Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Adil bir yargılama mümkün mü? Ergenekon, Balyoz ve benzeri davalarda uzun tutukluluk ile tutuklu yargılamanın kural haline geldiği ülkemizde, bu sorunun yanıtı bellidir. Ancak New Scientist dergisi soruyu siyasi açıdan değil, bilişsel açıdan irdeliyor. Dergiye göre insan beyninin zaafları adil bir yargılamayı raydan çıkartabilir. Ancak yargılama sürecinde atılan pek çok yanlış adımı düzeltmek olası... TÜBA, Türkiye Hükümet Akademisi oldu Prof. Dr. Bahattin Baysal, Türkiye Bilimler Akademisi Şeref Üyesi D iyelim ki, ağır bir cezayı gerektiren ciddi bir suç işlemişsiniz; dava karar aşamasına gelmiş ve siz büyük bir heyecanla hakimin vereceği kararı bekliyorsunuz. Bu noktada yapacağınız tek şey, hakimin karnının aç olmaması için dua etmek!.. Yaklaşık 1.000 tahliye talebinin sonuçlarını inceleyen Columbia Üniversitesi’nden Jonathan Levav ve ekibi, hakimlerin sabahın ilk saatlerinde veya öğle yemeğinden hemen sonra verdiği kararların olumlu olma olasılığının yüksek olduğunu ortaya çıkarttı. gun ise, dava ile çok yönlü düşünecek enerjiden yoksundur. Bu yüzden tedbirli olmak adına hata yapmayı göze alarak, tahliye talebini reddedebilir (Proceedings of the National Academy of Sciences, vol 108, p 6889). Bu süreçte yaşanan en büyük sıkıntı insan belleğinin yanılabilirlik olasılığıdır. Yaklaşık 30 yıl önce psikologlar ve sinirbilimciler, insan belleğinin kolayca yanıltılabildiğini ortaya çıkarttılar. Bu da sorgulama sürecinde tanıkların beyninin manipüle edilebileceği, başka bir deyişle gerçek dışı ayrıntıların veya tümüyle hayali olayların belleğe aşılanabileceği anlamına geliyor. Bunun için emniyet örgütlerinin pek çoğu, tanıkları sorguya çeken görevlilerin bellek karmaşasına yol açmamaları için çok sıkı kurallar geliştirdiler. Levav ve benzerlerinin çalışmaları, bugüne dek bellek yanılsamalarından başka bilişsel sapmaların da adaletin işleyişini bozduğunu ortaya çıkarttı. BELLEK YANILSAMALARI CBT 1317/ 10 15 Haziran 2012 CBT 1317/ 11 15 Haziran 2012 Aç veya tok olmak gibi masum ve sıradan bir şeyin, bir insanın kaderini belirliyor olması parmaklıklar arkasında kalmak veya özgürlüğe kavuşmak gibi aslında çok rahatsız edici bir durum. Yüzyıllardır uygar dünyada uygulanmakta olan yasal sistemler, herkesin yasaların karşısında eşit olduğu ve adil ve tarafsız bir yargılanmayı hak ettiği temel kuralları üzerine kuruludur. Ve bu sürecin her aşaması, insan aklının rasyonelliğine dayanır. Ancak insan beyninin çalışma sistematiğini inceleyen bilim insanları %100 bir rasyonelliğin olanaksız olduğunu düşünüyor. Sanığın akıbeti açısından hakimin kararını verirken karnının tok olması aslında çok basit bir nedene dayanıyor. Tahliye talepleri çok zor kararlardır; tehlikeli bir suçluyu dışarı salıvermek ölümcül sonuçlar doğurabilir. Hakim aç veya yor 1 Kimlik teşhisinde yanılma: Suçlu olmasından kuşkulanılan kişilerin tutuklanarak teşhis için emniyette sıraya dizilmesi, çoğu zaman görgü tanığının yanlış kişileri teşhis etmesiyle sonuçlanabiliyor. ABD’de Masumiyet Projesi (Innocence Project) adı verilen bir sivil toplum örgütü, vakaların dörtte üçünde tanıkların suçluyu yanlış teşhis ettiğini ortaya çıkarttı. İleri aşamalarda yapılan DNA analizlerinde yanlış kişilerin tutuklandığı görüldü. Peki bu gibi durumlarda hataya yol açan faktör nedir? Kuramsal olarak bu hataya yol açan neden açıktır. Tanık için sanıkların yan yana dizilmesi, birbirine benzeyen 89 kişiyi –tek yönlü camın arkasından veya fotoğraflarındanteşhis etmek zorunda kalmak demektir. Eğer tanık, zanlıyı tam olarak görmemişse, polisin tanığı yanıltmak için araya sıkıştırdığı yalancı sanığı işaret edebilir. Bu durumda polisin tanığın teşhisini geçersiz sayma hakkı doğar. Aksi takdirde pozitif bir teşhis, sanığın aleyhine kanıt olarak tutanaklara işlenir. Bu süreç hatanın oluşumu için çok uygun bir zemin yaratır.. Zanlılar aynı anda sıraya dizilip tanığın insafına bırakıldıkları zaman, tanık çoğunlukla her birini bir diğeri ile karşılaştırır; belleğinde kalan özelliklere en uygun kişiyi seçeceğine, kendi aklınca “suçlu olması en uygun” kişiyi seçer. University of London’dan psikolog Amina Memon, tanığın içinde bulunduğu psikolojiyi şöyle açıklıyor: “İnsanlar bu durumda birini seçmek zorundaymış gibi hissederler; bu da büyük bir stres yaratır. Tanığın işaret ettiği kişi çoğunlukla mahkeme tarafından suçlu –suçlu olmasa dahi muamelesi görür. Bu çok büyük bir sorumluluktur.” Bu aşamada hataya düşme olasılığını azaltmak için psikologlar zanlıların tanığın karşısına tek tek çıkartılmasını öneriyor. Böylece görgü tanığı, zanlıları birbirleriyle karşılaştırma olanağı bulamaz. Yapılan araştırmalar bunun daha uygun bir strateji olduğunu gösteriyor. Minneapolis’teki Augsburg College’dan Nancy Steblay, bu iki teşhis yöntemini kesinleşmiş mahkeme kararlarına dayanarak karşılaştırdı ve tek tek yapılan teşhisin diğerine göre %20 daha az hataya yol açtığını ortaya çıkarttı (Psychology, Public Policy and law, vol 17, p 99). 2 Sanığa suçunu itiraf ettirme yöntemleri: Somut kanıtların bulunmadığı durumlarda zanlı ile yapılan yüz yüze BİLİŞSEL ZAAFLAR VE ÖNLEME YÖNTEMLERİ: görüşmeler soruşturmanın belkemiğini oluşturur. Bu gibi durumlarda suçlunun suçunu itiraf etmesi için en uygun yöntem nedir? Bir kere şiddet içeren, saldırgan bir sorgulama çözüm değildir. Çok sayıda araştırma zor kullanarak yapılan bir soruşturmada zanlının işlemediği bir suçu üstlendiğini gösteriyor. Memon bu konuda şöyle konuşuyor: “Birinin üzerinde baskı kurarsanız, suçu üstlenirse serbest kalacağını umarak itiraf eder. Sorgucunun blöf yaparak suçluyu direnmekten vazgeçirmeye çalışması da beklenen sonucu vermez. Laboratuvar ortamında yapılan deneylerde blöflerin de yanlış itiraflara yol açtığı görüldü. Çünkü sanıklar gerçeğin bir gün nasılsa ortaya çıkacağı yönünde yanlış bir inanışa sahipler. Hatta bazı vakalarda zanlının aklı o kadar karışır ki suçu işlemiş olduğunu bile sanabilir. “ (Applied Cognitive Psychology, vol 18, p 567). Zanlının suçunu itiraf etmesini sağlamanın bir yolu da hile ile zanlıyı bir oyunun içine çekmektir. Kanada Atlı Polisleri’nin kullandığı “Mr.Big” adı verilen teknikte zanlı, gizli polislerin uydurduğu kurmaca bir suç örgütüne katılmaya ikna edilir. Örgütün lideri olarak ortaya çıkan Mr.Big –başka bir gizli polis zanlının eski işlediği suçları anlatması için uygun bir zemin hazırlar. Zanlı itirafta bulunursa oyun sona erer. Zanlıların dörtte üç vakada bu gibi tuzaklara düştüğü tespit edildi. Kanada’daki Saint Mary’s Üniversitesi’nden Steven Smith ve ekibi bu gibi kurguların suçlunun yakalanmasında çok bereketli bir ortam oluşturduğunu söylüyor (Psychology, Public Policy and Law, vol 15, p 168). Zanlıyı, baskı kurmadan daha nazik yöntemlerle sorgulamak da her zaman sorunu çözmüyor. Dedektiflerin klasik yöntemi, zanlının davranışlarından bazı ipuçları elde etmektir. Örneğin zanlının göz temasından kaçınması, sürekli tedirgin ve kıpır kıpır olması vb.. Fakat bilim insanları bu gibi davranışların da yanıltıcı olabileceğini söylüyor. İngiltere’de Leicester Üniversitesi’nden adli psikolog Ray Bull, masum insanların da stres altında suçluymuş gibi davranabildiklerini ileri sürüyor. Bu gibi durumlarda davranışların değil, sözlerin üzerinde durulması gerektiğini belirten Bull, “Yalancılar çoğunlukla kendi kendilerini yalanlarlar. Bu yüzden sorgulamada zanlının kendi kendisiyle ters düşmesini sağlayacak sorular sormalıdır” diyor. Bull, 2004 yılında Portsmouth Üniversitesi’nden Samantha Mann ve Aldert Vrij ile birlikte yürüttüğü araştırmada tanık soruşturmalarının gerçek kayıtlarından yararlanarak 99 polis adayına hangi zanlının yalan, hangisinin ise doğruyu söylediğine karar vermesini istedi. Bull sonuçları şöyle açıklıyor: “Doğru tespiti yapan memurların davranışlara değil, sözcüklere odaklandığını gördük. Oysa davranışlardan anlam çıkartamaya çalışanların sonuçları, normal olasılık değerleri içindeydi.” (Journal of Applied Psychology, vol 89, p 137). 3 Sonuçları göz ardı etmek: Diyelim ki tehlikeli bir şekilde araba kullanan bir kişinin suçlu olup olmadığına karar vermek zorundasınız. ABD yasaları, bu tür vakalarında davalıyı, davranışlarının sonuçlarına göre değil, davranışlarına göre yargılar. Mahkeme ancak tazminat miktarının belirlenmesinde davranışların sonuçlarını dikkate alır. Ne var ki hızlı giden bir aracın altında kalan bir yayanın ağır şekilde yaralanabileceği kaygısı, kararınızı büyük ölçüde değiştirecektir. “Geri görüş önyargısı” olarak tanımlanabilecek olan bu eğilim “Böyle olacağını biliyordum” eğilimi olarak da ifade edilebilir. Bu, kişinin, olay olup bittikten, yani sonuç belli T olduktan sonra bunu önceden tahmin ettiği önyargısı. Bu yaklaşımdan kaçınmak kolay değildir. Çok sayıda bilimsel araştırma, hakimin yalnızca kişinin davranışlarına odaklanmasının zorluklarını ortaya çıkartıyor. Psikologlar yalnızca mantık yürüterek bu tür eğilimlerin üstesinden gelmenin çok kolay olmadığını belirtiyor (New Scientist, 12 Kasım 2011, p 38). Colorado Üniversitesi’nden psikolog Edie Greene bu durumda duruşmaların ikiye bölünmesini –yükümlülük ve tazminat davaları olarak öneriyor. Karar verecek olan yetkiliye yalnızca gerekli bilgilerin verilmesinin doğru olacağına inanıyor. Bu şekilde ikiye bölünen davalarda yetkilinin daha sağlıklı kararlar verdiği görülüyor. Şimdi İngiltere’de bu uygulama yürürlükte. Örneğin tehlikeli bir şekilde araba kullanan kişi, eyleminin suç teşkil edip etmediğine karar verilmesi için ceza mahkemelerinde yargılanırken, yaralanan kişi ise talep ettiği tazminatın belirlenmesi için asliye hukuk mahkemelerine başvurur. 4 İnsanları körleştiren önyargılar: Bazı ülkenin mahkeme salonlarının dışında bir elinde adalet terazisi, gözleri bağlı bir kadın figürü bulunur. Bu figür mahkemelerin tarafsızlığını simgeler. Bunun anlamı davaların zanlının kişiliğinden bağımsız olarak yürütülmesi gerekliliğidir. Ne var ki bu sonuca ulaşmak düşünüldüğünden zordur ve etkisini sinsi bir şekilde gösterir. Irkçı önyargılar bu bağlamda üzerinde en çok durulan eğilimdir. Çeşitli çalışmalar, mahkumiyet kararlarının hem hakimin hem de savcının örtülü eğilimlerinin etkisi altında kaldığını gösteriyor (Current Directions in Psychological Science, vol 20, p 58). Atina’daki Georgia Üniversitesi’nden David Mustard’ın liderliğinde yürütülen bir çalışmada, 1990’larda yürütülen 77 bin vaka incelendi. Zenginlik, eğitim düzeyi ve sabıka kaydı gibi faktörleri kontrol altında tutan Mustard, hapis cezalarındaki süre farklılıklarının %10’undan ırksal özelliklerin sorumlu olduğunu ortaya çıkarttı (The Journal of Law and Economics, vol 44, p 285). Önyargıların etkisi yargılama sürecinin her aşamasında kendini gösterir. Örneğin önyargı her zaman davalıyı hedef almaz; tanıklara karşı da önyargı gelişebilir (Psychology, Crime& Law, vol 13, p 317). Peki bu önlemek için ne yapılabilir? Bazıları, jüri sisteminin geçerli olduğu ülkelerde, jüri üyelerinin gizli eğilimlerinin mercek altına alınması gerektiğini söylüyor. Ne var ki bu konuda görüş birliği sağlanmış değil. Şaşırtıcı bir çözüm de hukuk dilinin basitleştirilmesiyle elde edilebilir. Yasaların dili sokaktaki insanın anlayamayacağı kadar karmaşık ve zordur. Bu dili anlamakta zorluk çeken tanıklar ve jüri, yasalardan çok önyargılarının kendilerini yönlendirmesine izin verirler. Her türlü önleme karşın psikologların çoğu önyargıların etkisinden kurtulmanın olanaksızlığına inanıyor. Greene , “Olup biteni yorumlarken her zaman deneyimlerimizin, inançlarımızın ve sosyal konumumuzun etkisinde kalırız” diyor. Türkçesi Reyhan Oksay Kaynak: New Scientist, 12 Mayıs 2012 ÖNYARGIYI ALTETMEK MASUMLAR DA SUÇLU SANILABİLİR ürkiye Bilimler Akademisi yılda iki kez “Genel Kurul” toplantısı yapar. 9 Haziran 2012 günü yapılacak olan toplantıda “Akademi Başkanı” seçilecekti. Ankara’daki TÜBA Başkanlığından eposta ile, önce 2 Haziran günü TÜBİTAK Bilim Kurulu tarafından atanan (40) asli üye ile (43) asosiye üye listeleri, ertesi gün YÖK tarafından 5 Haziran günü atanan (42) asli ve (7) asosiye üye listesi gönderildi. Bu iki Kurum tarafından atanan asli ve asosye üyelerin çalışma alanları ve sayıları Çizelge 1‘de gösterlmiştir. YÖK ve TÜBİTAK’ın atadığı listeler Akademi Başkanı tarafından üyelere duyurulunca 6 ve 7 Haziran geceleri (7) akademi üyesi TÜBA’dan istifa ettiklerini bildirdiler. YÖK ve TÜBİTAK tarafından düzenlenen listeler “seçilen üyeler” olarak bildirilmiştir. Ancak bu kurumların kendilerinin bilimler akademisi üyelerini seçecek nitelikleri olmadığı açıktır. Bu nedenle, “Bilimler Akademisi”nin bundan sonra “Hükümet Akademisi”olarak bilineceği kuşkusuzdur. İletilen listelerde, yurtdışı üniversitelerde çalışan tanınmış bilim insanlarının bulunduğu görülüyor. Bu üyelerin YÖK ve TÜBİTAK tarafından atanacaklar arasında bulunacaklarını bilmedikleri anlaşılıyor. Bazılarının istifa ettikleri de bildirildi. Her iki Kurum tarafından atanan üyelerin genellikle yeterli bir bilimsel düzeyde olmadıkları söylenebilir. Sayısal bakımdan yeterli düzeyde bilimsel yayına sahip olanların da bilimsel etkinlikleri bakımından önem taşıdıklarını söylemek güçtür. Listelerdeki temel bilimciler arasında, akademi tarafından bu yıl seçilebilecek düzeydeki üyelerin de bulunduğunu belirtmek isterim. Türkiye’de hükümetler özerk kurumlarla işbirliği yaparak çalışamaz.Her hükümet değişikliğinden sonra, özerk olarak çalışmasını sürdüren bir kurumun kapatılması, yeni bir yasa veya yönetmelikle hükümetin emrine sokulması kaçınılmaz olur. Bildiğim ve meslek yaşamımda kuruluşuna veya çalışmalarına katıldığım DÖRT kurumu kısaca açıklamak istiyorum. (1)– TBMM Haziran 1946’da 4936 sayılı Özerk Üniversite Yasasını çıkardı. Milli Eğitim Bakanlığı’nın Yüksek Öğretim Genel Müdürlüğüne bağlı olan üniversiteler özerk bir statüye kavuştu. Üniversitelerarası Kurul üniversiteler arası işbirliğini sürdürüyordu. Bu yasa, 1980’li yıllara kadar çeşitli değişikliklere uğratıldı. Üniversitelerin özerkliğine 1982 yılında çıkartılan YÖK yasası ile son verildi. Üniversiteler 30 yıldan beri bu hükümet kurumu ile yönetiliyor. (2) – Atom Enerjisi Komisyonu (AEK) 1956 yılında Başbakanlığa bağlı özerk bir kurum olarak kuruldu. Komisyon üyesi olarak üç yıl bu komisyonda çalıştım. Çekmece Nükleer Enerji ve TÜRKİYE’ DE ÖZERK KURUMLAR 9 Haziran 2012 günü Ankara’da yapılan “Genel Kurul” toplantısına atanan üyelerin coşku içinde katıldıkları görüldü. Akademi Başkanlığına İstanbul Üniversitesi Rektör Yardımcılarından Ahmet Acar seçildi. Sosyal bilimler, sağProf. Dr.A lık, mühendislik ve temel bilimlerdeki üyelerden oluşan heterojen bir grupta, ilk turda büyük sayısal oy alarak seçilmiş olması, Hükümetin de adayı olduğunu gösteriyor. Bilimsel çalışmaları yok, “İnsan Kaynakları” üzerinde yönetici çalışmaları ile tanınıyor. 9 Haziran 2012 günü yapılan Başkan seçimi ile, Türkiye Bilimler Akademisi’nin kapandığı Hükümet Akademisi’nin kurulduğu açıkça belirtilmiş oldu. Bilim akademilerinin, dünyada bilimin ilerlemesindeki rolleri, 17. yüzyılda ağırlık kazanmıştır. Yüzyıllar boyunca akademilerin kurulup gelişmeleri önemli iniş ve çıkışları içerir. Çağdışı politik bir atmosferde Türkiye Bilimler Akademisi de bu evrelerden geçmektedir. YÖK ve TÜBİTAK tarafından sosyal bilimler ağırlıklı olarak atanan yukarıda açıkladığım bilim adamları ile, Türkiye’nin bilim ve teknolojide nasıl atılımlar yapacağını, kendisine bu dergide uyarılar yaptığım Bilim ve Teknoloji Bakanı Sayın Nihat Ergün açıklamalıdır. Günümüzde dünyada (269) akademi bulunuyor. İtalya’da (27), Fransa’da (27), ABD’de (24), Almanya’da (14), İspanya’da (10), İsviçre’de (10), İngiltere’de (8), Hollanda’da (6), Belçika’da (6) Çin’de (5), Türkiye’de (2) var. AKADEMİ BAŞKANI SEÇİLDİ Çizelge – 1 Akademi’ye Atanan Üyelerin Çalışma Alanları Eğitim Merkezi Müdürlüğü yaptım. Özerkliğine son verildi ve sıradan bir devlet kurumu haline dönüştürüldü. Enerji Bakanlığına bağlandı. (3) – TÜBİTAK’ın 1960’lı yıllarda ilk kurucularından biriyim. Özerk TÜBİTAK yasasını hazırlayan grup içinde çalıştım. 1963 yılında TBMM’den çıkan özerk TÜBİTAK yasası, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Kimya Bölümü ofisinde daktilo edilmiştir. Özerk Bilim Kurulu tarafından yönetilen Kurumun özerkliğine 1980’li yıllarda Sayın Tınaz Titiz tarafından son verilmiştir. 1990’lı yıllarda yeniden özerk bir kurum haline getirilmiş ise de 2005 yılında özerkliğine son verilmiş ve Başbakanlığa bağlı bir devlet kurumu haline dönüştürülmüştür. (4) – Özerk Türkiye Bilimler Akademisine 1995 yılında haberim olmadan şeref üyesi olarak seçildim. 2 ve 5 Haziran 2012 günlerinde yapılan atamalarla bu akademinin özerk statüsünü nasıl yitirdiğini yukarda açıkladım. Bilimler Akademisi Üyeliği bir bilim adamı için en yüksek onurdur. Akademi’den istifa edilmez görüşüne katılıyorum.