02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

ZÜMRÜTTEN AKİSLER A. M. Celal Şengör uyku için gerekli olan en uygun besin karışımını bulabileceklerine inanılsa da, henüz besleyici maddelerin ya da bu maddelerin kombinasyonlarının uyku ayarı mekanizmaları üzerinde doğrudan etkisi bilinmiyor. İTÜ’de doktora ve araştırma görevliliği süresinin altı yılla sınırlanması kararını desteklemem nedeniyle, bu düşüncemi eleştiren pek çok yazı yazıldı. Bunlardan biri üniversitede «iş güvenliği» ve «demokrasi» istemektedir. Ne yazık ki bu kavramların ne biri ne de diğeri üniversiteye uygundur. renkler ve kanın fizyolojisi arasındaki ilişkiye dayalı olduğu teorisini 2006 yılında ortaya atmış ve aynı yıl üzerinde çalışmaya başladığı projelerle, “oksijenleşmiş kanı daha iyi görmeyi sağlayacak” bir gözlük geliştirmek için kolları sıvamıştı. Doktor ve hemşireler için geliştirilmek istenilen bu gözlük üzerinde yapılan çalışmalar, bilim insanlarına renk körlüğünü tedavi edebilecek çözümler de sundu. Katılımcılar üzerinde başarıyla test edilen gözlük derideki oksijenleşmeyi ayırt eden bir sistemle, hemoglobin yoğunluğundaki değişimin algılanmasını saf dışı bırakıyor. Gözlük bu filtre sistemi sayesinde kırmızı yeşil ayırımı keskinleştiriliyor. Ne var ki gözlüğün bir kusuru var yeşil ve kırmızı arasındaki ayırım keskinleşirken, sarı mavi ayırımı zayıflıyor. Cihangizi bu yüzden bundan sonraki aşamada, sarı mavi ayrımını etkilemeyen bir çözüm bulmak istiyor. Beslenme ne kadar çeşitliyse, uyku o kadar sağlıklı oluyor. Bu bağlantı Amerikalı bilim insanlarının araştırma sonuçlarıyla ortaya çıktı. Yedi ila sekiz saatlik normal uyku süresine sahip insanların aksine daha kısa veya daha uzun süre uyuyanların besin listesindeki çeşitlilik daha fakir. Farklı uyku alışkanlıklarına bağlı olarak katılımcıların aldıkları toplam kalori ve karbonhidrat, vitamin ve mineral tüketiminde de farklılıklar saptanmış. Bununla birlikte tek tip beslenmenin gerçekten de uyku süresinin değişmesinde doğrudan etkili olup olmadığını kesin olarak söylenebilmesi için yeni araştırmalar gerekiyor. Mesela insanların beslenme alışkanlık Tek tip beslenme, sağlıklı uykunun düşmanı İnsanların niçin farklı düşündükleri ve davrandıkları sorusuyla geçmişte çeşitli bilim dallarında sık sık görüş ayrılıkları yaşanmıştır. Şimdi buna en azından nörobiyolojik açıdan bir nesnel yanıt var. Bireyler arasındaki farklılıklar, beyin bölgelerinin bağlanmasında görülüyor diyor Amerikalılar (Neuron dergisi). Bilim insanları bireysel farklılıkların izlenebildiği beyin bölgelerini kesin olarak saptayabilmiş. En büyük farklılıklar, özellikle de yeni bilgilerin depolanmasından ve işlenmesinden sorumlu beyin bölgelerinde görülüyor. Oysa duyu ifadelerinin algılanmasından sorumlu beyin bölgeleri birbirine benziyor. İnsan beyninin bireysel değişkenliğini kavrayabilirsek, gelecekte anormal devreleri kuran beyin bölgelerini de belirleyebiliriz diyor Massachusetts General Hospital’dan Hesheng Liu. Nitekim çok sayıdaki nöropsikiyatrik bozukluk Kişiliğimiz beynimizin neresinde? CBT 1353/ 7 22 Şubat 2013 larını değiştirmeleri halinde uyku süresinin de değişip değişmediğini henüz bilmiyoruz diyor Michael Grander, Apetite dergisinde. Araştırma çerçevesinde Amerika’da tüm yaş gruplarından yaklaşık olarak 5600 kişiyle görüşülmüş. Veriler çeşitli beslenme ve yedi ila sekiz saatlik normal uyku süresi arasındaki bağlantıyı ortaya koyarken, alınan toplam kalorinin ve vitaminlerin, minerallerin vb maddelerin etkisi biraz daha az. Mesela çok fazla uyuyan ya da gecede beş saatten az uyuyanların beslenme listesinde normal uyuyanlara kıyasla daha fazla karbonhidrat bulunuyor. Yeni araştırmalarla sağlıklı larda alışılmışın dışında sinirsel devreler izlendi. Yeni sonuçlar ışığında daha iyi tedavi yöntemleri gelişeştirilebilir. Liu ve arkadaşları 23 sağlıklı kişiden oluşan grubu altı ay boyunca (günde beş kez) incelemiş. Bireyler arasındaki farklı bağlantıları, fonksiyonel manyetik rezonans tomografisinin (fMRT), beyinde işleyen süreçleri görünür kılmışlar. Bu yöntemin yardımıyla beyin etkinliği, beynin dışarıdan verilen bir görevi yerine getirmediği zaman da görüntülenebiliyor. Çeşitli beyin bölgeleri bu durumdayken de birbirleriyle etkileşim halinde oldukları için kan dolaşımı sürekli değişir. Kandaki oksijen miktarındaki oynamaya göre böylece beyindeki bağlantıları görünür kılmak mümkün oluyor. İşte bu yöntemle, tüm katılımcılardaki etkinlik motiflerinin özellikle de kontrol ve dikkat için büyük önem taşıyan bölgelerde tamamen farklı oldukları ortaya çıkmış. Dikkat çekici farklılıklar ayrıca evrim sürecinde iyice büyüyen beyin bölgelerinde izlenmekte. Bunlara çağrışım kabuğu, yanal prefrontal beyin lopları ve temporal ve şakak lopları da dahil. Evrimsel açıdan bakıldığında bu beyin bölgeleri çok geç gelişmiştir ve mantıklı düşünme ve konuşma gibi karmaşık bilişsel fonksiyonlar için önemlidir. Araştırma, insandaki farklı yetenekler ve belli başlı beyin bölgelerinin evrim sürecindeki gelişimi arasındaki bağlantıyı da ortaya koymuş.. Nilgün Özbaşaran Dede Üniversite bilim üreten kişilerin yeridir ve bu çatı altında bilim üretmeyenin söz hakkı olamaz. Daha geçen yüzyılda, Viyana Üniversitesi’nde büyük filolog ve feslefe tarihçisi Theodor Gomperz, terfi komisyonlarında doçent ve profesörlere de söz verilmesini ön gören bir yönetmelik bahis konusu olunca buna şiddetle karşı çıkarak, bu komisyonlarda ordinaryüslerden başkalarının bulunmasının zararlarını anlatmıştı. Bilim demokrasiyle yönetilmez. Üniversiteye giden herkes bunu bilmelidir. Üniversitede iş güvenliği ise, bilimde kendini ispat etmiş insanların hak ettikleri bir şeydir ve onun için ABD’de de olan bu hak (orada «tenure» müssesesi bu güvenliği sağlar) ancak doçentlikten sonra bahis konusu olabilir. Üniversite yeşeren bir orman olmalı, ölü ağaçlar müzesi değil. Tüm dünyada üniversitelerin en önemli sorunlarından biri, bizim «aile içi evlenme» terimleriyle Türkçe’ye çevirebileceğimiz «inbreeding» sorunudur. Bu terim, bir üniversitenin kendi lisans öğrencilerini yüksek lisans ve doktora öğrencisi olarak almasını ve bu doktorandları da daha sonra öğretim üyesi olarak tutmasını dile getirir. Bu süreç Almanya hariç eski Avrupa üniversitelerinin uyguladığı bir süreçti, zira politik olarak birliklerini erken tamamlamış olan Fransa ve İngiltere’de üniversite sayısı çok azdı. Fransa’da Paris tek başına üniversiteyi temsil ederken, İngiltere’de Oxford ve Cambridge bu görevi görüyordu. Cambridge’i ondokuzuncu yüzyılda adam edebilmek için doğrudan Kraliçe Victoria’nın eşi Prens Albert’in müdahalesi gerekmişti. Fransa’da ise Collège de France, varlığını Sorbonne’un onaltıncı yüzyıldaki kalitesizliğine ve entelektüel kraliçe Marguerite de Navarre’ın müdahalesine borçludur. Almanya ise daha 1870’e kadar pek çok bağımsız krallık, prenslik ve dükalıktan oluşan yamalı bir bohça gibiydi. Orada her devletçiğin bir üniversitesi vardı ve her kral, prens veya dük, en iyi üniversiteye sahip olma hırsı içindeydi. Bu kaliteli üniversite bolluğu Alman üniversitelerine büyük bir üniversitelerarası hareketlilik imkânı vererek, bir üniversitede hocaların vereceğini almış bir lisans öğrencisinin, doktorasını bir başka üniversitede yaparak bilgi ve tecrübe temelini genişletmesini ve daha sonra gene bir başka üniversitede hocalık yaparak oraya yeni kan götürmesini sağlıyordu. Hatta bazı durumlarda bir lisans öğrencisi bile lisans eğitim sırasında şöhretli hocalardan ders görebilmek için birkaç üniversite dolaşabiliyordu. Mesela büyük bilim adamı Alexander von Humboldt, sırasıyla Frankfurt an der Oder, Göttingen ve Hamburg üniversiteleriyle Freiberg Madencilik Okulu’nun öğrencisi olmuştu. Bu hareketlilik sonucunda Almanya, her alanda diğer iki ülkeden çok daha fazla bilim üretmiştir. Bu durum İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Alman üniversitelerinde savaş sonrası koşullar nedeniyle «aile içi evlenmelerin» başlamasıyla tersine dönmüş ve Alman bilimi hızla ikinci, bazı konularda üçüncü sınıf düzeyine düşüvermişti. Bu durumdan son otuz yılda kurtulan Alman bilimi gene çok hızlı bir tırmanışa geçti. İTÜ’nün büyük jeoloji hocası İhsan Ketin İTÜ mezunu öğrencilerin kendi yanında doktora yapmalarına izin vermezdi. «Benden ve bu mektepten alacağınızı aldınız, şimdi artık gidin, yeni şeyler öğrenin» derdi. Diğer İTÜ kürsüleri bunu genelde yapmadı ve İTÜ zamanla eski kalite ve şöhretini kaybetti. Tüm itirazlarda, üniversite mensuplarının iaşesi sorununun öne çıktığını görüyorum. Ancak üniversite bir işveren olmadığı gibi bir iaşe merkezi de değildir. Türkiye üniversitelerinin en büyük sorunu, üniversiteyi dostum Naci Görür’ün tabirliye «tapu dairesi» sanan öğretim üyelerinin ve öğrencilerin bulunmasıdır. Her gün saat beşte karanlıklara gömülen bir müesseseye üniversite denmez. Üniversitede kaynak sıkıntısı gibi sorunları ben ciddiye bile almıyorum, zira, mesela İTÜ Kütüphanesi’nin her ay bütün hocalara sorduğu «alınmasını arzu ettiğiniz kitap ve dergileri belirtiniz» sorusuna genelde cevap alamadığıdır. Üniversite hocaları mevcut kaynakları bile yeterli bir şekilde kullanmıyor. Çünkü üniversitelerimizde gerçek araştırıcılar çok azdır. Biz İTÜ jeoloji grubu olarak pek çok büyük yurtdışı kaynağı bile kolaylıkla bularak üniversitemizde araştırma yaptık (hatta Prof. Namık Çağatay koca bir kalıcı laboratuvar bile kurdu). Özetle, Türkiye’deki üniversiteler, zır cahil politikacıların da müdahaleleri nedeniyle, tabii mükemmel değildir; hatta daha hiçbiri üniversite adına bile layık değildir. Ama üniversitelerimizi iaşe kapıları gibi görerek geliştiremeyiz. Üniversiteyi üniversite yapacak tek şey acımasız bir elitizmdir. Üniversitede “Aile İçi Evlenme” Sorunu
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle