24 Aralık 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Ekonomi Grafik: Askeri Harcamalar: Dünya Toplamı (19922013)(Milyon $) CBT 1443/14 Kasım 2014 9 GÜNCEL TIP Mustafa ÇETİNER cetiner.m@superonline.com konumunda bulunan metropol ülkelerin depresyona saplandıkları izleniyor. Avrupa’nın çevresinde yer alan ülkelerin ise, Avrupa’nın çekirdeğini oluşturan ülkelere göre daha kötü bir konumda bulundukları görülüyor. Krizle birlikte maliyetleri düşürerek kâr oranlarını artırmayı hedefleyen sermaye, bu kez talep sorunu ile karşılaşıyor. Düşen ücretler ve artan işsizlik sonucunda giderek daha da bozulan gelir dağılımı ile birlikte bu kez eksik talep sorunu gündeme geliyor ve yetersiz kapasite kullanım oranlarından dolayı maliyetler yükselerek kârlar üzerinde baskı oluşturuyor. Başka bir ifadeyle, halkı yoksullaştıran, finans kapitali kurtarma stratejisi tüm Batı ekonomilerini durgunluğa (resesyona) itiyor ve durgunluktan çıkış emareleri görülmüyor. Diğer yandan ABD Merkez Bankası (FED) ve Avrupa Merkez Bankası (ECB) başta olmak üzere, diğer merkez bankalarının parasal genişleme politikaları sabit yatırımlar kanalı ile üretimi değil, spekülasyonu ve sıcak para akımlarını destekliyor ve ekonomideki durgunluğu aşmada yetersiz kalıyor. Sıcak para akımlarının tersine döndüğü dönemlerde Tablo 2: Dünya Askeri Harcama Tutarı (Milyon $) ise çevre ekonomiler son derece 1998 2004 2010 2011 2012 olumsuz etkileniyor ve metropol 1992 1,052 1,359 1,732 1,739 1,736 finans kapitalin uyguladığı politi 1,199 Kaynak: SIPRI. kaların kurbanı oluyorlar. mak üzere metropol emperyalist devletlerin silah şirketleri yer alıyor. Stockholm Uluslararası Barış Araştırması Enstitüsü (SIPRI) verilerine göre, 19922013 yılları arasında 29.534 milyon dolar (yaklaşık 30 trilyon dolar) askeri harcama yapılırken, ülkelerin milli gelirlerinin yaklaşık %34’ünu askeri harcamalara ayırdıkları görülüyor. Örneğin dünyanın en büyük silah üreticisi olan ABD’nin 19882013 yılları arasında askeri harcamalarının ulusal gelir içerisindeki payı %4.1 oranında gerçekleşirken, İsrail’in askeri harcamalara ulusal gelirinden yıllık ortalama %9.7 oranında kaynak ayırdığı görülüyor. Türkiye’nin ise aynı dönemde ulusal gelirinin yıllık ortalama %3.2’sini askeri harcamalara ayırdığı izleniyor. ABD’nin 2013 yılı itibariyle askeri harcamalara ayırdığı kaynak 640 milyar dolara ulaşmış durumda. ABD 19882013 yılları arasında yaklaşık 11 trilyon dolar kaynağı askeri harcamalara ayırırken, Türkiye’nin aynı dönemde askeri harcamalara ayırdığı toplam kaynağın cari fiyatlarla 269 milyar dolar gibi yüksek bir değere ulaştığı görülüyor. Diğer taraftan ABD’nin dünya askeri harcamaları içerisindeki payı %40’lara ulaşmış durumda (örneğin 20002013 arasında sabit fiyatlarla %39.2). Askeri harcamanın büyüklüğü açısından ABD’den sonra ikinci sırada Çin geliyor. Çin’i Rusya, Fransa, İngiltere, Japonya ve Almanya izliyor. Türkiye %1.1 pay ile 15.sırada yer alıyor. Dünya askeri harcamalarının gelişimini göste2013 1,702 Başta ABD ve Çin olmak üzere, metropol ülkeler dünya ticaretinden daha fazla pay alabilmek için kur savaşlarına yöneliyor. Komşuyu yoksullaştıran bu politikalar kur yarışlarını tetikliyor ve orta ve uzun dönemde pazar sorununu çözmede yetersiz kalıyor. Diğer taraftan kriz koşullarında emperyal devletler arasındaki pazar savaşları daha da kızışıyor. Sermayenin kârlılığını artırmak için uygulanan iktisadi politikaların başarısız olması durumunda sıcak bir çatışmayı beklemek gerekiyor. Rosa Lüksemburg’un “Corrective WarDüzeltici Savaş” kavramı düşünüldüğünde, kapitalizmin yeni bir düzeltici savaşa girme potansiyeli taşıdığını belirtmek gerekiyor. Kapitalizmin anarşik yapısı nedeniyle büyük sermayedarlar arasındaki rekabet, kapitalist devletler arasında çatışmayı kaçınılmaz kılıyor ve birikimlerini sürdürebilmek için paylaşım savaşları gündeme geliyor. Böylelikle aşılamayan ekonomik kriz ve artan silahlanma yarışı, 21. yüzyılın emperyalist ülkelerinin yeni bir sıcak savaşa hazırlanmalarının maddi koşullarını hazırlıyor ve ufukta yeni bir savaşın hayaletleri dolaşıyor. Kapitalist bir ekonomide savaş sanayi en temel sanayilerin başında yer alıyor. Birçok sektörün (kimya, elektronik, makine, metalürji, havacılık ve bileşim sektörlerinin) bir bileşeni olarak gündeme gelen savaş endüstrisi, ileri ve geri bağlantılarla birçok sektörü sürüklüyor ve kapitalist ekonomiye dinamizm kazandırıyor. Başka bir ifadeyle, ontolojik olarak, silah tekelleri ve silah sanayi kapitalist sistemin vazgeçemediği sektörlerin başında geliyor. Silah sanayinin tepesinde ise ABD başta ol SAVAŞ SANAYİ NE İŞE YARAR? ren Tablo 2 ve grafik incelendiğinde, askeri harcama değerinde önemli artışlar izleniyor. Buna göre 1992 yılında 1,199 milyon dolar olan dünya askeri harcama değerinin izleyen yıllarda hızla artarak 2013 yılında 1,702 milyon dolara yükseldiği görülüyor. Başka bir ifadeyle, 19922013 yılları arasında dünya askeri harcama değerinin %42 oranında artığı görülüyor. DÜNYA SICAK SAVAŞA YAKIN Sonuç olarak, küresel çapta yaşanan resesyon nedeniyle (lokal düzeyde başlayan bir savaşın tetiklemesiyle) Dünya düne göre bugün, sıcak bir savaşa daha yakın duruyor. Şimdilik kur savaşları ile paylaşım savaşını idare eden ABD ve diğer metropol ülkelerin sıcak bir savaşa (düzeltici bir savaşa) gitmeleri hiç de uzak bir olasılık olarak gözükmüyor. Kapitalizme içkin kriz eğilimlerinin iktisadi olarak geri çevrilemediği koşullarda, savaş gibi bir araca başvurulmasının kapitalizmin işleyiş yasaları ile uyumlu olduğunu belirtmek gerekiyor. Kriz ortamı radikal sağın yükselerek savaş ideolojisi açısından (ırkçılık ve faşizm için) uygun koşullar yaratıyor. Kriz sonucunda yoksullaşan kitleleruygun önderlik olmadığındaöfkelerini sisteme değil en alttakilere ya da kardeş halklara yöneltiyor ve artan savaş histerisini gündeme getiriyor. Bu bağlamda krizle birlikte daha da saldırganlaşan metropol ülkelerin bu saldırılarına karşı halkların her zamankinden daha duyarlı olması ve artan hoşnutsuzlukları kardeş halklara ve ezilenlere değil, savaş çığırtkanlığı yapan metropol ülkelere ve bizatihi savaşa ihtiyaç duyan silah tekellerine/ kartellerine yönlendirmesi gerekiyor. Bu sözü ilk kez Ankara Üniversitesinde genç bir tıp öğrencisiyken işitmiştim. Doğru bir söz mü ? Ölümün bir zamanı, yaşı var mı? Mesela şu soruyu sorun kendinize ve yanıtlayın. “Ne kadar uzun yaşamak istersiniz?” Yakın zamana kadar tıpta en önemli olan hastaların “her şeye rağmen yaşam süresini uzatmak” idi. Ancak son yıllarda yaşam kalitesi, hastaların/hasta yakınlarının istekleri gibi kimi konular yaşam süreleri kadar önemli bir hale geldi. Daha uzun bir yaşam ama ne pahasına ? Karen Ann Quinlan, ABD’de 1976 yılında henüz 22 yaşındayken aşırı dozda uyku ilacı ve alkol alımı sonucunda komaya girdi. İki kez solunumu durdu. Onu aceleyle hastaneye yetiştirdiler. Yoğun bakım koşullarında hekimlerin olağanüstü çabalarıyla yaşamayı sürdürdü. Karen Ann Quinlan’ın ailesi “kızlarının yaşamının sonlandırılmasını” talep ettiler ancak zavallı kızcağız 19761984 yılları arasında zatürreden ölene kadar solunum cihazlarının desteği ile bitkisel hayatta yaşamaya devam etti. Bu durum belki de “ne pahasına olursa olsun yaşatmak” konusunun en ciddi biçimde tartışıldığı ilk örnekti. Hilda Hunt 70 yaşında Himalayalar’a tırmanmış, yaşamın her saniyesinden büyük zevk alan bir yaşam tutkunuydu. Parkinson hastalığına yakalandıktan sonra 91 yaşında “ötenazi” uygulayarak yaşamına son verdi. Hilda Hunt’un söylediklerini dikkate almak gerekir. “Geçtiğimiz yüzyılda doğum planlamasını öğrendik, bu yüzyılda da ölümü planlamayı öğrenmeliyiz”. Tıpkı Roma’nın ünlü filozofu Seneca’nın yıllar önce dediği gibi belki de... “Bineceğim gemiyi, oturacağım evi nasıl seçebiliyorsam ölümümü de seçebilmeliyim”. Aslında günümüzde hele de ülkemizde bu konunun sadece hekimler arasında tartışılması yeterli değil. Konunun dini inanışlar, yaşam tercihleri ve hukuki süreçler ile çok yakın ilişkisi var. Peki çaresiz durumlarda, hasta acı çekiyor ve yaşam kalitesi tamamen bozulmuş ise insan yaşamı tıbbi olarak sonlandırılmalı mıdır? Yanıt basitçe “koca bir hayır”. Ama sadece tek sözcükle “hayır” demek yetersiz. Dünya Tabipler Birliği Venedik Bildirgesi (1983), hekimlerin “ötenazi” konusundaki duruşunu net olarak ortaya koyuyor. Bildirgenin ilk iki maddesi hekimin asıl görevinin hastayı iyileştirmek ve acılarını dindirmek olduğunun ve iyileşmeyeceği bilinen bir hastalık durumunda bile bu ilkenin değişmeyeceğinin altını çiziyor. 1997 yılında “İnsan Hakları ve Biyotıp Sözleşmesi” bir başka konuya dikkati çekiyor. “Tıbbi müdahale sırasında isteğini açıklayamayacak kadar hasta olan birinin söz konusu tıbbi müdahale konusunda daha önce açıkladığı istekleri göz önüne alınmalıdır.” Ne demek bu? Hasta önceden tıbbi müdahale istemiyorsa yapmayalım mı? Bu soruyu “evet, yapmayalım” diye yanıtlayan bir hekim olabilir mi? Son yıllardaki eğilim tedaviyi sonlandırmak değil ama “tedaviyi esirgemek” noktasındadır. Bu durum belki de en iyi şöyle özetlenebilir. “Kabul edilebilir bir yaşam kalitesine dönüş için makul bir beklenti olmadığında ölüm sürecini uzatmaktan kaçınma arzusu...” (Dr. Aslıhan Akpınar sunumundan, H.Ü.T.F, Tıp Tarihi ve Etik ABD) Konu öylesine karmaşık ve yanıtsız sorularla dolu ki. İnancım; her ölüm erken ölümdür biraz, belki de yaşam sonu kararları hekimleri hiç ilgilendirmez. Bir hekim için yaşatma içgüdüsü tek belirleyici olandır. Yanılıyor muyum? Her Ölüm Erken Ölümdür...
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle