Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
TEKNOLOJİPOLİTİK Bağışıklık sistemi, canlı hastalık etkenini kokusundan tanıyor Baha Kuban baha.kuban@gmail.com A lmanlar bağışıklık sisteminin canlı hastalık etkenlerini ölü olanlarından nasıl ayırt ettiğini buldu. Sadece canlı bakterilerden salgılanan koku molekülleri, belirleyici sinyali veriyor. Bu moleküller varsa bağışıklık sistemi bakterilerin hâlâ canlı olduğunu dolayısıyla da daha etkili bir şekilde savunulması gerektiğini anlıyor. Mikroplu fare hücreleriyle alınan bu sonuç, canlı bir hastalık etkenine bağlı bir enfeksiyonun niçin daha uzun bir bağışıklık reaksiyonuna neden olduğunu açıklıyor (“EMBO Journal”). Her gün milyarlarca hastalık etkeni bedenimize hücum ediyor ve bunlar genelde bağışıklık sistemimiz tarafından etkisiz hale getirilmekte. Burada zamanla yarış söz konusu diyor Percy Knolle. Çünkü bakterilerin sayısı yirmi dakikada bir bölünmeyle ikiye katlanıyor. Bu nedenle organizma zamanında karşı koymazsa tehlikeli bakterilerle başa çıkamaz. Bugüne kadar bağışıklık sisteminin ölü ve canlı bakterileri ne şekilde ayırt ettiği bilinmiyordu. Ölü bakterilerde hafif bir iltihap, karşı önlem olabiliyor ama canlı hastalık etkenlerinde bağışıklık sistemi ilave savunma hücrelerini harekete geçirmek zorundadır. Birçok durumda bağışıklık sistemi hastalık etkenlerini, üzerlerinde anten gibi taşıdıkları reseptörlerden tanır. Fakat bunlar hem ölü hem de canlı bakterilerde bulunduğu için başka bir tanıma mekanizmasının bulunması gerekiyordu. Bilim insanları deneyler sırasında farelere ait obur hücrelerin Listeria monocytogenes bakterisine ne şekilde reaksiyon gösterdiğini inceledi. Bu hastalık etkeni, insanlarda bulantı, ishal ve ağır durumlarda ise çeşitli organların iltihaplanmasına yol açabiliyor. Bu bakteri genelde iyi temizlenmemiş yiyeceklerle bede İklim değişikliğinin kaynağının büyük ölçüde fosil yakıt esaslı elektrik üretimi olduğu saptamasından hareketle, tüm dünya bu sektörün ‘düşük karbonlu’ seçeneklerini tartışıyor. 21. yüzyılın ‘su’ ya da ‘su kıtlığı’ yüzyılı olacağı yönündeki ciddi kaygılar, her iki senaryonun birbiriyle sembiyotik ilişkisini göz önüne almak durumunda. Elektrik Üretiminin Su Ayak İzi: Yakın Dereleri, Suları! ne giriyor. Araştırmacılar söz konusu bakterilerin obur hücrelerin içinde az miktarda nükleik asit olarak isimlendirilen molekül zincirlerini açığa çıkardıklarını görmüş. Bakteriler bu şekilde hücrelerdeki bağışıklık yanıtını zayıflatmaya çalışıyor. Fakat bakteriler aynı zamanda obur hücrelerin içindeki hücresel sensorlar tarafından tanınan bir koku da bırakıyor. Bu sensorlar nükleik asitleri kaydettikleri zaman kuvvetli bir iltihap reaksiyonunu harekete geçiren sinyaller gönderiyorlar. Ama eğer nükleik asit yoksa, bakteriler ölmüş demektir ki bu durumda kuvvetli reaksiyon da devreye girmiyor. Araştırmamızla iltihap reaksiyonu mekanizmasını ve dolayısıyla da koruyucu bağışıklığın ne şekilde çalıştığını bulduk diyor Knole. Bağışıklık sisteminin kuvvetli bir şekilde reaksiyon göstermesi bedenin yeniden aynı bakteriden daha uzun ve daha iyi bir şekilde korunmasını sağlıyor. Bu ilkeden aşılama için de yararlanıyor. Yeni sonuçların bu nedenle daha etkili aşıların geliştirilmesinden yararlı olabileceği düşünülüyor Dizelli otomobiller daha fazla kirlilik yaratıyor D CBT 1336/ 9 26 Ekim 2012 izelle çalışan otomobillerin egzozu atmosferi benzinli otolara kıyasla daha fazla kirletiyor. Amerika’da gerçekleştirilen bir araştırmaya göre bir litre dizelden on beş misli ikincil aerosol salınıyor havaya. Kaliforniya Üniversitesi’nde Allen Goldstein ile çalışan ekip, özellikle de ABD’nin batısında hava ölçümleri yaparak daha önceleri dizel otoların çevreye daha fazla zarar verdiğini söyleyen araştırma sonuçlarını kanıtlamış oldu. İkincil aerosoller, atmosferde oluşan minik partiküllerdir. Yoğun miktarda bulunduklarında iklimi etkileyebilir, görüşü zayıflatır ve insanlara zararlı olabilirler. Dizel egzozu bölgelere göre yüzde 90 oranında otomobillerden salınan ikincil aerosollerden sorumlu olabilir diyen Goldstein sonuçların diğer ülkeler için birebir geçerli olmadığı kanısında. Nitekim Avrupa’da dizelle çalışan otomobiller daha küçükken, ABD’de dizel daha çok kamyonlarda kullanılıyor. Bu iki araç sınıfında kullanılan dizelin bileşimi farklıdır, ayrıca Amerika ve Avrupa’da farklı ayarlanıyor. Bu nedenle de ABD’deki dizel emisyonları Avrupa’ya kıyasla çok farklı olsa gerek diyor araştırmacı. Araştırma çerçevesinde birçok dizel ve benzin örneğinin bileşimi ve Kaliforniya’daki iki bölgenin hava kalitesi incelenmiş. Bunlardan biri yaklaşık 350.000 nüfuslu Bakersfield kenti ve Oakland’daki bir trafik tüneliydi. Çalışma, otomobil egzozlarından oluşan ikincil aerosoller hakkında yeni bilgiler getirdi. Bu da yasaların ve yakıt bileşimlerinin iyileştirilmesinde yararlı olabilecek. Gerçek şu ki, elektrik üretmek, yaşam tarzlarımızı kesintisiz sürdürmek için, nehirlerimizi ve sularımızı yakıyor, buharlaştırıyor ve aynı süreçte büyük temizleme maliyetleri ile kirletiyoruz... Fosil esaslı elektrik üretimi ile nükleer santrallar, dehşet verici su kullanımları ile yenilenebilir enerjinin aciliyetini yeniden gündeme taşıyorlar. Nehir Ağı’ kuruluşunun, Oregon, ABD kaynaklı ‘River Network’ ya da ‘N 2012 yılı Nisan ayında yayınladığı “Burning Our Rivers; The Water Footprint of Electricity Production” ya da Türkçeye “Nehirlerimizi Yakmak; Elektrik Üretiminin Su Ayak İzi“ şeklinde çevirilebilecek raporu, bu durumu tüm çıplaklığı ile ortaya koyuyor. Ortalama bir ABD’li ailenin aylık elektrik tüketimi nedeni ile dolaylı olarak kullandığı su miktarı, 150.000 litre ile ortalama doğrudan su kullanımının yaklaşık 5 misli! Fosil ve nükleer elektrik üretimlerinin bu görünmeyen ‘dışsal’ maliyeti birim üretim maliyetlerine yansımıyor elbette... ABD’nin saygın kurumu ‘US Geological Survey’e göre, tüm insanlığın 2005 yılında kullandığı toplam su miktarının %53’ü elektrik üretirken harcandı! Aşağıdaki şema, beşikten mezara, birim MWs elektrik üretimi için fosil ve nükleer santrallarla, yenilenebilir enerji teknolojilerinin su tüketimlerini karşılaştırıyor (aynı rapordan). Rakamların galon cinsinden olduğunu, şeklin en üstünden aşağı doğru rüzgâr, fotovoltaik, jeotermal, yoğunlaştırılmış, doğalgaz, nükleer ve kömür teknolojilerinin yer aldığını beFarklı elektrik üretim teknolojilerinin MWs başına lirtmekte yarar var. su tüketimleri (www.rivernetwork.org) Şekilden görülebileceği gibi, nükleer ve kömür MWs başına 5560,000 litre su kullanırken, rüzgâr ve fotovoltaik için bu değerler ihmal edilebilir düzeyde. Kullanılan suyun çok büyük bir kısmı (grafikte çekilen ve tüketilen su ayrımı var) doğrudan santrallarda elektrik üretiminde tüketilmese bile, ağırlıkla kömür ocaklarında ve farklı hazırlama/temizleme işlemlerinde, nükleerde de uranyum madenciliğinde ve yakıt çubuklarının depolanmasında kullanılıyor. Bu suyun, kömür madenciliği ve işlemler sonrası ortaya çıkan milyonlarca ton ‘çamur’ un, su kaynaklarına etkisi ayrı bir kaygı kaynağı. ABD’de Georgia eyaletindeki 2 nükleer santralın eyaletin en büyük kentleri Atlanta, Augusta ve Savannah’dan daha fazla su tükettikleri belirtiliyor! Dokunmadan geçmeyelim, büyük barajların buharlaşma ile kaybettikleri su nedeniyle, büyük ölçekli hidroelektrik santralları, su ayak izleri bakımından da ‘sürdürülemez’ kategorisinde. Gelelim Türkiye’ye. İklim değişikliği ile su kaynakları son derece ciddi bir tehdit altında olan, tarımda kullanacak su sıkıntısı çekebileceği tartışılan ülkemizin, orta ve uzun vadeli resmi enerji stratejileri bilin bakalım hangi elektrik üretim teknolojilerine dayalı?