19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Jacques Ranciere’den ‘Estetiğin Huzursuzluğu’ Etik, estetik ve siyaset bağlamında Cezayir asıllı felsefeci Jacques Ranciere’in 19952001 arasında çeşitli konferans ve seminerlerde yapmış olduğu konuşma metinlerini kapsayan Estetiğin Huzursuzluğu kitabının özgün adı “Estetikteki Rahatsızlık” (“Malaise dans l’esthétique”). Editörün kitaba düştüğü notta, Freud’un Fransızcaya çevrilen kitabına da göndermede bulunmak amacıyla “estetiğin huzursuzluğu” başlığının tercih edildiği belirtildiğine göre, genel anlamda yaşadığımız dönemden kaynaklanan polemikçi üslupla da bağ kurulmuş oluyor. ? Kaya ÖZSEZGİN stetiğin, yani güzellik biliminin bu isim altında değil, genel felsefe kavramları eşliğinde düşünsel içeriklerle ele alındığı Antikçağ’da bile, Platon ve Araistoteles’in tanımları çerçevesinde, üzerinde konuşulması ve tartışılması gereken bir yapıya sahipti. Örneğin Aristoteles Poetika’da müzik ve şiir sanatlarının “taklit”e (yansıtma) dayandığını öne sürerken, taklit etmede kullanılan araçlar, taklit edilen nesneler ve taklit tarzı bakımından farklı yöntemlerin söz konusu olduğuna vurgu yapıyor ve böylece sanat biçiminin o zamana kadar hiçbir adı bulunmadığını belirtirken, on sekizinci yüzyılda Baumgarten’le özerk bir konuma geldikten sonra farklı düşünürler tarafından farklı biçimlerde yorumlanan sanatsal yaratım alanındaki çatışmalı görüşlere de kapı açmış oluyordu. SANATA SANAT DİYEN “BAKIŞ” VE “DÜŞÜNCE” Jacques Ranciere’in Estetiğin Huzursuzluğu kitabındaki huzursuzluğun nedenleri, estetiğin doğasıyla ilgili. Ancak onun da ötesinde beğeni yargılarının anlamını saptırmaya araç olan “aldatıcı bir söylem” olması, estetiğin itibarını hiç değilse ortalama okurun gözünde düşürüyor, bu alanın anlamını daha da muğlak hale getiriyor. Güzelliğin başkalaşım süreçleriyle dolup taşan sanat tarihinin, bilim dalı olarak dönüşümlü bir yapı yansıtması, estetiğin düşünsel yapısını da ister istemez zora sokmaktadır. Bu zorluğu aşabilmek için Ranciere, çağdaş antiestetik söylemin akıl yürütmelerini tersten ele almak gibi bir yol deniyor kitabında. Yazara göre, estetik “karışıklık” bize öncelikle şunu söylemektedir çünkü: Genel olarak estetik duygular ve davranışlar olmadığı gibi, genel olarak sanat diye bir şey de yoktur SAYFA 8 2 AĞUSTOS E (s. 12). Çünkü sanatın var olması için ressamların ve müzisyenlerin, dansçıların ve oyuncuların var olması yeterli değildir. Öncelikle sanatı tanımlayan, yani ona sanat diyen bir “bakış” ve bir “düşünce” olması gerekir. İşte estetik, bu aşamada devreye girmektedir. Kant’tan bu yana düşünürler, poiesis ile aisthesis arasında uyumu bozulmuş olan ilişkiyi yeniden düşünmek zorunda kalmışlar ve neyin sanat olduğunu belirleyecek yeni ve “paradoksal” bir rejimi dile getirmeye çalışmışlardır. Yazar, bu rejimi “estetik sanat rejimi” olarak isimlendiriyor. Estetik, bu disiplinin adı değil, sanatı tanımlamaya yönelik “özgül” bir rejimin adıdır. Bu anlamda estetik, “yeni düzensizliğin düşüncesi” olacaktır. Artık estetik, sanattaki her şeyi “mübah”tan dolayı suçlamıyor. Böyle bir bakış açısıyla yazarın amacı “estetiği savunmak değil, sanatın işleyiş rejimi olarak, söylem üretici şeması olarak, sanata değgin olanın tanımlama biçimi olarak, duyulur deneyimin formları arasındaki ilişkilerin yeniden dağılımı olarak, söz konusu kelimenin ne ifade ettiğini aydınlatmaya katkıda bulunmak”tır, onun ötesinde bir şey değildir (s. 20). Ranciere’in değindiği ya da açmaya çalıştığı temel sorunların başında gelmektedir sanat ve siyaset ilişkisi. Estetiğin politikaları başlığı altında bu ilişkiden söz ettiği yazıda, sanatı siyasal kılan temel unsurun, dünyanın düzenine dair aktardığı mesajlar ve duygular ya da toplumsal grupların çalışmalarını ve kimliklerini temsil etme tarzı olmadığını, bu işlevlerle arasına koyduğu “mesafe” olduğunu savunuyor. Benjamin’in “siyasetin estetize edilmesi” sözüyle vurguladığı gibi, siyaset ile estetik arasındaki ilişki, siyasetin estetiği ile estetiğin siyaseti arasındaki ilişkidir (s. 29). Sanatın toplumsal bir işlevi olup olmadığı konusu da tartışmalıdır. Öyle ki örneğin Adorno, sanatın toplumsal işlevinin, toplumsal işlevi olmaması demek olduğuna kadar götürmüştü bu konudaki görüşünü. Buna karşılık siyasal avangard ile sanatsal avangardı, tam da ayrı düştükleri noktada birleştirmeye götürenler de oldu. Her zaman karşıtların geriliminden beslenen estetik sanat rejimi, özerk gerçeklik olarak sanat alanıyla sanat olmayanın alanını kesin sınırlarla ayıran pragmatik ölçülere karşı çıkar. Postmodern kopuş diye bir şey yoktur yazara göre. Sanatı sanat olarak belirleyen “özgül bir görünürlük” ve söylemsellik formu olmadan sanat da olmaz. Sanat gibi siyasetin de kendine özgü bir estetiği bulunduğu görüşünden yola çıkılırsa, bu iki alan arasındaki sınırlar da ortadan kalkacaktır. Öte yandan estetiğin de kendi siyaseti vardır. Çağdaş sanatta çok kullanılan kolaj tekniği, aynı zamanda siyasal estetik ilkesidir. Farklı nesneleri bir yüzey üzerinde harmanlama deneyimi, gene yazara göre sıradan hayatın sanat oluşunu harmanlama çabasıyla özdeştir (s. 50). Metanın sıradanlığı ile sanatın sıradışılığı arasında kurulan ilişki, yani kolaj estetiği sınırları ortadan kaldırır. Varılan sonuç şudur: “Nasıl sanatın ürünleri metanın alanına durmaksızın geçiyorsa, meta ve kullanım nesneleri de sınırı diğer yönde geçmekten geri durmuyor.” “ORTAK BİR ETİK AİDİYET” Ranciere’in, üzerinde ağırlıklı biçimde durduğu konulardan biri de Badiou’nun “İnestetik” kavramı ve Lyotard’ın “Yüceestetiği.” İnestetik, sanatın hakikatlerini ve sanat düşüncesinin formlarını birbirine düğümleyen estetik rejimin metaforik evrenindeki ayrımsızlığından kurtarmak için Badiou’nun kullandığı işlemlerin adıdır (s. 88). Badiou, sanat dallarının her birinin kendi dilinin hususiyeti olduğunu reddetmesi ve söz konusu hususiyetlerin onların “fikirler” olduğunu savunması da estetiğin yerleşik bir kuralını dışlamasından dolayıdır. Onda sanatın varsayılan özü “burkulmuş” sanatın formları ile haya tın formları bir noktada birleştirilmiştir. Modern şiiri, mimesis kavramının tersi olarak görmüştür o. Lyotard’a gelince, Hegelciliğin ve Marksizmin dayandığı tarih felsefesinin Batı kültürünü anlamak açısından büyük önem taşıdığını öne sürmüş olan “Postmodern durum” yazarı, modernliğin meşruiyeti konusunda kuşkuluydu. Ona göre, bir yüzyıldır sanatların öncelikli meselesi güzel değil, “yüce” kavramına ilişkin bir şeydir. Kant’ın bakış açısıyla çelişen bu görüş, etik kavramına girişi öngörür. Saf enerjiye dönüşmüş maddedir sanatın öncelikli kaynağı. Resimdeki eklektizme karşı bir söylem gerçekleştirir Lyotard. Badiou’nun “inestetik”i paralelinde Lyotard’ın dile getirdiği kavram, Kant’ın görüşüne gönderme yapan “inhumain”dir. Yani “ereksiz bir ereksellik.” Adorno’nun müzikteki eklektizm karşıtı görüşünü, bu kez Lyotard soyut ile figüratifi bağdaştıran eklektizme karşı çıkarak dile getirir. Estetiğin ve siyasetin etik dönemecine eğildiğinde, artık tartışmalı bir kavram haline gelmiş ve böylece moda bir kelimeye dönüşmüş olan “etik”in anlamını netleştirme gereği duyar Ranciere. Ona göre, ahlâk kelimesinin çevirisi değildir etik. Etiğin egemenliği, sanat ve siyaset konusundaki “ahlâki” yargının egemenliğini göstermiyor bugün artık (s. 109). Bir çevre, bir var olma tarzı ve bir “eylem ilkesi” arasındaki özdeşliği kuran bir “düşünüş tarzı” olabilir etik. Ayrıca siyaset, sık sık söylendiği gibi ahlâkın karşıtı da değildir. (Bu yorum, siyaset kavramını yapıp ettikleriyle ayağa düşüren siyasetçilere ithaf edilebilir.) Bunun yanında sanat ve estetik düşünce de sanatı toplumsal işlevle bağıntılı yapan, onu felakete tanıklık yapmakla görevli kılan bir sanat vizyonu arasında paylaşılmıştır bugün. Sanatın kullandığı düzeneklerin, bugün artık “ortak bir etik aidiyet”e tanıklık etme eğiliminde olduğu görüşünün altını çizmekle, küresel anlamda bir etik kavramının söz konusu olduğunu öne sürmüş oluyor yazar. Bu aidiyet, çağdaşlık bağlamında estetik için de geçerli olmalıdır. Temsili karakter taşımayan sanat biçimleri, temsil etmeyi bırakmış değildir. Bu ise, sanatın, içinde yaşadığı toplumsal olgularla bağını koparmamış olduğuna tanıklık eder. Gene yazara göre, örneğin Adorno’nun katı modernizmi, yaşanan felaketlerin etik tanıklığı karşısında sanatçıyı daha duyarlı bir noktaya çekmektedir. Hegel, sanatta “salt” olanın, ne girilemez bir alan, ne “ben”in kendisi ne de karşıtların birliği olduğunu öne sürmüş, böylece “ne o, ne de…” ikilemiyle ifade edilen bir geleneğin yolunu açmıştı. Salt, sürekli olarak kendine dönmektedir. Bu açıdan baktığımızda Ranciere’in, farklı görüşler bağlamında estetiğin karşıtlıklar içeren yorumlarından yeni yorumlar üretmiş olmasını yadırgamıyoruz. Bu ise huzursuzluğun değil, belki de “huzurluluğun” ifadesi olarak alınabilir. ? Estetiğin Huzursuzluğu/ Jacques Ranciere/ Çeviren: Aziz Ufuk Kılıç/ İletişim Yayınları/ 138 s. ? ? 2012 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1172
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle