Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
arasındaki uzaklığı kaldırmaya dönük tutumuyla da olabildiğince çoksesli kılıyor anlatısını. Bir gizli kara anlatı da eşlik ediyor denebilir ayrıca öykülere… Deniz Tarsus, ikinci öyküler demeti İt Gözü’nde (Can, 2015), tam bir soyutlayım, dönüştürüm iştahlısı genç yazar konumuyla çıkıyor karşımıza bir kez daha. Böylece okurun, anlatılanların ötesine geçerek öyküyü kurabilmesinin önünü açıp doğrudan öykü evrenine katılabilmesini sağlarken bu arada sanatsal kaygılardan uzaklaşmaksızın bize toplumumuzu gösterip, bu toplumsal yaşam içinde bireyi boğan düzenin çevrintisiyle yüzleştirmeyi de hakkıyla başarıyor. Bu verimleri Tarsus’un, bu nedenle sıradan, düz örnekler değil kesinlikle. Belki biçemsel tutumuna değineceğim yine yazarın. Sözgelimi bir öykü karakterindeki ruhsal artalanı, vurukları, kırılmaları yansıtmada elöyküsel olanla özöyküsel anlatımı birlikte harmanlamak, Faruk Duman söyleyişiyle “kim bilir” yerine “kim bilsin”i yeğlemek, yaratıcı dil bilinciyle öyküleri sürdürmek elbette çok güzel ama pek çok öykünün karakterine, farklı evrenler üzerinde kurulmuş olmalarına karşın “ahanda” dedirtmek doğru mu peki? “İlk öykü kitabı”nı, kendi yazınsal geçmişi içinde şiirin imbiğinden süzülerek verimleyen Fergun Özelli’nin ardından yazma deneyimlerini kendi dar alanında sürdürürken “ilk kitabı”nı yayımlamaktan da geri durmayan bir başka kaleme daha göz atalım… Selçuk Pehlivanlı, bir öyküsüne başlık yaptığı Öykü Yazmak İstiyorum! (Cinius, 2015) adlı ilk kitabında sözdizimlerindeki özeni kadar sözcükleri yerleştirmedeki, böylelikle öykülerindeki havayı yenilemeye dönük çabasındaki titizlikle dikkati çekiyor. Öte yandan alaysamalı tutumu, bunu eğlenceli havada, neredeyse “fitili ateşlenmeye hazır” bir kara güldürüye çeviren kıvraklığı, öykülerin kolayca okunmasını sağlıyor aynı zamanda. Ne ki bir çalım anı etkisi uyandıran, olayları hikâye etmeye dönük tutum, öykülemede tehdide dönüşüyor aynı zamanda. Oysa adları farklılık taşıyor olsa da, özöyküsel, elöyküsel anlatımlarla kurulsa da “bir ben kaldım işte tek başıma…” (31 ) diyen öykü kişisi, öyküleme bağlamında çok daha ayrıksı, can alıcı serüvenlerle okur karşısına çıkarılabilirdi herhalde. Her yazarla öykü kitabına ancak bir iki paragraf ayırabildiğim böyle bir yazıda öykü sanatına, öykücülüğümüze dönük yoğun söz açmaya girişmek yerine bu kadarla yetinişime bakılıp hafife alınmamalı yine de bu kaleme getiriş. Yazarla okur, kendisine pay çıkarabilmeli derim bundan, nice kısa da olsa yazı. Aksi halde kimi kitaplara alabildiğine geniş yer açarken kimi öykücülere hiç değinememiş olacağım… Siz hangisini yeğlerdiniz acaba? Öyleyse gelin öykü saatimizi sürdürelim biz… n DENİZ TARSUS Şimdi öykü saati Karpuz sergisinde gezer gibi karşıdan bakılıp da ölçümlenemez öykü hazinemiz. Yuvarlamayla yüzyıla sığışmış ama yine de dünyanın en güçlü, nitelikçe en değerli öykü cevherlerinden biri çünkü bu. Gelin biraz da öykü verimine zaman ayırıp yer açalım. Ö ykü alanında güçlü bir damarımız, başlangıcından günümüze, aralıksız, kesintisiz süregelmiş bir verim gücümüz var Türkçede. Özetle söyleyelim, karpuz sergileri arasında gezinircesine uzaktan hacmine bakılıp da dudak bükülecek, küçümsenecek, “cirmi kadar yer tutar,” denecek bir öykü dağarı değil yani bu. Şöyle böyle ancak bir yüzyıla yayılmış olsa da dünyanın en güçlü, nitelikçe en değerli öykü cevherlerinden biri olduğundan kuşku duyulmamalı Türkçedeki bu damarın, verimin. Dünyanın bütün öykü madenleriyle cevherlerini tanımıyor olabilirim, ama dünya öykücülüğünde öne çıkmış adların öyküleriyle dünyanın onca dilinde uç vermiş öykü filizlerini, bu arada kimi dillerde alabildiğine yükseliş göstermiş, farklılıklar sergilemiş güçlü öykü kaynaklarıyla akıntılarını okuyup tanıma, bir biçimde bunları karşılaştırma fırsatı yakalamış biri konumuyla pekâlâ öne sürebilirim bunu yine de. Yıl içinde onlarca öykü kitabına yer açarken “Kitaplar Adası”nda, masama damlayan bu öykü kitaplarını eritemediğim de bir gerçek ayrıca. Kaldı ki bu verimleri, öykü, yazın dergilerinde yayımlanan öyküleri tümden eksiksiz okuyabildiğimi de söyleyemem. Ama öykü yayınlarının arkası kesilmiyor ya hiçbir zaman, bundan da apayrı bir mutluluk duyuyorum diyebilirim. Bu girişin ardından gelin şimdi, aşağıda bir avuçluk öykü kitabına yer açarak sürdürelim yazıyı… Fergun Özelli, nice şiir kitabından sonra yayımladığı ilk öyküler demeti Sarhoş Kapı (Can, 2015) ile yalnız şaşırtmıyor, yazınsal tat belleğimizi geliştiren hüner de sergiliyor. Kimileri küçürek öykü örneği olarak alınabilecek, hatta fıkra havası estirdiği öne sürülebilecek verimlerinde yazar, sarsıcı, silkeleyici, ama “mırıltılı sevinçler”e dayalı (62) bir anlatı evreni getiriyor önümüze. Çoksesli okuma olanağı sunan, yüksek soyutlayım düzeyiyle, her biri birer kuyum değeri taşıyan, dil adası minik şiir armağanı bu öykülerinde böylece taze sabah duygusu yaymayı da ba şarıyor. Geçmişin devrimci ayak izlerine bugünden bakarak yaptığı göndermeli yaklaşım biçimi, yalnızlığa dönük seçimi, doğayla bütünleşme eğilimi, toplumla yaşadığı çatışma, uyumsuzluk vb. izlekleriyle Özelli, aynı zamanda şair duyarlığıyla öyküye kazandırdığı bıçak sırtı bir enginlik de getiriyor anlatıya. Çeyrek yüzyıl önce Memet Fuat, “Dağdakiler” başlıklı yazısında, öyküde sıranın onlara da geleceğini dile getirmişti. Ne ki düzeyli bir iki örnek dışında son onon beş yılda üretilen öylesine yavan ürünle karşılaşıldı ki bu alanda, düzey beklentisi sürdü hep. İşte Ahmet Tulgar, Duygusal Anatomi’de (Can, 2015), yalnız dağdakiler üzerine düzeyli öykü örneği getirmiyor, yanı sıra devrimci gelenek içinden beslenip süzülen bir anlatıya da götürüyor okuru. Bunun için yaşanan sıcak olayları enikonu soğutuyor ilkin, ardından uzak bakışla bunları anlatı evrenine taşıyıp soyutlayım, dönüştürüm eşliğinde yerli yerine oturtulmuş öyküler getiriyor. Dramatik örüntünün yanında yer yer melodramatik öğelere göz kırpılan sekmeler görülse de Tulgar, öykülerinde çizgiselliğe kaymadan ama aynı zamanda bir kara anlatı havası da yayabiliyor bu örneklerde… Devrimci göreneğin önde tutulduğu yıllarda kişisel özgürlüğe yönelerek bununla içlidışlılık kurduğu, çocuk cinselliğine ya da düpedüz cinselliğe yer açtığı düzeyli anlatılar da öykülemeye hakkını verdiğini gösteriyor yazarın. Fulya Bayraktar, on yılı aşkın süredir Ankara’nın seçkin dergilerinden biri olarak öne çıkan Lacivert’i yayımlıyor öteki kadın arkadaşlarıyla birlikte. Bu bağlamda öykücülüğümüze emek veren adlar arasında anılması gerekiyor onun da doğal olarak. İşte Bayraktar, bu kez bir ilk öyküler toplamıyla geliyor okur önüne: Yuh! (Nota Bene, 2015) Öykülemeyi iyi bilen, anlamlandırma ağlarını iyi kuran, ötesinde yan anlam ağları döşemeyi, ayrıntılara işlevsellik yükleyerek artalan yaratmayı ustalıkla başaran bir yazar Fulya. Ama içerikte, söylemde toplumsal, AHMET TULGAR SELÇUK PEHLİVANLI bireysel işlevselliği önceleyen görece kalıpçı tutumu yazarın, öykülerindeki homojen yayılımı engelleyerek aynı bir öyküde dalgalanmalara, adeta sekmelere yol açabiliyor ne yazık ki. Kimileyin sözdizimlerinin gölgesi altına sindiği bile oluyor neredeyse anlatının. Oysa bıraksa öyküyü, biraz kendi haline bıraksa, Bayraktar’ın çok daha iyi sonuç alacağı, bu örneklerde de açıkça görülebiliyor. Mehmet Erte, Arzuda Bir Sapma (YKY, 2015) başlıklı öyküler demetinde yaşam serüvenine yöneldiği anlatıcısı aracılığıyla “büyümeye mecbur” (11) bir çocuğun “içi(n)deki arzu ile dış dünya arasın(d)a” (15) sıkışıp kalmasının yol açtığı uyumsuzluk üzerinde duruyor denebilir. Çocuk büyüyecek, “kendisi kalarak bir başkasına ulaşama(yacağını)” (103) öğrenecektir sonuçta. Yazar, anlatıcısının yalnızlık baskısı altında sancılarla, çaresizliklerle örülü, çocukluktan ergenliğe, erginliğe geçiş sürecini sunarken, bu arada bir insanın toplumsal kuşatma karşısında verdiği yarma savaşımını da ustalıkla yansıtıyor. Erte, roman gibi de okunabilen bu bağlamlı öykülerinde, anlatıcıdan yayılan yalnızlık duygusunun yanında, dil işçiliğinin eklendiği, yığışımmış gibi duran ama işlevsellik taşıyan ayrıntı dökümü kadar, okurla MEHMET ERTE FERGUN ÖZELLİ FULYA BAYRAKTAR 18 26 Kasım 2015 KItap