26 Aralık 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

POLİTİK BİLİM Ali Akurgal ali@akurgal.com 8 Uygarlık Tarihi CBT 1486/11 Eylül 2015 Büyüklere Masallar... PASKALYA ADASI TRAJEDİSİ: Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, aslında “geri kalmış”, kimine göre “geri bıraktırılmış” ama ayıp olmasın diye “gelişmekte olan” şeklinde nitelenen bir ülkede bir yabancı sermaye kuruluşu varmış. Bu kuruluş, yabancı sermaye şirketinin tasarımı olan telefon santrallerini o ülkede “üretir”miş. Elbette üretim derinliği, “gelişmekte olan” ülke olduğu için çok sığ imiş. Şehir santralleri o ülkede monte edilirmiş de, şehirlerarası santraller, yabancı sermayedarın yurtdışı fabrikasından neredeyse hazır biçimde ithal edilirmiş. Günlerden bir gün, ülke insanlarının gönencini artırmak adına, uluslar arası aramaların operatör eliyle değil, artık doğrudan abonenin numara “çevirmesiyle” otomatik olarak yapılması istenmiş. Tez zamanda, yabancı sermayeli kuruluş, vidasına kadar yurtdışında üretilmiş bir uluslar arası geçit santralini ülkenin en büyük şehrine kurmuş. Artık dileyen herkes, her an, yurtdışındaki yakınlarını kendi arayıp dilediği kadar uzun konuşabiliyormuş. Derken, dini bayramlardan biri gelmiş. Bu vesile, herkes, yurt dışındaki yakınlarını aramaya başlamış. Veee, uluslar arası geçit santrali bu yüke dayanamamış, çökmüş. Öyle ki, ülkenin yurtdışı ile telefon bağlantısı tümüyle kesilmiş. Hemen yabancı uzmanlar çağrılmış, ülkedeki şirketin birkaç kişilik arge ekibi bu uzmanlara tercümanlık ve mihmandarlık ile görevlendirilmiş. Yabancı uzmanlar incelemişler, incelemişler ve bir aksaklık bulamamışlar. Ama yerli şirketin birkaç kişilik arge ekibi durumu kavramış. O ülkede telefonlar “çevirmeli” olduğundan, bir yurt dışı numara “çevirmek” bir dakikaya yakın vakit alırmış; halbuki bu santral tuşlu telefonlarla, 1015 saniyede “tuşlanacak” numaralara göre tasarlandığı için çevrilen / tuşlanan numarayı algılayacak birimlerinin sayısı, hepsi birden telefona davranan halkın “teveccühüne” yetişemezlermiş. Santral, bu durumda, gelen istekleri birer istek kutusuna koyar, eli ilk boşalan birim de bu kutulara bakar, sıradaki isteği yerine getirirmiş. Meğer, istek kutusundaki isteği alan birim, kutuyu boşalttığına ilişkin bayrağı kaldırmazmış. Bir süre sonra bütün kutular “dolu” mesajı verdiğinden de, santral tümüyle işlevsel olmasına karşılık, tıkanıp kalırmış. İşte bunu anlayınca, yerli arge ekibinin başı, diğer arkadaşlarına yabancıları meşgul etmelerini söylemiş ve santrali kapatıp, yeniden başlatmış. Yeniden başlayan santralde o kutular “boş” olarak işaretlendiğinden santral çatır çatır çalışmaya başlamış. Yabancılar hemen tutanak tutmuşlar ve “kendini bilmez bir yerli argecinin yetkisi olmadığı halde santrali yeniden başlattığını” üstlerine bildirmişler. Yerli argeci, savunma yapmaya, yabancı ülkeye çağrılmış. Tek cümlelik bir savunma yapmış: “Eğer beceremeyecekseniz, bırakın, yazılımı biz yazalım”. Yabancılar, azıcık kızgın, yerli kuruluşa, “santralin yazılımında aksaklık bildirebilme” izni vermişler. Bir süre sonra yerli kuruluştan yağmur gibi yağan, “şöyle bir aksaklık var, böyle düzeltilebilir” önerilerinden bunaldıkları için, yerli kuruluşa “aksaklık düzeltmesi önerebilme” yetkisi de vermişler. Bu yetki, giderek, acil düzeltme (yama) yapabilme yetkisine dönüşmüş. Sonunda önce kısmen, sonra da, “al sen yap” dercesine yazılım, tümüyle yerli kuruluşa devredilmiş. Yerli iştirak, yabancı sermayenin tüm dünyadaki santrallerine yeni yazılımlar yazmaya koyulmuş. Bu işi o kadar iyi yapmış ki, ana şirket bir ihaleyi karşılayamayıp battığında, ana şirketi parça parça satmışlar, ama o “gelişmekte olan ülke”deki iştirak, dimdik ayakta, tüm dünyaya yazılım yazmayı senelerce sürdürmüş. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine. Kendilerine yol haritası çizmeye çalışan yazılımcılarımıza kıssadan hisse: Yazılım, donanım ile bir bütün oluşturduğunda, salt yazılım olarak para ettiğinden çok daha fazla değer taşıyor… Yabancı sermayenin bir ülkeye yararlı olanı, mevcut bir yatırımı satın alanı değil, o ülkede olmayana yatırım yapanı oluyor… Bu ise, “dükkana gidip bir takım elbise alır gibi” kolay olmuyor, “beceremeyecekseniz, bırakın biz yapalım” diye diklenebilecek kişilerin tırnakları ile kazıya kazıya kazanılıyor. Ağaçlarını yok eden bir uygarlığın hazin sonu Uygarlık tarihini anlamadan, sürdürülebilir refahı hedeflemesi gereken ekonomiyi de anlamak mümkün değil.. Zengin ve yeşil bir toplumun nasıl çöküp yok olduğunun hikâyesi.. Tunç Ali Kütükçüoğlu, tuncalik@hotmail.com, Ekonomi ve Çevre: http://tuncaliku.wordpress.com/ 15 yıllık bir ekonomi öğrencisi olarak okuduğum en önemli ekonomi kitabının Çöküş olduğunu söyleyebilirim (yazarı Jared Diamond). Uygarlık ve çevre tarihinden çok çarpıcı ve aydınlatıcı örnekler içeren Çöküş’ü okuyunca şu sonuca vardım: Uygarlık tarihini anlamadan, sürdürülebilir refahı hedeflemesi gereken ekonomiyi de anlamak mümkün değildir. Uygarlık tarihini de hakkıyla anlayabilmek için de din, felsefe, sosyoloji, antropoloji, evrim ve ekoloji gibi alanlarda epeyce donanımlı olmak gerekiyor. Çünkü sosyolojik ve çevresel (ekolojik) şartları anlamadan, tarihi de bütünüyle görüp yorumlamak mümkün değil. Uygarlık tarihi, bize okullarda anlatıldığı gibi siyaset, savaş ve sanat tarihinden, üstüne de biraz insan yapımı teknolojik aletedevat sosundan ibaret değil. Eskiden tahıl ambarı olan Kuzey Afrika’nın neden çölleştiğini anlamadan Roma İmparatorluğu’nun neden çöktüğünü anlayamazsınız. Veya aşırı nüfus yoğunluğunun sosyolojik ve çevresel etkilerini anlamadan Maya Uygarlığı’nın neden çöktüğünü anlayamazsınız. DÜZEN YOK, AHLAK Ahlak dersini kısa kesip geliDA YOK yorum şimdi Çöküş’ün en çarpıcı Sürekli açlık korkusu hırsızhikâyesine: Paskalya Adası Tralığı, savaşı ve yamyamlığı bir Kaynak: Wikipedia jedisi yaşam tarzı haline getirmiş. Bu Pasfik Okyanusu’nda uzak öyle bir açlık korkusu ki, yerliler ve küçük bir kara parçası olan temel besin kaynakları olan tavuklarını hırsızlıkPaskalya Adası’nı (Easter Island) duymamış bile tan korumak için onları taştan yaptıkları kapalı olsanız bu adanın ünlü heykellerinin resimlerini evlerde beslemeye başlamışlar; önlerinde sürekli bir yerlerde görmüşsünüzdür; dev kaya parçala nöbet tuttukları taştan evlerde... rından oyulmuş, boyu 23 metreye (yani 56 katTatlısu derseniz ayrı bir dert, çünkü adanın lı bina kadar), ağırlığı 250 tona varan devasa sürekli akan bir deresi yokmuş. Suyun epeyce bir heykeller... külfetle uzak kaynaklardan ve göletlerden taşınYüzölçümü ancak 164 kilometre kadar olan, ması gerekiyormuş. Polinezya adalar grubunun en Güneydoğu ucunBu nasıl bir yaşam tarzıdır hayal etmeye çada yer alan Paskalya Adası çok özel bir ada, lışın: Küçücük bir ada, dışarı çıkamıyorsunuz. çünkü dünyanın en uzak adalarından biri. Düşü Su kıt, yiyecek kıt, küçük şeyler için bile büyük nün, insan yerleşimi olan en yakın ada (Pitcairn) emek harcamanız gerekiyor. Yer elması ve şe2075 kilometre, en yakın kıta ise (Güney Ameri ker kamışı ağırlıklı tek yönlü beslenme yüzünden ka, Şili) tam 3500 kilometre mesafede... erken çürüyen dişler, sakat bırakan hastalıklar, Yani bir eskiçağ toplumu olarak bu adaya perişanlık ve sefalet, üstüne de sürekli öldürülme yelkenli kayıklarla ulaşmak bir mesele, ulaştıktan korkusu... Böyle bir toplumda ne düzen kalır ne sonra da bu küçük ve uzak adada sürdürülebilir de ahlak; barbar fırsatçılık günün her dakikasına bir uygarlık kurmak ayrı bir mesele. Çünkü diğer toplumlardan tamamen izole, her türlü kültürel ve ticari alışverişten yoksun, kendi içinde kapalı bir ekonomik sistem kurmak zorundasınız. Nitekim, bu adaya ulaşan Polinezya yerlileri, dinsel semboller ifade eden devasa taştan heykelleriyle müthiş bir uygarlık kurmuşlar, ama sürdürülebilir bir yaşam kurmayı başaramamışlar. 1722 yılında Paskalya Adası’na uğrayan Hollandalı amiral Roggeveen (adayı gören ilk Avrupalı), Paskalyalıları inanılmaz bir sefalet ve perişanlık içinde bulmuş: Binbir zahmetle bağladıkları saz ve bitki parçalarından oluşan, ve sürekli su geçiren uyduruk kayıkları, bırakın uzun mesafe yolculuklarını, balıkçılık yapmak için bile yetersizmiş. Zaten çırılçıplak adada kayık yapmak için tek bir ağaç bile yokmuş; sadece gölet kenarlarındaki sazlar ve küçük çalılar.. Açlık ve sefalet, yerlilerin yüzlerinden okunuyormuş. Son derece fakir, rüzgâra ve erozyona açık bir toprakta, taşlarla desteklenen küçük teraslarda binbir güçlükle yer elması (tatlı patates) ve şeker kamışı yetiştirerek hayatta kalmaya çalışan bir toplum düşünün. Et kaynağı olaraksa sadece kıt miktarda tavuk ve Polinezya sıçanı varmış, çünkü adanın avlanabilecek başka hiçbir vahşi hayvanı yokmuş.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle