda sessiz sessiz dolaşır. İçimde benden ayrı, iyi mi kötü mü olduğunu bilmediğim bir şey 14 19 Mayıs 2016 KItap
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle