Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Tartışma CBT 1443/14 Kasım 2014 19 Diktatör: Zenginin kâhyası, yoksulun yarası S liberallere karşı düşüncedeydi. Onun için gerçek liberallik kişinin ruhundaydı; kesin otoriterlik gesalihozbaran@hotmail.com rekliydi. 37 yaşındaki bu profesör, özellikle özlük, “bütün siyasi yetkileri kendinde muhafazakâr ve Katolik basın tarafından, büyük toplamış bulunan kimse” olarak tanımlı bir entelektüel ve yeni kuşağın en güçlü kişisi yor “diktatör”ü; “zorba” anlamı yüklüyor (önce maliye bakanı sonra da başbakan) olarak ona. Bu bağlamda Avrupa tarihinde akla ilk öne çıkartılıyordu. Diktatörlüğünün kök salması, geliverenler değil üstünde duracağım: ne Hitler, sanki, kaçınılmazdı. 1970’li yıllarda orada büMussolini, Franco; ne de şimdiki zamanın orta yükelçilik yapmış olan ve bu rejime karşı yaklaşıgöbeğindeki Macaristan başbakanı ve örnek al mı temkinli sayılabilecek bir Türk asker/diplomadığı Türkiye liderleri. 1960’lı ve 1970’li yıllarda tın şu saptamaları dahi gidişatın olumsuzluğuna arşiv ve kitaplıklarında çalıştığım ülkenin başba yıllar sonra tanıklık ediyordu: kanı dile getirmek istediğim. “Başbakanın kurduğu rejimin adı “cumHiç yüzyüze gelmedim kendisiyle. Aslında huriyet” olmakla beraber, gerçekte tek partiye ona yaklaşmak mümkün değildi; hep koruma al dayanan katı bir sistem idi. Ülkede kuvvetli bir tındaydı; televizyon, kitap, dergi ve yakın tanık disiplin tesis edilmişti. Geçmişte başgösteren lıklardan edindim bilgilerimi. Dilini öğrenmeliy ihtilâller ve darbeler devrini unutturmak, açılan dim o ülkenin; tarihine dalmalı, çalışma alanım yaraları sarmak çabası içinde idi. Ancak kendi olan Osmanlı dünyasının fatih’leriyle kıyaslama adıyla anılan dönem olarak tarihe geçen 1928lıydım bu conquistadór imparatorluğunu. Öyle 1968 arasındaki sürenin ikinci yarısından sonya, her ikisi de benzer amaçlarla yayılmışlardı ra, toplumunda ona karşı duyulan hayranlıkta evrene; fethetmeliydiler, dinlerini yaymalıydılar, gerilemeler başladı. ekonomik çıkarlar Kurduğu disiplinli, sağlamalıydılar. koyu Katolik, kontrolNe var ki tarih lü rejimi ve sosyal, çalışmalarım bir ekonomik ve politik yana tanıştığım kialanlardaki dine şilerle paylaştığım dayalı, milliyetçi, kogörüşmelerimin can lonyal ve Korporatif sıkıcı yanlarını duCumhuriyet sistemini yar oldum zamankendi çıkarlarına uyla. Halk öylesine gun gören çevreler denetim altındaydı zamanla etrafında ki, yüksek sesli kobir halka oluşturduCharlie Chaplin ünlü Diktatör filminde nuşmalarımızın çevlar, faşist bir rejime remizde dinlendiğini doğru ilerlemenin yolunu açtılar”. (Fuat Doğu, söyleyen ve dikkatli olmamız gerektiğini belirten Kırmızı Karanfiller İhtilâli (25 Nisan 1974), İsarkadaşlarım da kendi ülkeleri adına rahatsızlık tanbul, 1982, s. 27). duyuyorlardı; kuşku ve korku içindeydiler, hatta utanç. AMAN DİKKAT ! Salih Özbaran Kavramlar tehlikeli olabilir: içerikleri bulanık olduğunda Mucize Özünal mucize2005@yahoo.com S DİKTATÖRLÜĞE GİDEN YOL 28 Nisan 1889 yılında doğmuştu o; tabii ki diktatör olarak değil. Ne var ki sonraki yıllarda mahallesinde “kurnaz/şeytan” olarak ün salmıştı. Yaşadığı ortam genç çocukları dinsel baskı içinde tutuyordu; o da gençliğe ve yeniliğe kuşkuyla bakıyordu; dinsel inançları, kültürel gelenekleri ve katı milliyetçi duyguları, ülkedeki egemen sınıfın çizdiği yoldaydı. Bu gelişmeler doğrultusunda ilahiyat okulunda öğrenim gördü; ama din görevlisi olmayı arzu etmedi. 1910 yılında ülkenin tanınmış bir üniversitesine adım attı, hukuk okudu, iktisat biliminde dersler verdi, doktorasını başarıyla hazırladı. Bu arada din ağırlıklı eylemlere katılmayı da sürdürdü. Onun iktidarlık sürecinde İtalya ve İspanya’da faşizme giden rejimler kendilerini göstermeye başlamıştı. Diktatörlüğe yelken açan ülkesinde (Türk Kurtuluş Savaşı’ndan sonra çağdaş bir cumhuriyet yaratmaya denk düşen yıllarda) cumhuriyet rejimi sallantıda görünüyordu. Romantik “Yeni sosyal düzen” hazırlığı başlatıldı; hemen “ulusal işçi” tantanası devreye sokuldu. Bunun anlamı, demokratik cumhuriyet rejiminde var olan ve uzun süredir dağıtılmış olarak bırakılan işçi sendikalarının tepeden yönetilmesiydi. “Yeni Devlet” işçi dünyasını sesini kısmak isteyen bir yaklaşım sürdürme amacındaydı. Çalışanların özgür sendikal ve grev haklarından yoksun bırakıldıkları ve en düşük maaşlara zorlandıkları sıralardaki rejim politikası, işverenlerce “asgari”nin üstüne konulacak en küçük bir ödemenin bile lütuf saydığı politikaydı. Tanınmış bir iktisatçı olan Eduardo Guerra, anılan rejimin ilk aşamalarındaki iktisat politikalarını şöyle açıklıyordu: “Çalışan sınıflar kendilerini ekonomik gelişmelerden tamamen dışlanmış hissediyorlardı; bir şey yapamıyorlardı ve sonuçlarına katlanıyorlardı. Bu saptamanın doğrulanması için, sadece hayat standardındaki durgunluğu ve minimal iyileşmeyi geniş toprak sahiplerinden ve kapitalistlerden oluşan küçük bir grubun elindeki zenginliğin şaşırtıcı artışla kıyaslamak yeterlidir.” ZENGİNLERİN KÂHYASI n. Rana Yavuzer’in 1440 sayılı CBT’deki yazısı terimlerin ve kavramların bulanıklığı nedeniyle yanlış çıkarımlara neden olabilir. Önce ilk paragrafta insanın ikili yapısı; doğa varlığı olarak insan ile tinsel varlık olarak insan birbirine karıştırılarak içgüdüsel tepkilerin özneler arası ilişkilerle örneklendiğini görüyoruz. Tinsel varlığı nedeniyle insan değerler yaratan bir varlıktır. İç güdüler. değerlendirme edimlerine temel olmaz. İkinci paragrafta tür ve cins ayrımının birbirine karıştırılması nedeniyle farklılık (olay ve olguyu ötekilerden ayıran özellik), çeşitlilik (aynı türden olan şeylerin dışsal özelliklerinin ayrılması) yerine, çeşitlilik farklılık yerine kullanılarak temellendirilmemiş bağlantılardan yanlış sonuçlara ulaşılıyor. Çeşitlilik, farklılık içinde bir alt kategoridir. Örneğin merinos, karaman, dağlıç koyun türünün cinsleridir. Farklılıkla çeşitliliğin karıştırılması bilgi olanla olmayanın karıştırılmasına da yol açabilir. Bilgi nesnesini tüketirken, inanç nesnesini yaratır. Psikolojik bir durum olan inancın bilgi yerine konmasına da yol açabilir. Bu nedenle inancı bilgi yerine kullanamayız. Ama inancı bilgi nesnesi yapabiliriz, yani inancın ne olduğunu ne olmadığını bilebiliriz. Bilginin de. En az itiraz edilebilecek olan, üçüncü paragraftaki hoşgörü ile eğitim arasında kurulmuş bağlantı gibi gözüküyor. Ama burada eğitimden ne anladığımız da önemli. Kişinin yetilerini belli bir amaç doğrultusunda geliştirmede “Amaç“ öne çıkmaktadır. Kindar bir nesil yetiştirmek de eğitimin amacı olabilir, aklı hür duyuncu hür nesiller yetiştirmek de. Bu nedenle her türlü eğitimin hoşgörü kazandıracağını düşünemeyiz. Kanımızca yazının en tehlikelisi “Farklılık her ne şekilde olursa olsun, ona saygı göstermek“ yükümlülüğünü öne süren son paragraf olmalıdır. Burada “Her ne şekilde olursa olsun“ bildirimi, çağımızın sakatlanmış özgürlük anlayışını betimler gibidir: Özgürlük her şeyi yapabilmektir! Her şey yapılabildiğinde, önce insan ve onun değerleri ayaklar altına alınır. Zamana ve yere göre değişen toplumsal değer yargılarını, evrensel insan değerleri yerine koyduğunuzda böyle sonuçlara ulaşmak zorunludur. Oysa özgürlüklerin sınırı, yapabileceklerimizi yapmamaktan da geçmektedir. Örneğin şehir suyuna arsenik atabiliriz, Süleymaniye’yi, Divriği Külliyesinin taç kapısını, İlhan Koman’ını Akdeniz yontusunu bombalayabiliriz. Bizi bunları yapmaktan alıkoyan şey insan ve değerleridir. Değerleri; erdemi, etiği, sevgiyi, adaleti hukuku (bilhassa, insanın gizil yaratı ve gelişim gücünü koruyan insan haklarını) ayaklar altına alabilecek bir yaklaşımla, her şey yapılabilir dediğimizde, ilk yaptığımız şey insan olarak kendimizi ayaklar altına almak olacaktır. Saygı, evet insana ve onun değerlerine. Yoksa töre cinayeti faili babalara, kamu malını çalan yöneticilere, tacizci din adamlarına değil. Bunların hepsi öteki babalardan din adamlarından yöneticilerden farklıdır. Sadece bu farklılık nedeniyle onlara değil saygı göstermek, onları hoş görmemiz bile düşünülemez. Sn. Yavuzer aman dikkat! Son söz Sn. İoanna Kuçuradi hocanın olsun. “Kavramlar tehlikeli olabilir: içerikleri bulanık olduğunda.“ * Bu arada hoşgörünün de akitler değil ahitnameler gibi tek taraflı iradenin eylemi olduğunu, bu nedenle; tahammül, lütuf gibi duyguya değil, istence bağlı olması nedeniyle her zaman geri alınabileceğini unutmamak gerekiyor. DÜZELTME CBT’nin 24 Ekim 2014 tarihli 1440 sayısında sayfa 14’de çıkan, İzmit’te bir İhtiyozor bulgusuna ilişkin yazımızda fosil bulgusunun yaşı 240 milyon yıl yerine yanlışlıkla 340 milyon yıl olarak geçmiştir. İhtiyozorların yaklaşık 90 milyon yıl önce yok olmasına karşın dinozorlar 65.5 milyon yıl önce KretaseTersiyer Toplu Yok Oluşunda yok olmuşlardır. Ayrıca yazının doğru konu başlığı ARKEOLOJI değil JEOLOJİ olarak düzeltilir. Saygılarla Dr. Ali Murat KILIÇ