Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Y er sinema tutkununun olduğu gibi benim de gözde yönetmenlerim vardır. Hiç kuşkusuz, sinema sanatının uçsuz bucaksız zenginliği içinde hayranı olduğumuz pek çok yönetmenden söz edebiliriz; ama yine de, ruhumu derinden etkileyen, insanı, giderek kendimi daha iyi tanımama benzersiz katkılarda bulunan bazı yönetmenlerin gönlümde ayrı bir yeri olduğunu söyleyebilirim. Bunlardan biri Luchino Visconti ise, bir başkası da Andrzej Wajda’dır. Pek çok yapıtını 1960’lardan başlayarak Onat Kutlar’ın Sinematek’inde izlediğim Visconti ve Wajda. Bugün seksen yedi yaşında olan Wajda’nın, sinema tarihinin yapraklarına daha şimdiden altın harflerle kazınan “Kanal”, “Küller ve Elmas”, “Her Şey Satılık”, “Vaat Edilmiş Topraklar”, “Mermer Adam, “Demir Adam”, “Danton” gibi başyapıtlarından söz edecek değilim. Bize, baskı altındaki bir toplumda, acımasızca işleyen sansür koşullarında eleştirel ve nitelikli sanatın nasıl yapılacağını öğrettiğinden de söz etmeyeceğim. Resmî olmayan Polonya sinema okulu ve Avrupa sinemasının büyük ustasının “küçük” bir filmine değineceğim. Ustanın 1980’de çektiği “Orkestra Şefi”ni, bugün yerinde yeller esen Emek Sineması’nda seyretmiştim. “Orkestra Şefi”nde, dünyaca ünlü bir orkestra şefinin, yaşamının son yıllarında ülkesi Polonya’ya dönerek bir taşra orkestrasını yönetmesi üzerinden her zamanki incelikli eleştirel yaklaşımını sergiler Wajda. Filmin olay örgüsü, kuşkusuz, umulmadık bağlantılara, beklenmedik ilişkilere, sanatsal çekişmelere uzanır. Ama, Wajda’nın değişmez oyunValeri Gergiyev Simon Rattle eryüzü Kitaplığı CELÂL ÜSTER celaluster@cumhuriyet.com.tr Orkestra şefliğine farklı açılardan yaklaşan iki ilginç kitap Orkestranın sanatsal vicdanı H Service’in, Simon Rattle’ın Berlin Filarmoni’yle, Mariss Jansons’un Concertgebouw Orkestrası’yla, Cladio Abbado’nun Lucerne Festival Orkestrası’yla yaptığı provaları izleyerek edindiği izlenimler, “şefin sırrı”nı merak edenler için fazlasıyla ilginç olsa gerek. cularından Krystyna Janda ile bu filmdeki yorumuyla 30. Berlin Şenliği’nde En İyi Erkek Oyuncu seçilen Andrzej Seweryn’in de oynadıkları “Orkestra Şefi”nde bende derin izler bırakan, John Gielgud’un doğallığın doruklarında gezinen oyunu ve “orkestra şefi”nin yalnızlığıydı sanırım. Olağanüstü bir Shakespeare oyuncusuydu Gielgud. Genç sayılabilecek yaşlarda çıkardığı Hamlet ve II. Richard yorumlarıyla tiyatro dünyasını afallatmıştı. 1930’ların sonlarına doğru, Lillian Gish’le oynadığı “Hamlet”, Broadway’de gişe rekorları kırmıştı. Alec Guinness’in, sesini en iyi kullanan oyunculardan biri sayılan Gielgud’un ses tonunu “ipeklere sarılı gümüş bir trompet”e benzettiği söylenir. Aldığı sayısız ödülün yanı sıra Oscar, Emmy, Grammy ve Tony ödüllerinin tümüne değer görülen çok az sayıdaki oyuncudan biri olan Gielgud’u sahnede izleme olanağını ne yazık ki yakalayamadım. Sözgelimi, Shakespeare’in “Fırtına”sının Prospero’sunda sahnede seyretme olanağım olmadı. Ne ki, Peter Greenaway’in 1991’de çektiği alışılmadık, sıradışı “Fırtına” uyarlaması “Prospero’nun Kitapları”nda Gielgud’u izleme, daha çok da “dinleme” olanağı bulmuştum. Bugün hâlâ pek çoklarının ulaşamadığı yenilikçi yaklaşımları içeren “Prospero’nun Kitapları”nda, Prospero’yu beyazperdede ölümsüzleştirmekle kalmıyor, filmdeki hemen tüm karakterleri de seslendiriyordu Gielgud. Gielgud, 2000 yılında, David Mamet’in Beckett’in “Katastrof” adlı kısa oyunundan sinemaya aktardığı filmde, ünlü oyun yazarı ve Beckett tutkunu Harold Pinter’la birlikte oynayacak ve birkaç hafta sonra da bu dünyadan göçüp gidecekti. Beckett’in 1982’de yazdığı ve o sıralar hapiste bulunan 2013 Vaclav Havel’e adadığı oyun, totaliterliğin gücü ve ona karşı savaşımın bir anıştırması niteliğindeydi. Ama tiyatro ve sinema yaşamı boyunca o benzersiz ses tonuyla en güzel sözlere can veren, dahası “Prospero’nun Kitapları”nda tüm karakterleri seslendiren Gielgud’un, bu son filminde hiç konuşmadan oynaması ise, tüm bir oyunculuk uğraşının bir ironisiydi belki de. Wajda, “Orkestra Şefi”, Gielgud derken kaptırdım gittim, asıl konuya giremedim bir türlü. Asıl konu ne mi? Orkestra şefliğiyle ilgili iki kitap. Klasik müziğe genç yaşlarda ilgi duyan pek çoğumuz, evde yalnız kaldığımızda ya da odamıza kapanıp, ayna karşısında orkestra yönetmemiş mişizdir? The Guardian gazetesinin klasik müzik eleştirmeni, BBC Radyo 3’ün müzik programcısı Tom Service de yıllarca ayna karşısında “prova” yapmış, ama işi daha da ileri götürerek sonunda Bruckner’in 9. Senfonisini yönetmiş. Service’in, Faber&Faber’dan çıkan “Music as Alchemy: Journeys with Great Conductors and Their Orchestras” (Simya Olarak Müzik: Büyük Şefler ve Orkestralarıyla Yolculuklar) adlı kitabında, Toscanini’den Karajan’a, Carlos Kleiber’den Gustavo Dudamel’e, müzisyenleri olduğu kadar müzikseverleri de hem büyüleyen, hem de zaman zaman şaşırtan orkestra yönetmenlerinin “sessiz” jest ve hareketlerinin gizleri anlatılıyor. Bir yapıtın konserde ya da CD’den dinlediğimiz yorumunun, şefin orkestrayla yaptığı uzun provalar sonucunda doğduğunu düşünecek olursak, Service’in, Simon Rattle’ın Berlin Filarmoni’yle, Mariss Jansons’un Concertgebouw Orkestrası’yla, Cladio Abbado’nun Lucerne Festival Orkestrası’yla yaptığı provaları izleyerek edindiği izlenimler, “şefin sırrı”nı merak edenler için fazlasıyla ilginç olsa gerek. Günümüzde yaklaşık yüz kişilik bir büyük orkestranın bütün üyelerinin aynı tempoda çalabilmesi için müziğin vuruşlarını bir dizi el ve kol hareketiyle belirten, bu ritmik vuruşun yapıt boyunca korunmasını sağlayan şefin, hiç “ses çıkarmadan” nasıl bir yarıtanrıya dönüştüğünü anlatıyor Service. Başka bir deyişle, çoğu zaman orkestra üyeleri üzerinde kurdukları kesin denetimle ünlenen Toscanini, Karajan gibi “hükümdarlar”ın, sağ ellerindeki batonla ölçüyü, vuruşları ve tempoyu vererek, sol elleriyle de farklı partilerin parçaya girişini ve nüanslarını göstererek oluşturdukları “müziksel simya”yı. Bu arada, Service, özellikle çağdaş şeflerin çoğunlukla baton kullanmamayı yeğlediklerinden söz ederken, Londra Senfoni Orkestrası’nın şefi Valeri Gergiyev’in, incelikleri, ayrıntıları vurgulamak için güçlü içgüdüsünü özgür bıraktığını, hiç baton kullanmadığını vurguluyor: “İşe titreyen parmaklarıyla başlıyor, sonra zaman zaman patlayan dirsek hareketleri, şiddetli omuz sarsılmaları, dahası gırtlaktan gelen hayvansı homurtularla devam ediyor.” Bir başka kitap ise, Guildhall Müzik Okulu’nun hocalarından Christopher Seaman’ın, Rochester Üniversitesi Yayınları’ndan çıkan “Inside Conducting” adlı kitabı. Seaman, orkestra yönetmenliğine “içeriden”, belki de “perde arkasından” bakarken, Service’in yaptığının tam tersini yapıyor; aktardığı anekdotlar ve öykülerle, orkestra şefini tüm gizlerinden arındırıyor, şefin başının üstündeki aylayı çekip alıyor. Seaman, belki de pek çok müzikseverin aklından geçen, ama çoğu zaman sormaya çekindiği bir sorunun çevresinde geliştiriyor kitabını: Orkestra şefi aslında ne yapar? Ama, bu sorunun yanıtını ararken, verdiği örneklerin zaman zaman uçlara kaçtığını da belirtmekte yarar var. Örnekse, Polonyalı piyanist André Tchaikowsky, konser sırasında şefe hiç bakmadığını söylüyor Seaman’a; nedeni ise, “şeflerin ne yaptığını hiçbir zaman anlayamaması”. Kuşkusuz, Seaman’ın, “Şef aslında ne yapar?” sorusuna getirdiği yanıtların tümü bu doğrultuda değil. Kitabında yer verdiği anekdotların yanı sıra, orkestra şefinin ne yapması gerektiği konusunda, teknik özelliklerin ötesine geçen yorumlar getirmeden de edemiyor: “Orkestra şefinin tüm kişiliği (özellikle de yüzü ve gözleri), orkestra üyelerini bir yapıtı seslendirirken esinlendirecek güven duygusunu ve beklentiyi vermelidir…” Seaman, şefi, “orkestranın sanatsal vicdanı” olarak görüyor. Ama bir yandan da bir uyarı getiriyor: “Bazen, orkestra yönetirken gereksiz coşku nöbetleri geçiren öğrencilerime, müziği yemeleri değil, pişirmeleri gerektiğini söylüyorum. Richard Strauss’un şeflere dediği gibi: “Siz terlemeyin, orkestrayı terletin. Siz ağlamayın, bırakın dinleyiciler ağlasın!” Tom Service ve Christopher Seaman’ın orkestra yönetmenliğiyle ilgili kitaplarının müzisyenleri de, müzikseverleri de aynı ölçüde ilgilendireceği kanısındayım. Ama Türkçeye kim çevirir, hangi yayınevi yayımlar, söylemek zor. Yine de, bu tür müzik kitaplarının yayımlanmasının, müzik alanına destek veren özel kuruluşlar tarafından üstlenilmesi sanırım en doğrusu. n K İ T A P S A Y I 1226 S A Y F A 6 n 15 A Ğ U S T O S C U M H U R İ Y E T