25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

•KÜLTÜR• DOĞAN KUBAN stanbul ve Paris Büyük kent toplumu plüralisttir ve halkının tarihi bilinci varsa büyük kent ünlü, tarihi olur. Bu Karaçi ya da Lagos’da olmaz. Büyük nüfuslu, farklı kökenli etnik gruplardan oluşan kent toplumu, zorunlu olarak plüralisttir. Fakat büyük kent olması için nüfusunun ağırlıklı bir bölümünde ve idarecilerinde gelişmiş bir tarih bilinci olmalıdır. Bu bağlamda çok zengin bir tarihi mirası olmasına karşın sınırda kalıyor. lük yaşamın kültürel yoğunluğu insanların temeldeki şovenizmine karşın, insan kavramına saygıdan kaynaklanan (kavram soyut ama sindirilmiş) yerleşmiş davranışları yaşam kalitesini yükseltiyor. Kanımca Türk insanı daha alçakgönüllü ve sevecen, fakat ortak yaşam için toplumsal kültürü yetersiz hatta terbiyesiz. nsanların davranışları dağda, kırda yaşayanlarınkine daha yakın. Birbirinin ayağına basmaktan zevk alan milyonlar yaşıyor. Bunu kötü niyetle değil, bir tür varlıklarını kanıtlamak için yapıyor olmalılar. stanbul’daki tiyatroları, konser salonları, büyük müzeleri, kent müzelerin, doğa müzelerini, kitaplıkları, kitapçı dükkânlarını Paris, Londra, Roma, Münih, Viyana ile karşılaştırmak olanaksız. Resim, heykel yapmayan, klasik müziği cumhuriyetten sonra üretmiş toplumun neden müzesi ya da orkestrası olsun. Atatürk dönemi olmasaydı bizde bunlar olabilir miydi? Türkiye’de nüfusla orantılı resmen desteklenen hangi çağdaş sanat etkinliği var? Futbola gösterilen önemin kaçta kaçı piyano öğrencisine gösteriliyor? Yurtdışına çıkmadan ünlenmiş bestekâr, ressam, heykeltıraş var mı? Diyelim folklor bağlamında musiki öğretiyoruz. Bunun uluslararası platformda yankısını duydunuz mu? TÜYAP Kitap Fuarı’na birçok yabancı yazar davet edildi. Yabancı kitap fuarlarına çağrılan Türk yazar var mı? Herhalde vardır. Çin devini bir yana bırakırsan ABD’de iki milyon piyano öğrencisi varmış. Türkiye’de nüfusa oranla yarım milyon olması gerek. Bunun 1/100’ü beş bin eder. Bu Türkiye’de yok. Şu soruyu sormak gerekiyor: Bir sanat alanında başka bir topluma göre 1/100 boyutunda gerilik ne anlama gelir? Kimisinin yanıtı hazırdır. Bizim sanat kültürümüz farklı, diye düşünür. Öyleyse daha da fena. Peki sizin konut, ulaşım, iletişim, televizyon, radyo, öğretim, savunma, enerji programlarınız da dünyadan farklı mı? Bu sayısal farkların niteliksel boyutunu gelecek bağlamında hiç düşündünüz mü? Gazetelerde başbakanın ucube sözcüğü nedense gereksiz bir gürültü kopardı. Oysa ucube ‘acayiplik’ demek. Bugün Türkiye’de milyonlarca insan için Picasso’nun Guernica’sı acayip değil mi? Bu toplumun on üç milyonluk kentte doğru dürüst bir resim müzesi bile yok. Olanlara gidenler toplumun %1’ini geçmez. Biz her cahilliği tek tek sorguluyoruz. Oysa cahillik, kentlileşememişlik ve sanat yoksulluğu toplumsal bir kalitesizlik. Olan bitenlere şaşanlara da ben şaşıyorum doğrusu. Bu toplum tek tek her şeyi tenkit etmekten kendi kültürel yapısını doğru dürüst bütünüyle değerlendirmeyi öğrenemedi. Eğer öğrenseydi, ben niye bu alanda geri de kalıyorum, diye kendine sorması gerekirdi. Erzurum Olimpiyat Şenlikleri yüz elli sporcu ve büyüklerin katılması ile umut verici oldu. Erzurumlular bundan kıvanç duymuşlardır. Bende de Erzurumlu bir köken var. Fakat bu yüz elli kişilik takım ne yapıyor? Gazeteler bizi bu haberlerden neye yoksun bırakıyorlar? Ey soru sormasını unutmuş millet! Yanıtlanacak sorular yığılıyor! STANBUL’U KARŞILAŞTIRMAK G eçen gün Bebek skelesi’nde saçı olmayan, yani çağdaş modayı izleyen, bir genç adam gördüm. Aydınlık dergisi okuyordu ve telefonda güzel, doğru aksanlı bir Fransızca konuşuyordu. Tipik Anadolulu diyebileceğim bu genç açıkça Fransa’da olasılıkla Paris’te oturan bir kişiydi ve bir solcuydu. Türkiye’de de sol dergiyi okuyordu ya da nasıl bir şey olduğunu görmek için almıştı. Bir an stanbul’un plüralizm ve kültürel niteliklerini düşündüm. Onu dinlerken stanbul’un bir an için Paris gibi bir kültür kenti olduğunu hayal ettim. Önce Paris’in kitapçılarını düşündüm. Quartier Latin’de Gibert’i yarım yüzyıldan önce tanıyorum. O zaman genç bir üniversite asistanı için Babil Kulesi gibiydi. Birinci katta bir felsefe bölümü vardı. Orada 1516 yaşlarında bir lise öğrencisi görmüştüm. Onu arkasından karıştırdığı felsefe kitaplarına bakmıştım. çlerinde benim adını bile işitmediğim Jacques Maritain’in ‘Humanisme Intégral’ (1936) adlı kitabı vardı. Maritain kavramsal olmayan bilgi üzerinde önemli bir Thomist Katolik filozoftu. Türkiye’de bildiğim kadar tanınmış filozof yok. Türkçe felsefe bölümü olan bir kitapçı da birkaç tane. Eğer varsa Türkçe kitapların çoğu çeviridir. Gerçi son dönemde felsefe kitabı çevirisini güzel yapan genç ya da özgün yazarlar var. nsanı umutlandırıyor. Kuşkusuz bu alan benim değerlendirme yapmamam gereken koca bir disiplin. Felsefeyi merak etmeye başladığım lise son yıllarında bize sosyoloji, felsefe derslerine gelen Nurettin Şazi Kösemihal (sonra stanbul Üniversitesinde hoca oldu) Eflatun’un denemelerini okuturdu. Gorgias ve Protagoras’ı alıp okumuştum. Sonra Bergson’un “Yaratıcı Tekamül’den Hayatın Tekamülü’ adlı Mustafa Şekip Tunç çevirisi bulmuştum. Dili o kadar Osmanlıca idi ki onun sayesinde Osmanlıca bilgim neredeyse iki kat oldu. Paris nedense bana gençliğimdeki cehaletimi anımsatıyor. Paris’in kültürel havasını da biliyorum. Müzelerini, sonra köprülerini, heykellerini, sonra Notre Dame’ı, sonra sarayları, sonra parkları, sonra kahve ve bistroları, sonra metroyu, sonra her biri bir tarihi olgu ya da olayı anımsatan kent odaklarını, Sorbonne’u, Louvre’u, ChampsÉlysées’yi, Arc De Triomphe’u, Vendome sütunu, Eiffel Kulesi gibi yapıları anımsadım. Tarihi bugüne taşıyorlar. Sokaktaki Fransız bilgisi çok derin olmasa bile kendini bunca ünlü ad arasında yücelmiş hissediyor. stanbul’un cahil belediyeleri kentin toponimisini bile kimsenin bilmediği adlarla yok etti. Sonra Paris’te odaklaşan tarihi olgular var. Fransız Devrimi’nden bu yana ne çok mücadele vermiş Fransız toplumu. Biz olasılıkla savaşlarda Fransızlardan daha kahramanca ölüyoruz. Ne var ki stanbul’da bunları anımsatan fazla bir anıt yok. Olsa da dayanır mıydı, o da kuşkulu. Oysa Paris’in Roma çağından hatta ortaçağdan stanbul kadar zengin bir mirası yok. Seine Nehri bizim Haliç ya da Boğaziçi gibi bir güzellik kaynağı da değil. Fakat Paris’te her mahallede bir tane çirkin yeni kilise yok. Kiliseler otopark ve marketlerle çevrili değil. Paris’in halkı bir kültürü taşımaktan gurur duyan çağdaş insanlar. Gerçi bu berraklık giderek azalıyor. Nedeni azınlıklar olabilir. Paris’te plüralist bir kültür var. Fransızları, Cezayirlileri, Faslıları, Senegallileri, Saygonluları, Hintlileri, Haitilileri, Türkleri bir araya getiriyor. Burada Katolik, Protestan, Yahudi, Müslüman, Budist, sağcı, ırkçı, dinsiz, imansız, komünist, sosyalist, kapitalist bir arada yaşıyor. stediklerini söylüyor ve yazıyorlar. 1955’te talya’dan Fransa’ya geçerken trende bir papaz vardı. Adamın çağdaş dünya üzerindeki bilgilerine hayran olmuş, insanları çağdaşlaştırmak için öğretimin gerekliliğini düşünmüştüm. Oradan bir ortaçağ ucubesi çıkacağını düşünememiştim. Yabancılar sokaklarda toplanıp bağırıyorlar. Türkiye’deki gibi, cuma namazlarında sokaklara taşıp trafiği kapatıyorlar. Hatta trenciler, metrocular, havayolları çalışanları grev yapınca sadece Fransa değil bütün dünya etkileniyor. Bizim toplum örgütsüzlükten bu kargaşayı otomatik olarak gerçekleştiriyor. Paris’teki gibi olanlara zaten izin vermiyorlar. Paris’in bir operası var. Garnier’in ünlü Neobarok yapısı tamir ediliyor ama yıllarca kapalı kalmıyor. Paris’in olağanüstü bir müzik yaşamı var. Resim, heykel, tiyatro, binbir konferans, gösterileri izleyen on binlerce sanat sevgilisi insan, yerli ve yabancı kuyruklar. Bu yabancı diyar deneyimlerine karşın Paris’in sanat ve kültür etkinliklerini stanbul’la karşılaştırmaya yeltenmiyorum. Fakat toplumun davranışlarını bu karşılaştırma bağlamında anımsamaktan uzak duruyorum. Çünkü dünya küçüldü. 1950’lerde Paris’e gitmek bir rüya idi. Büyük kentlerde gün PLÜRAL ST KÜLTÜR Tayfun Akgül Liberal Ekonominin Çöküşü Alev Çoşkun CBT 1260/2 13 Mayıs 2011 Küresel Kriz, Ulusalcı Ekonominin Yükselişi Gazetemizin yazarı, siyaset bilimi ve kamu yönetimi uzmanı Dr. Alev Coşkun, 1980’lerden bu yana dünyayı kasıp kavuran liberalizm dalgasının beklendiği gibi krizle sonuçlanarak dünya ekonomisini çökertmesini ve ortaya çıkan yeni durumu, emek vererek inceledi. Bu değerli yapıt, öte yandan, ulusal ekonomilerin ve ulusalcı ekonomik an layışın temel taşlarının hâlâ ayakta durduğunu, ABD’nin ve AB’nin pek çok devlet şirketini koruduğunu ve bazı değerlerin yabancılarca satın almasını önlediğini, ülke ve şirket örnekleriyle anlatıyor. Coşkun, krizin, liberal ekonomiler çökünce derhal devletin düzenleyici olarak devreye girdiğini ve ekonomileri ayakta tutmaya çalıştığını anımsatıyor. Batı ülkeleri birden devletçi ve piyasaya mühadaleci yönlerini anımsadılar, bu olgu aslında liberal ekonomik düşüncenin de çöküşünün belgesi oldu.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle