19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

K Kitlesel hale gelmiş bir tür “kadın anlatıları çağı” yaşadığımız ortada. Bu niceliksel patlamayla birlikte beklenen niteliksel sıçramaya, dönüşüme seyirci kalınmamalı o halde. Bir köşeye çekilip izlenilmesi yerine kitlesel yazarlık, hem korunup geliştirilebilmeli hem de olası ayrımlarla uçların şimdiden önü açılmalı. adın yazarlar arasında, “duygu paydaşlığı” temelinde kurulduğu gözlenen bir anlatısal alışverişe, köprüye, kanala iki hafta önce değinmiştim. 8 Mart’ın ardı sıra bu hafta da konuyu tartışmak yararlı olabilir. Ne diyordu Güner Ener, 1950 sonlarına, 60’lara getirerek sözü: “(O) yıllarda sayımız çok azdı, 510 kişi kadar. (…) Sonra yavaş yavaş arttı, giderek hızlandı, derken şaşırtıcı rakamlara ulaşıldı, …bu inanılmaz bir bereket mi, enflasyon mu ayırt etmem olası değil”. Kitlesel hale gelmiş bir tür “kadın anlatıları çağı” yaşadığımız ortada. Bu niceliksel patlamayla birlikte beklenen niteliksel sıçramaya, dönüşüme seyirci kalınmamalı o halde. Bir köşeye çekilip izlenilmesi yerine kitlesel yazarlık, hem korunup geliştirilebilmeli hem de olası ayrımlarla uçların şimdiden önü açılmalı. Öteki sanat alanlarında da, yazmaya dönük bir eğilim gözlendiğine göre, yaşadığımız bu kadın anlatıları çağında böylesi sorumluluktan kaçınmak zaten pek kolay olmasa gerek! KADIN ANLATISINDA GÖRÜLEN KİTLESEL YÜKSELİŞ Kadın varlık, artık her alanda güçlü biçimde kendini gösteriyor. Öteki sanat dallarında da yazmak, yayımlamak anlamında kitlesel kıpırdanış görülmüyor değil. Müzikte çıkış yolu arayanların çokluğundan, zaman zaman oyuncu arayan televizyon yapım şirketlerinin önünde yaşanan “izdiham”dan, bununla örtüşen kimi kadın etkinlikleriyle dıştan bakıldığında sanatsalmış gibi görünen daha başka kadın ataklarından da söz ediliyor elbette. Ancak kalem kâğıdın kolaylığı, iç dökmeye elverişli işlevi nedeniyle kadınlar, bir metnin gerektirdiği yazınsal değer çok da gerekmezmiş gibi ille yazmak için çabalıyor. Bunun yazınımızda umulmadık yükseliş sergilediği, farklı bir erkeye yol açtığı söylenebilir gönül rahatlığıyla. Diyeceğim kadınlar, şimdiye dek biriktirdikleri ne varsa, bunların etkisiyle yazarken yazınımızı da nicel anlamda bugüne dek görülmeyen bir ivmeyle yükseltmeyi başarmış oldular. Anı, öykü, roman, belgesel vb. bütün türlerde bir yazı cazibesinin her yakaya uzanıp filiz verdiği öyle çok kitap yayımlanıyor ki… Belki yıl içinde birkaç yüz kitaba ulaşıyor bu sayı. Bunları birbirinden ayırmak giderek güçleşiyor tabii… Kitaplar üzerine kalem oynatan insanların ise, kadınlar arasındaki nicel patlamaya pek yüz vermediği, genelde öne çıkmış, ötekilerden sıyrılmayı başarmış imzalara yöneldiği izleniyor kabaca. Okur çoğunluğunu kadınlar oluştururken kitaplar üzerine yazanların çoğu erkek nedense. Genelde kadınlar, küçük dergilerde birbirlerinin kitapları üzerine yazsalar da bunlar işlevli olamıyor. Bu nedenle kadınlar arasındaki kitleS A Y F A 12 n 13 itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA [email protected] [email protected] Kadın yazarlar arasında anlatısal alışveriş edemedim. İki yapıt arasında koşutluklar kurmak değil amacım. Kaldı ki ortak tek yan ikisinde; toplumun ötekileştirmesine karşı verilen bireysel savaşım. Ancak Suat, bu savaşımı ekonomik boyutta da sürdürüp bunun üstesinden gelecek, sonunda bir biçimde savaşı kazanacaktır. Yine de ben Adak’ı okuyanlara, Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi oyununu; oyunu izleyenlere ise Adak’ı okumalarını önereceğim… ÖZEN AŞUT: “BOYUN EĞMEYENLER...” Özen Aşut’un tok duruşla, anlatı tınısından yayılan alçakgönüllü vakarla kaleme aldığı Boyun Eğmeyenler romanı da kolayca okunuveren, su gibi kayan bir anlatı. Romanda taşıyıcı üç kadın var; gazeteci Defne, hekim Deren, bilimci Ceren… Yazar, yapıta bu karakterleri tanıtarak giriyor denebilir. Burada gazeteci Defne’ye önemli rol düşüyor; “haber almak amacıyla doğrudan ve yüz yüze iletişim kurmak, her zaman daha başarılı sonuç veriyor” (23), yazar da, böylece kişiler arasında kolayca geçişler yapabiliyor. Aynı şekilde hekimliğinin katkısıyla Deren’in ilişkilerinde de zenginlik gözleniyor. Yaşananların roman biçiminde hikâye edildiği, bir “belgesel roman” zaten bu. Kurmacanın eklendiği, ancak yaşantıya yaslanan, gücünü doğrudan yaşantıdan aldığını gösteren… Ama roman evrenindeki oturmuşluk, kurmaca karakterlerden yansıyan yüksek gerçektenlik, dile egemenlik, sözcük seçimiyle sözdizimlerinde gözlenen beğeni göz çelmeyi başarıyor. Yazar, kaleme getirdikleriyle ilgili farklı duygu durumları yaşamış, kendince estetik hazlar dermiş olmalı, olgular ne denli hüzünlendirse de kendisini… Böylesi romanlaştırmalarda en büyük sıkıntı, yazarların olup bitenleri anlatmaktan kendilerini alamamaları, yığma ayrıntıdan kurtulamamaları bir türlü. Bunun izleri Zerrin’le Özen’de de görülüyor. Ne ki Aşut’ta bilinen siyasacılara, gazetecilerle yazarlara, sanatçılara belgesel roman evreninde rastlamak anlatıya farklı bir kıvam da kazandırıyor. Öte yandan kimi yapıt adları da ekleniyor buna, sonra şiirlerden alıntılar… Bu arada yazarın kimi adlar, terimler kısaltmalar vb. için yapılandırdığı geniş ölçekli dipnot dağarı, konuya yabancılık duyacakların yararlanabileceği sözlükçe oluşturuyor. Bunlar bir yana, roman kişilerinden birinin Ataç’tan alıntıladığına benzer biçimde “yalınlığın süsü”ne (22) dayalı bir göz çelişe de sahip Boyun Eğmeyenler. 1980’e ulanan süreci, yumuşacık bir okumayla tanımayı, öğrenmeyi isteyeceklerin yararlanabileceği önemli bir kitap bu! Kırk yıl önce yaşananları en azından şöyle kuşbakışı anımsayıp bu doğrultuda günümüzle bağlar kurmak isteyecekler için hele, ürkütmeyen arşiviyle basbayağı bir zenginlik sunuyor. Bütün bunlardan sonra Özen Aşut’un 12 Eylül sürecine yaklaşımının, yaşanan olaylara roman dokusuyla giydirilmiş mermerşahi üstlük gibi hem yakıştığını hem de anlatısını dümdüz, sıradan, yalınkat olmaktan çıkarıp bu doğrultuda ona düzey kazandırdığını söyleyebilirim. Kuşkusuz bunda Özen Aşut’un “kadın parmağı” kadar hekim parmağı da önem taşıyor… Nusret Fişek’in ardıllarından sayabileceğimiz halk sağlığı hekimi Özen Aşut, üzerinde durulması gereken bir yapıtla bizi selamlarken, hemen herkesin salt kadınlardan beklediği bir “şefkat emekçiliği” sorunsalı da gözler önüne seriliyor böylece. 8 Mart’ı, 14 Mart Tıp Bayramıyla buluşturmakta sakınca yok o halde. Bayramınız kutlu olsun hanımefendiler… Beyefendiler, sizin de… n K İ T A P S A Y I 1256 K sel yazarlık patlaması, uzaktan, neredeyse kör dövüşünü andırır algıya yol açıyor denebilir. Böyle durumlarda hangi kitaba yüzünü döneceğini de kestiremiyor insan. Taraklayıp yoklamak da bir yöntem elbette, ama böylesine bir toz duman ortamında sağlıklı yargıya ulaşabilmek, doğrusu ya, enikonu güçleşiyor. Kadınların, öykücülüğümüzde açtığı çığır dışında farklı nitelikteki bu kitlesel anlatma çağında paylaşmak, böylelikle birbiriyle eşduyum boyutunu aşar nitelikte paydaşlık oluşturmak da alkışlanacak bir tutum elbette. Çünkü farklı bir değere karşılık geliyor bu da… Peki, biçemi bir kıyıda bırakıp salt anlatmaya yönelmiş kadın anlatıları karşısında ille burun mu kıvrılmalı, görmezden mi gelinmeli bunlar? Kuşkusuz yazınsal metnin yazarı ile bu düzeye ulaşamamış metnin yazarını aynı kefeye koymanın olanağı yok! Ancak her yazı, her metin yazınsal açıdan gereken değere sahip olamasa da toplumbilimsel, tarihsel, felsefesel, ekonomik, siyasal, ahlaksal vb. pek çok farklı alanda, en azından kişisel tanıklık, toplumsal belleğe katkı gibi farklı anlamlarda önem taşıyabilir, bundan kuşku duyulmamalı… 8 Mart’ın uzantısı olarak bu haftanın yazısında, belgelere dayanırken yazınsallığın sınırlarında gezinmeyi enikonu başaran iki kitaba yoğunlaşmak istiyorum: Zerrin Tuluğ’dan Adak (Hayal, 2013), Özen Aşut’tan Boyun Eğmeyenler (Yazılama, 2013)… ZERRİN TULUĞ: “ADAK...” Zerrin Tuluğ, ressam. Adak’ta imgesel anlamlandırmalarla olgusal aktarıları harmanlarken paletine aldığı renkleri öbek öbek serpip öyle geliştiriyor anlatısını. Böylece hem kolayca okunan, hem panayırdaymışçasına durmadan insanın gözlerini çelen sıçramalara dayalı bir roman evreni getiriyor okur önüne. Peki böyle yanar döner bir evren kuruyor da neyi anlatıyor Zerrin? Bir ilginçlik de burada çıkıyor karşımıza; bunca renkli, albenili sirk havasındaki roman evreninde, trajik bir karakterin cinsel varoluşu üzerinden sürdürdüğü yaşam savaşımıyla yüz yüze geliyoruz… Sekiz kardeşin en küçüğü Suat, erkek cinsiyetiyle dünyaya gelmiştir ama cinsel açıdan farklı bir yöneliş içindedir. Onun, çocukken bebek oynamaya dönük ilgisi, takı, gelinlik, çeyiz sandığı vb. gereçlere düşkünlüğü, ablalarıyla, ağabeyleriyle ilişkilerinde ortaya çıkan aykırılık, anneyle babanın da dikkatini çeker. Başlangıçta alttan alıcı tutumla sorunu aşmaya çalışan anne baba, sonraları kısıtlar getirerek, derken Suat’a, kendisinin bile anlamakta güçlü çektiği cezalar vererek, hatta gide gide şiddete başvurarak çözüm aramaya girişir. Bunlardan biri de hocalara umut bağlamaktır. Öyle ya, bir cin işi de olabilir bu… Bu nedenle Suat daha ilkokula başlamadan, 2014 Zeynep Tuluğ anne baba, onunla ilgili sorunu nasıl aşabileceklerini düşünmeye koyulur kara kara. Çünkü o, bir “nazlı oğlan”dır. (28) Ablalar enikonu hoşgörülüdür, ama ağabeyler aşağılayıcı, ötekileştirici tutum sergiler sürekli. Öte yandan Suat büyümektedir de. Ortaokul yıllarında bir cinsel uyanış yaşamaya koyulduğunda, artık “[f]arkında olduğu en önemli özelliği”, “hemcinsleri gibi olmadığı”dır. (38) Bu nedenle karar alır; ne pahasına olursa olsun “[e]kmeğini taşların arasından çıkararak, benliğini kurtaracaktı(r).” (40) Bir top yanardöner kumaşın çevrile döndürüle açılışına benzer biçimde albenili bir örüntüyle Suat’ın öyküsünü okuyoruz roman boyunca. Zerrin Tuluğ’un, bunu daha da kışkırtıcı hale getiren hem renkli hem siyah beyaz, hem alaycı hem trajik, hem yalın hem abartılı anlatımı, okuru kendine çekiyor. Gerçekten de Zerrin, farklı bir dil kurmaya çabalıyor kitabında. Bunu sözcüklerde değişimler yaratarak, bir torbadan avuç avuç çıkardığı tümcelerini bilye gibi yerlere saçıp, çın çın hoplatarak sağlıyor… Suat’a yönelik bir belgesel roman Adak. Verilen tarihler, gösterilen yerler, coğrafyalar, kimi belgelere göndermeler net biçimde ortaya koyuyor olgusal gerçekliğe yaslandırıldığını romanın. Kimi alıntılar da bunu pekiştiriyor ayrıca. Adak’ı okurken, son iki mevsimdir Ebru Nihan Celkan’ın bir transseksüelin yaşamından kesitler aktardığı, Sumru Yavrucak’ın sunduğu, Kumbaracı 50’de sergilenen Altıdan Sonra Tiyatro yapımı Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi oyununu düşünmeden Özen Aşut M A R T C U M H U R İ Y E T
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle