02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

• KÜLTÜR • DOĞAN KUBAN Kurumsallaşamayan Ülke Türkiye’nin eğitimi cumhuriyetin büyük atılımlarıyla kurumlaşmıştır. Kurumlaşma, kurumların adı ve işlevi ile kurulmasıdır, fakat kurumsallaşma değildir. Her tarih dönemi bilinçlendirdiği oranda, bilginin sahipliğini üstlenir. İlkel toplumlardaki büyücüler ve şamanlardan, rahiplere, hocalara, bilge insanlara, bilginlere ve sonunda devlet yönetenlere bu sorumluluk düşer. Bu sonuncular, çağımızda, sahip oldukları bilginin niteliğine göre uzman bildiklerine bilgi yönetimini teslim ederler. Bilgiye gerçekten sahip olanlar bilginler katında hürmet görür. Öyle oldukları kabul edilmeyenler sadece siyasetçiler katında itibarlıdır. Y akın çağlara kadar güçlü savaşçı liderlerin, sultanların yanında din adamları olmuştur. Bilginin dini içerikten ayrılmadığı çağların doğal özelliği budur. Bugün geri kalmış toplumların da özelliği buna yakındır. Her alanın uzmanının yetiştiği çağımızda büyük siyaset adamlarının özelliği, ülkenin sahip olduğu bilgi potansiyelini en yoğun şekilde kullanacak kadrolarla çalışmaktır. Bu bağlamda özellikle Avrupa ve Amerika’da büyük devlet adamları, tanınmış düşünür ve bilim adamlarının hizmetine başvururlar. Gerçi dünyada hiçbir ülke politika sarmalından kurtulamadığı için, bu mekanizma iyi çalışmaz. Politika eski deyimiyle ifsad edici, zorlaştırıcı bir uğraştır, bir meslek değildir. Ama iyi devlet adamlarının, hatta büyük sanayi işletmelerinin başarıları ve tarihe geçen ünleri birlikte çalıştıkları büyük uzmanlarla damgalanır Bu bağlamda Yunan ve Roma antikitesinin ilginç bir özelliği vardı: Yunan filozofu ve devlet adamı ne rahipti, ne de devlet idarecisi. Aristo, Heraklitos, Arşimet, Hipokrat din adamı değillerdi. Eski Çin kültürü bu uygulamaya yaklaşmış tek örnektir. Mezopotamya’da, Mısır’da, Hint’te, Hıristiyan Avrupa’da ve genelde İslam’da düşünür ve din adamı örtüşmüştür. İslam’ın felsefe ve bilimde yaratıcı olduğu dönem, Farabi, İbni Sina, El Harezmi, El Kindi, İbni El Heysem’in molla ve şeyh olmadıkları dönemdir. Avrupa’nın dünya egemeni oluşunun pek çok nedeni olsa da, bağımsız düşünür ve bağımsız bilim adamı bu egemenliğin temelidir. Bilgi dinin kucağında yattıkça bilim gelişmedi. Onun için 16. yüzyılda Osmanlı hâlâ Avrupa ile karşılaşabiliyordu. Avrupa’da bilimin gelişmesi 17. yüzyılda akademiler ve bağımsız bilim adamları yetiştiği zaman güçlendi. Galileo ya da Newton rahip sınıfı içinde yetişmediler. Osmanlı’da medrese dışında okul olmadığı için Fatih’in hocası Sinan Paşa gibi alimler, kelle’yi kurtarmak için, ‘Kuran karşısında akıl durur’ diyecek kadar bilinçli idiler. Ama bilim de gelişmedi. Avrupa aydınlanmasının eski Yunan’a ya da onu bir ölçüde sürdüren Roma’ya referans vermesi, özgür düşüncenin, din dışındaki en büyük örneğinin orada olmasındandır. Onun için filozof olmadıkları halde Fransız aydınlanmacıları kendilerine filozof (bilgi seven) dediler. Medresenin böyle bir amacı olmadığı için sadece din bilimi üzerinde uzmanlaştı. Bizim bilim tarihçileri Osmanlı kültüründe pozitif bilim aradıkları zaman zorlanıyorlar. Dünya bilim tarihinde tek bir bilim adamı yok. Gerçi bu özellik sadece bize ait değil. Çünkü, nedeni nasıl açıklanırsa açıklansın bu dünya kültürünün temelde, 17. yüzyıldan sonraki bir aşaması. Şakayiki Numaniye’de sadece mollalar var. Fakat nedense, kültür tarihimizi Fatih’in toplarından bu yana her şeyi dışarıdan almamıza karşın, Osmanlıyı Avrupa’nın karşısına koysak da doğruyu söylemekte zorlanıyoruz. Osmanlı ve İslam âlemi, Hint ve Çin neden sömürge oldu? Amerikan borusu neden hâlâ ötüyor? Bilim üretmeyen toplumlar, köleliğe ve parçalanmaya yüz tuttukları zaman, 19. yüzyılda treni kaçıracaklarını anlayınca Avrupa bilim ve teknolojisini ithal ve kopya etmeye başladılar. Bu bağlamda Rusya ne yapmış, Japonya ne yapmış, Osmanlı ne yapmış? Bunlar kitaplarda da yazılı. Merak edenlerin kolayca öğrenecekleri bilgiler. Peki Türkler doğruyu öğreniyorlar mı? Toplum bilgi talep etmediği zaman bilgi gelişemez. Kurumların verimli olmaları zaman içinde kurumlaşmalarına, yani yüksek düzeyde üretim yapmalarına bağlıdır. Bunun standartlarını politikacılar değil, bilimsel ve teknik üretimin dünya yüzündeki düzeyi saptar. Onun için bir çok Avrupa devletinin nüfusundan daha çok öğrencimiz olduğu halde öğretim standardı yükselemiyor. Türkiye politikacıları 30 yıldır üniversite açmakla şirket açmak işini karıştırdılar. Bizimkilerin deli dediği Büyük Petro’nun yaptıklarını biz bugüne kadar yapamamışız. Yeniçeri ve medreseye kar şı çıkan 2. Osman’ı yirmi iki yaşında öldürdüler. 3. Selim’i de öldürdüler. İmparatorluk Balkanlar’da, Kırım’da eriyince askeri okullarda eğitim reformları başladı. Fakat bunlar Rusların Yeşilköy’e, Napolyon’un Mısır’ı işgaline, Mısır Valisinin Osmanlı ordusunu yenmesine, İngilizlerin Kıbrıs’ı almasına, doğu vilayetlerini Rusların işgal etmesine, hatta Bulgarların bile Çatalca’ya gelmesine engel olamadı. Osmanlı dönemi, eğitimi yetersiz rüşdiye ve idadiler, yarım yüzyılda ancak çalışabilen bir tek üniversite ve 1918’de %90’ı okumamış bir toplumla sona erdi. Fakat geçmişi hor görmek anlamsız. Çünkü toplumun kültür yapısı daha fazlasına elvermiyordu. 1923’den sonra Türk toplumunun eğitiminde bir cumhuriyet intermezzo’su var. Cumhuriyetin 20 yılda kurduğu eğitim örgütlenmesi olağanüstüdür. Buna İslam dünyasının hiçbir ülkesinde bugün de ulaşılamamıştır. O ilk hız günümüzde bile gücünü göstermektedir. Tabii içeriği boşalarak. Çünkü kurumlaşma hızına kurumsallaşma hızı yetişememektedir. 1980’den sonra Atatürkçü (!) generallerin kurduğu YÖK denilen politize olmuş bir bilimsel fetva kurumu kurduk. Her şeyin teknolojiye dayandığı günümüzde enerji krizi, iklim krizi ve açlık krizi dünyayı düşündüren boyutlara ulaşınca dünya var gücüyle alternatif enerji üretimini arttırmaya yöneldi. Büyük sanayi ülkeleri, geleceğin olumsuzluklarına ancak bilimsel akılla bulunacak çözüm üretmeye çalışıyorlar. Türkiye’nin geleceğe nasıl hazırlandığını YÖK’den öğreniyoruz. Bu bilimsel fetva kurumu imam kadınlardan matematikçi ve mühendis yetişeceğini düşünüyor olmalı. Alternatif enerjinin üretimini daha örgütleyemedik. Aslında bu durum Türkiye’nin geri kalmışlığını kanıtlamaya yeterli bir olgu. Tartışmaların uzaması kurumlaşamamaktan ve uzmanlaşamamış bir bürokrasiden kaynaklanıyor. Sayın okuyucular, Ülkenin bütün işleyen mekanizmaları birbirine bağlı. Gazeteler pek çok yalan arasında bazen doğru haber vermek zorunda oldukları için, Türkiye’nin İsrail’den pilotsuz uçak aldığını öğreniyoruz. Büyük tarım ülkesi Türkiye eski buğdayımıza göre iki kat az verimli Macar buğdayı tohumunu da İsrail’den alıyor. İsrail, İkinci Dünya Savaşından sonra kurulmuş, 5.5 milyonluk bir ülke. Biz ise çok büyük bir imparatorluktan kalan, sayısal olarak İsrail’den on dört kat büyük bir ülkeyiz. İsrail hem küçük, hem de bizim gibi dindar. Bizde eksik olan nedir diye düşünen kaç kişi var acaba? Cahil mi çok, aptal mı çok, yoksa sayısını bilemediğimiz kadar çok sayıda karışık adam mı var? Ne var ki yakınan değil, nedenleri araştıran insanların artması geleceğe umutla bakmaya olanak verir. Benlik, Aile ve İnsan Gelişimi: Kültürel Psikoloji Profesör Çiğdem Kağıtçıbaşı’nın 2007’de yurtdışında yayımlanan “Family, Self, and Human Development Across Cultures: Theory and Applications” kitabı Türkçe’ye tercüme edilerek yayımlandı. “Benlik, Aile ve İnsan Gelişimi: Kültürel Psikoloji” başlıklı kitap, yeni kurulan Koç Üniversitesi Yayınları’nın ilk kitabı olarak basıldı. Bu kitap, aile, benlik ve insan gelişimini kültürel bağlamda inceliyor. Global bir yaklaşımla bir çok ülkede yapılmış olan çok büyük sayıdaki araştırmaları ve Kağıtçıbaşı’nın özellikle son yıllardaki teorik ve uygulamalı çalışmalarını yansıtıyor. Özellikle Batı psikoloji öğretisinde yaygın olarak kabul gören bazı varsayımları kültürel bir bakış açısıyla sorgulayarak “özerkilişkisel benlik” ve “psikolojik/duygusal bağlı aile modeli” gibi bütünleştirici sentezlere ulaşıyor. Kitabın birinci kısmı kuramsal; ikinci kısmı ise uygulamalara yönelik. Özellikle yetkinliğin geliştirilmesi bir uygulama alanı olarak toplumsal değişme bağlamında ele alı CBT 1200/2 19 Mart 2010 nıyor. Sosyokültürel bağlamda ve göç olgusu çerçevesinde insan gelişiminin çok çeşitli yönlerine eğilen kültürel ve kültürlerarasi araştırmalardan yararlanarak okuyucuya geniş bilgi ve kuramsal bakış açıları sağlıyor. Kitabın bazı özellikleri: 1. Hem kuramsal, hem uygulamalı alanları geniş çapta kapsıyor; çok hacımli (494 sayfa); çok kapsamlı bir bibliyografyayi içeriyor. 2. Kültürel, bağlamsal ve gelişimsel bakış açılarını içeriyor. 3. Kültürel çeşitliliği ve evrensel insan gelişimini, toplumsal değişme, küreselleşme ve göç bağlamlarında bağdaştırıyor. 4. Çocuğun değeri, aile ve aile değişimi kuramı, erken müdahale ve insan kapasitesini geliştirme; anababa yönelimleri ve özerkilişkisel benlik; kültür, benlik ve bireyciliktoplulukçuluk; göç ve kültürleşme; değiştirme: psikolojinin rolü gibi çok farklı ve bir o kadar da ilişkili konuları irdeliyor. 5. Okuyucu ve öğrenciye yararlı olacak özellikleri var: Yardımcı şekil ve tablolar, ek açıklamalar; bölüm sonlarında özet ve temel noktalar; resimler. Ç. Kağıtcıbaşı’nın e postası: [email protected] Tayfun Akgül
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle