01 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Bugün yeni bir yapılanmanın eşiğindeyiz. Son gelişmelerle birlikte Avrupa yeniden "yekpare" bir kitnlik kazanma yolunda. Bizce bu noktada dikkatli olmakta yarar var: "Furya 'ya dönüşen tüm gdişmelere kuşkuyla bakmak gerek. Ne tür tehlikelerle karşı karşıya olduğumuzu anlamak için geçmişe şöyle bir göz gezdirmek y eterli. Evet, "Avrupa"ya bir dönüş var. Bu dönüşün niteliğini, neler getirip, neler götüreceğini ise zaman gösterecek. Daha önce de söylediğimiz gibi "başını alıp gitmek" Avrupalının yazgısıdır. Büyük şair ve yazarların yapıtlan hep bu temayı işler. Rimbaud Habeşistan'a gider. Conrad ise karanhklar ülkesine... Albay Lawrence Damasko'da kendini bulur... Segalon, çağdaşı Gauguin'in izinden, Marguibe AdaJarı'na yelken açar... Neyin peşindedir tüm bu insanlar? Paul Nizan "Korkmuş bir çocuk gibi çıktım yola" der. "AdenArabie"nin başlangıç bölümünde. Conrad'ın "Lord Jim"i, geçmişteki ödlekliğini unutmak için kral olur. Malcolm Lowry'nin "konsolos"u, Cuerneca'da içkiye verir kendini; ama unutmak için değil, yüzleşmek için: Aşksız yaşanamayacağı gerçeğiyls yüzleşmek için... Meslektaşı olan diğer bir roman kahramanı, Margerite Duras'nın "konsolos yardımcısı" ise, şarkı söyleyen Hintli bir dilenci kızı dinlerken, kendisinin de düpedüz bir aşk dilencisi oldu ğunu fark eder... Avrupalı olmak, kuşku duymak anlamına da gelir zaman zaman: Doğru bakışı yeniden yakalayabilmek için kendinden ve geçmişinden kuşku duymak. Bunun tersi "ihanet" demektir çünkü... "Çekip gitmek" ve "kuşkuya düşmek" olayın iki boyutuysa, bir üçüncüsü de "geri dönmektir" Avrupalı için. Geçmişteki sığınaklara geri dönmek... Bu, onun yazgısı olduğu gibi trajedisidir de kimi zaman. Kendi sürgününü yaşar ve sonunda geri döner: Anlatmak ya da ölmek için... ölenler ölür, kalan sağlarınsa hep söyleyecek sözleri vardır. Uzaldarın kâşifi sonunda fark eder ki aslında Avrupa'dırkeşfettiği. Yuvayadöndüğünde, gurbette aradığı her şeyin burnunun ucunda olduğunu görür şaşkınlıkla. Belkı de bos, yere dolanıp durmuştur hep. Paul Nizan, Arabistan dönüşü, dış dünyayla ilgili tüm ümitlerini yitirmiştir. Elinde bir tek düş kınklıkları kalmıştır anlatacak. Elbette manzara her zaman bu denli iç kapayıcı olmak zorundadeğildir. Milan Kundera'nın daha birkaç yıl önce ortaya attığı "Merkezi* Avrupa"yla ilgili tezini ve kopardığı gürültüyü anımsayalım. Tez, Yalta ve özellikle de Budapeşte'den sonra, "Merkezi Avrupa"nın, İcültürü ve ruhu çiğnenmek pahasına, Batı'dan sökülüp alınarak, bir anlamda "kaçırıldığını" savunuyordu. Aslında burada sözü edilenler, ne özgun, ne de yeniydi... Asıl can alıcı olan, yeni bir "Merkezi Avrupa" ütopyasından ilk kez yük'sek sesle konuşulmasıydı. Bu sözler. I,L, Aınıv alınmaz (yoğun) azgın tartışralar başladı. Merkezi Avrupa'nın s: ırlarını herkes kendine göre çiziyor, herkes kendi kıstaslarıyla sağa sola saldırıyordu. Vaclav Havel Çekoslovakya'da, Milan Jungnıann ve Sandor Csoori Macaristan'da (ve daha niceleri bulunduklan yerlerde) Kundera'ya verip veriştiriyor, saptırmaları yüzünden uzatmalı bir sürgünü hakettiğini haykırıyorlardı. Başkaları ise, kendi kendilerine soruyorlardi: "Her şey tümüyle ütopik olsa bile, bazen iyi mitoslarla ilgili yalanlar fısıldamak yararholamaz mı?" İşte asıl sorun da bu ya! En iyiye de, en kötüye de son biçimini veren ve böylelikle tarihi yapan mitoslardan başkanedirki? Sonra... Sonra glasnost ve perestroyka patlak verdi ve bilindiği gibi domino taşları, izlenemeyecek bir hızla birbirlerini devirmeye başladılar: Açüan sınır kapıları, yıkılan duvarlar, tüm Doğu Avrupa'yı bir anda etkisi altına alıveren demokrasi rüzgârları... Bugün görüyoruz ki, Viyana'da ol sun. Budapeşte'de olsun, Varşova'da olsun, artık herkes yeni Avrupa'dan, global bir Avrupa'nın yeniden kurulnıasınan söz ediyor. Merkezi Avrupa'dan da öte, tüm Avrupa'yı kapsayan bir bütünleşmeden konuşuluyor her yerde... Elbette henüz tüm kehanetler yalanlanmadı ve skeptik olmak için hâlâ birçok neden var, ama şurası belli oldu ki Kundera'yı birçırpıdayargılayanİarın ufuklan, suçladıkları adamındakinden hiç de geniş değildi! Peki ya Milan? Acaba o, tarihin kendisini bu denli çabuk haklı çıkaracağını kestirebilmiş miydi? Orası kesin değil. Ancak bize kalırsa, onun gözleri her zaman çok iyi görüyordu. Yapıtlarını işîeyiş biçimine ve savlarının dayanaklarına bakmak yeterli bunu anlamak için. Herhangi bir yerden söz etmiyordu o. Battk kent Atlantis'i anlatmıyordu bize. Son birkaç Mohikan'ın bakış açısını da sunmuyordu. Bunu yapmazdı, yapamazdı, çünkü ayakları gerçek Avrupa toprağına basıyordu, kendi kurduğu bir düş ülkesine değil. Geçmişe nesnel gözierle bakabilmiş ve Avrupa tarihini, olmasını istediğigibi değil, olduğu gibi algılamaya çalışmıştı Kundera. Evet, belki de onun "Merkezi Avrupa"sı yalnızca bir öykü olarak kalacak. Ama bu neyi değiştirir ki? Zaten yaşamın kendisi bir öykü değil mi? Çekoslovakya'dan uzaklaşmaksızm biraz da başka bir yazardan söz etmek istiyoruz şimdi. "Acaba Avrupa'yı en iyi biçimde, en 'hakkıyla' temsil edebilecek yazar hangisidir?" Bu sorunun yanıtı bizce çok açık: "Kafka." "Amerika", kaybolmuş, her şeyini ardında bırakmış genç bir göçmenin, kaoslarla dolu Yeni Dünya'da çektiği sıkmtıları ve yaşadığı şaşkınlıkları anlatır. Yeterince terslik yokmuş gibi, bir de "zenci muamelesi" görmektedir, çünkü diğer göçmenler gibi beyaz değildir teni. Sosyal adalet için verdiği naiv savaş ve yaşadığı barışçıl başkaldın, Charlie Chaplin'imsi bir çizgidedir. Genç adam sonunda kendini "Büyük Oklahoma Tiyatrosu"nda bulur. Fellini sirklerini andıran bu yerde, sanki her şey (yani çok az şey) ona göre düzenlen miştir. öykünün kötü bitmemcsinin tek bir nedeni varsa, o da yazarı tarafındanyarımbırakılmasıdır. "Çin Seddi"nde ise uçsuz bucaksız bir sur, parça parça, ite kaka inşa edilmeye çalışılmaktadır. Kimse bu işin ne zaman biteceğini ve daha sonra inşası planlanan devasa Babil Kulesi'ni düşmanlardan nasıl koruyacağını bilememektedir. "Amerika", az gelişmiş bir Şarlo Amerikası'dır gerçekten. "Çin Seddi" ise, yaşlı ve bunak imparatoru, hunerli ve kölemsi işçileri, ellerinden her iş gelen, alçakgönüllü, pirinçsever, ne idüğü belirsiz bir hizmet ordusuyla, biraz Henri Michaux'nun "Asya'daki Barbor"ını, ama daha çok Herge'nin "'Mavi Lotüs"ünü çağrıştırır. Bir farkla ki bu iki yazar, anlnttıkları yerleri az çok görmüş, tanımışlardır; oysa Kafka, ya lancı bir saflığın ve çocuksuluğun ardına gizlediği katıksız hayalgücüyle eğretilenıişti tüm dünyayı. Asla tüketilemeden sonsuza dek çözülebilecek, uyanıkken görülen gerçek bir Avrupalı düşüonunkisi... Cervantes'ten, RobbeGrillet'ye hep böyle yaptı Avrupalı romancı; kendini ve yurdunu, uzak ufuklar üzerinden anlattı, sınırın içindekini, hep dışardan işaret etti. Günümüzde hiç kimse iki Amerika'nın, Afrika'nın ya da Asya'nın sınırlarını tartışmayı aklma getirmez. Buna karşılık her zamankinden daha belirsiz ufuklan ve kesinleşmemiş sınırlarıyla için için devinen Avrupa, bugün hâlâ çözülmemiş bir bilmece, bir kapalı kutu... 1 Bu ikilemler Alejo Carpcnüer'nin "Harp ve Golge" acilı yüpıtınJan csırılenılmi^lır. * Fransızcası "Europc centrale. ." CUMHURİYETKİTAPSXV/1O7 S A Y F A 9
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle