19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Necati Tosuner’den “Korkağın Türküsü” ‘Bu film de bitecek, sonunu genç yazarlar yazacak!’ gibiydi. Sıkıntıların, gelecek kaygısının ve böyle mi olacaktı umutsuzluğunun verdiği yenilginlik duygusuyla ağır bir yumruk almış olma sarsıntısını, kendi kendine sürekli yaşıyordu. Ama umudu da yine peşi sıra okuyorduk. Azalan veya artan ölçüde de olsa... Evet, umutsuzluk çoktu ama umut daha çoktu. Geçmişte yaşadığı karşı duruşlarla gelecekte karşılaşılacak, daha o günden de kötü, o günün yol açacağı bunalımın olmaması umudunu taşıyabiliyordu. Bu, dinci bir kalkışmanın biçimlendiği belliydi. Ama nasıl bir biçim alacağı daha belli değildi. Roman bunu önceden göremiyordu. Çünkü olaylar romanın çok önünde gidiyordu. Roman, olan bitenin üstünde yazılan metin değildi. Olmuş bitmiş olan daha çok olup biteceği kaygısıydı. Adamın düşlerinde geçendi, henüz olmamıştı. “Susmak Nasıl da Yoruyor İnsanı!” yazılırken kişinin yazar kimliği iki roman arasında bir farklılık olması da arzu edildiği için öne çıkarılmıyor. Yani o önceden yazılmış metinler yok. “Susmak” bir bakıma düşünen kişinin, o çözümlemek isteyen kişinin kendiyle cebelleşmesi. Çünkü anlatılan, yapacak bir şey bulamayış ya da yapacak bir şeylere kalkışmaya cesareti olmayış. Susmak değil, susmak zorunda kalmak ve o kitap, romanın sonunu söylemiş olacağım ama söyleyeyim“ben korkağım” diye bitiyordu. O yüzden, bu romanın adının “Korkağın Türküsü” olması da oradan geliyor. Eylül başka, Ağustos gibi değil: Yumuşak, narin, uysal. Nasıl bir geçişte yazarın mevsimi, iklimi? Çünkü yaşlılıktan gitgide daha çok söz etmeye başlayan bir kişiyi yansıtıyor roman. Eylül durumu bir övgü değil, bir katlanma zorunluluğu var. Ya sonrası sorusunu bir kaygıya dönüştürerek getiren, karamsarlık veren güzelim eylül!.. Bu da bir yıkıntı: Güzelim ülkenin geldiği durum gibi eylülün geldiği duruma bak! “Kasırganın Gözü”, “Susmak Nasıl da Yoruyor İnsanı!” ve “Korkağın Türküsü” Necati Tosuner’in kaleminden sıkı bir üçleme. “Kasırganın Gözü”nde balkondaki adam diye de adlandırılan yazarımız, yazılandan ve yaşanılandan duyulan bir sıkıntıyla hemhaldi ve yenilgi duygusuyla ağır bir yumruk almanın sarsıntısını sürekli yaşıyordu. Okura da dikleniyordu hatta yer yer. Umudu ise bir şekilde yürek cebindeydi yine de. “Susmak Nasıl da Yoruyor İnsanı!” ise düşünen, o çözümlemek isteyen kişinin kendiyle cebelleşmesiydi. Çünkü anlatılan, yapacak bir şey bulamayış ya da yapacak bir şeylere kalkışmaya cesaretin olmayışıydı. Susmak değildi, susmak zorunda kalmaktı. “Ben korkağım” diye bitmesi boşuna değildi. O yüzden, sonuncunun adını “Korkağın Türküsü” koyduğunu ifade ediyor Necati Tosuner. Bir “Eylül durumu”nu yazıyor yazar son kertede. Ne mi “Eylül durumu”? Dediği gibi bir övgü değil, bir katlanma zorunluluğu. “Ya sonrası” sorusunu bir kaygıya dönüştürerek getiren, karamsarlık veren güzelim bir ay ve bir yıkıntı! Halkına dayak atan, yetmedi biber gazı ve kimsayasalla “marine” eden üstüne de soyup soğana çeviren dinci kalkışmanın kök saldığı güzelim ülkenin geldiği durum gibi! Tosuner’le “Korkağın Türküsü” üzerine söyleştik. S A Y F A 4 n 1 3 r Gamze AKDEMİR avuran yazdan güze geçiyor roman. Solgun ve asık bir yüzle bakıyor romandaki yazar, bulutlara hoşça kal derken. Gökyüzü gidiyor! Kuşlar da kayıp artık. Eskiyle bugün arasındaki, eski ve bugünkü adam arasındaki makas nasıl açılıyor? Bu, “Kasırganın Gözü” ile başlıyor. “Kasırganın Gözü” yazılmış olmasaydı, ondan sonra yazdığım “Susmak” da, bugünkü “Korkağın Türküsü” de yazılmış olmazdı. Ama “Kasırganın Gözü”nü yazarken bu yazarlık serüveninin nereye gideceğini bilmediğim gibi böyle bir yere gideceğini de bilmiyordum. Onu yazdıracak hazır bir şey yoktu. Ancak yaşandıkça, yaşanılmış olandan gelen bir arkadan itekleme vardı, o itekleme onları yazmaya götürdü. Orada hatta yazarın okura diklenişine bile tanık olunuyordu, kitabın yarısına gelince “Bu yazdıklarım için ‘roman değil’ diyen biri olacaksa şimdiden bıraksın okumayı!” diyordu. Bu biçimselmiş gibi gözüken unsur gerçekte yazılmakta olandan, yaşanılmakta olandan duyulan bir sıkıntı ve umutsuzluktan kaynaklanıyor, onu yansıtıyordu. Ama o kitapta yazar, yazar kimliğiyle de romanın içinde vardı. Onun önceden yazılmış varsayılan farklı biçimdeki metinleri, romanın içinde ayrı bir renk olarak da duruyordu. Bir de okur, yazarın kim olduğuna, nasıl bir kişi olduğuna ilişkin bilgiyle ilk kez orada karşılaştığı için, ilginç denilebilir unsurlar belirgin olarak görülebiliyordu. Kendini aşırı didikleyen bir kişiliği vardı ve balkondaki adam diye de adlandırılan o kişi, kendisi sanki gerçek kasırganın gözünün taşıdığı şaşırtıcı dinginlik içinde yaşarken bir yandan da anlatılan kasırgaya kapılmış 2 0 1 4 K “BURADAKİ KORKAKLIK TABANSIZLIK DEĞİL!” Ağlamanın faydası yok. Çığlık da atma demekte. Nasıl bir korkak (mı ki?) korkmaya boş veren yazar ve korkak mı korkan mı, hangisi? Buradaki korkaklık bir kendini koruma güdüsü. Evet, yani tabansızlık anlamında değil. Hayır o bir kere her şeyin farkında. Vurdumduymaz ya da televizyon yorumcularının yorumlarıyla tedavi edilen bir kişiliği yok. Kendine özgü çözümlemelere kalkışan, o yüzden de yani bir ortaya çıkma durumundan sakınma var. Bir genel güvensizlik. Bu, deli cesaretinin tam tersi aşırı temkinli olma, her şeyden ürkeklik gibi... Yaşama karşı asılırken bir korkaklığı yok, zaten yaşını almış olmanın verdiği cesaret de var. Bir şey yapamayış hırpalıyor onu. Çünkü bir şey yapmaya kalkışmıyor. Kalkışamıyor. Korkak dedikse “Amaan, hayırlısı...” deyip unutmaya kalkışıyor da değil. Bir içtenlik patlaması “Ben korkağım” demesi. Bunu söylemek de bir cesaret ister. Bir de yalnızlığın verdiği bir alışıklılık durumu da perçinliyor mu bu durumunu? Şimdi adamın yalnız olması, yalnız yaşıyor olması bir bakıma onun adına daha iyi. Çünkü bu böyle bir adam, her şeyin farkında olan ve bir şey yapmak elinden gelmeyen... Bir de evde çoluğu çocuğu olsa ne olacak? Diyelim adamın kız çocukları olsa onların nasıl bir hayata doğru itildiğini görünce kendinde gördüğü korkaklık onu daha beter perişan edecek. “BİR ‘KAPATILMIŞLIK’ DUYGUSU VAR, ÜLKE CEZAEVİNE DÖNÜŞMÜŞ!” Romandaki anlatıcı için kapı duvar nasıl bir çerçeve, çepeçevre? Bir kapatılmışlık duygusu var. Yaşadığı ülke bir cezaevine dönüşmüş, bunu görmekte. Duvar duvara bakıyor. Duvarın duvara bakıyor olması, bir kıstırılmışlık duygusu veriyor ona. Sürekli olarak bir kıstırılmışlık duygusunun ağırlığı altında yaşanmakta. Anlatılanlar, artık bir korkaklık durumunu çok aşıyor. Bu kitaplar birbirinin devamı gibi görünse de önceden planlanmış bir devamlılık yok. Ya da uzun bir tarihsel süreç anlatılıyor olsa zaten ortada yaşanılmış bir tarihsellik var ona göre birinci, ikinci, üçüncü denilebilirdi ama öyle değil. Ama üçüncü kitabı teşvik etmiş. Evet, zorlamış. Yani ben korkağım diye düğüm atmak yetmemiş. Ama üçüncü kitap yazılırken o tarihsel akıştaki bilinmezlik pat diye bir sürpriz çıkarıyor yazarın karşısına. Yani, bir yaz geçmiş, bir güz geçmiş, umutsuzluklar, mevsim değişecek bir şeyler değişecek, iyiye değişecek derken, yeni gelen yıl, yeni mevsimler ama değişmeyen şeyler, artan, daha da rahatsız eden unsurlar derken, penguenler... Pat diye Gezi olayı çıkıyor. Direniş... Burada Necati Tosuner’in yazarlığı için bir sıkıntı var: Yani bu sayfalar yazılırken Gezi çok yeni bir olaydı, moda olmuş deyimle, “nemalanmak” derdinde bir yazar görüntüsü vermek, bu kaygı, beni çok rahatsız etti. Onun için oraları çok rahat yazamadım. Fotoğraf: Kaan SAĞANAK “YAZARKEN YAZMAYA YETİŞEMEDİM!” Örtük gidiyor epey süre bu nedenle değil mi? Evet. Ama o “üstgeçit” diye adlandırdığım bölümleri bulunca belli ölçüde raK İ T A P S A Y I 1256 M A R T C U M H U R İ Y E T
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle