Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
İnsanlar bir solucan bile yaratamaz, ama düzinelerce tanrı yaratabilir!* Tarih boyunca insanlar kendi yarattıkları tanrılardan hep bir şeyler bekledi, onlara sığındı, Roma’da yakılarak öldürüldü. istediklerini alabilmek içinse onların tutsağı oldu. Tanrılar da, “ben sana veririm ama, sen de bunun karşılığı vereceksin” demiştir. 24 bin yıl önce Mezopotamya halklarında, Anadolu’da FARK YOK Din adına işlenen cinaHurriler’de, Hititler’de; Batıda Eski Yunan ve Roma’da binlerce, yüzlerce tanrı insanların yetlerde iki tek tanrılı dinde, yaşamını yönlendirip, onları kullandı. Dr. Necdet Tuna İslamiyet ve Hıristiyanlıkta göre sapkınlıkla suçlanarak Engizisyon kararıyla 1600 de Aşanti kabilesi her yıl ürünün iyi olması için yüz kurban verirdi. Borneo’da yığma yöntemiyle ev yapılırken, toprak tanrıçasını memnun etmek için ev duvarlarının inşaatına bir bakirenin cesedinin konmasından sonra başlanırdı. Kurban vermenin en yaygın olduğu Orta Amerika’da Maya, İnka ve Aztekler’de tanrılara çocuklar kurban edilip, kurbanlar canlı canlı yakılırdı. Astekler de güneşin her gün kanla beslenmezse kaybolacağına inandıkları için, kurbanlarının kalplerini çıkarır göye, güneşe doğru uzattırdı XI. yy da Mayalar Tüylü Tanrı Kukulacan’ı memnun etmek için bakireleri kutsal kuyularda boğar, bir kısmının da kafası kesilir, kalpleri çıkarılırdı. Uzakdoğu’daki beş ayrı kurban yöntemi 1800’lerde İngilizler tarafından yasaklanmıştı. Bengal’deki Meriah töreninde ufak parçalara bölünen kurbanın etleri, bereket vermesi için değişik yerlere gömülürdü. Hindu tanrıçası Kali’ye her Cuma Tanjor kentindeki tapınakta bir erkek çocuk kurban edilirdi. Dul kadının ölen kocasıyla birlikte yakılması adetti. 1829 da yasaklandı. Hindistan’da, gene İngilizler tarafından men edilen Tagi katliamında, felaket tanrıçası Kali’ye tapanlar yılda ortalama 20 bin kurban verirlerdi. Hıristiyan Dünyasında din adına işlenen ilk cinayet, Hz. İsa’nın inancı yüzünden çarmıha gerilmesiyle başlar. İlerleyen yıllarda dönemin egemen gücü olan Romalılar Kudüs’te ve İtalya’da Hıristiyanlara akla gelmeyecek işkenceler yapmışlar, binlerce Hıristiyan’ı katledip arenalarda aslanlara parçalatmışlardı. Rönesans felsefesini biçimlendiren filozofların en önemlilerinden olan Giordano Bruno’da, Galileo Galilei gibi dünyanın döndüğünü savununca, kilise tarafından Dominiken tarikatı öğretisine fark yoktur. Sapkınlıkla suçlanan iki Sufi, Hallacı Mansur 922’de Bağdat’ta cesedi parçalanarak, Nesimi de 1418 de Halep’te derisi yüzülerek katledilmişti. Kuyucu Murat Paşa, yaptıkları ve yapacaklarının şeriat uğruna olduğunu beyan ederek daha fazla kafiri katletmek için tanrıdan yardım ister: “İlahi, bugün düşman katlinde ben kulunu mahcup etme, pirliğime merhamet eyle, peygamberimizin şeriatı için niyetimin doğruluğunu kabul et, bana yardım et” der ve 16071609 tarihleri arasında resmi Osmanlı tarihçilerini bile isyan ettiren bir zulüm ile Astek Rahipleri güneş tanrısına kurban ettikleri gencin çıkardıkları kalbini ona hediye Anadolu’da yüz binlerce yok ediyor. (Florentina Codex, 1550 American sul Alevi Türkmen’i katle Museum of Natural History) (J.A.H) der. isyanları bastırır. Tepeler oluşturan cesetleri açtırdığı kuyulara doldurtur. 1800’lerde İran‘da Mehdi inancının uzantısı olarak doğan bir din olan, aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu 200 kadar Bahai Şiiliği kabul etmez, Ayetullah’ların emri üzerine bir kısmı asılır bir kısmı da kurşuna dizilir. Kırk bin kadarıysa İran’dan kaçar. Tarihte bu cinayetlerin daha yüzlercesi var.Bunlar birkaç örnek. Uzağa gitmeğe gerek yok. Irak’a, Afganistan’a bakmak yeterli. * Michel de Montaigne (1533 – 1592) M ezopotamya tanrılarından Anu, göğün; Bel (Marduk), toprağın, Ea da suyun tanrısıydı. İnananlar, tanrılarının isteklerini yerine getirmezlerse gök’ün yağmur yağdırmayacağına, toprağın ürün vermeyeceğine, suyun da onları korumayacağına inanırlardı. İnsanlar da onların gazaplarından korunabilmek için ne isterlerse yapar, çocuklarına varıncaya kadar kurban ederlerdi. Tek Tanrılı dinlerin ortaya çıkışına kadar bu böyle sürdü, kurbanlar, günümüzde de Müslümanlarda olduğu gibi zamanla hayvanlara indirgendi. Hz. Adem’in çocukları olan Habil ile Kabil’in kavgası, Habil’in Tanrıya adadığı kurbanın kabul edilmesi, Kabil’inkinin ise ret edilmesi üzerine, Kabil’in kıskanarak Habil’i öldürmesi, Tanrıya inanç uğruna, ilk dinsel cinayetlerin daha Hz. Adem zamanında başladığı görülmektedir. Hz İbrahim Tanrının buyruğunu yerine getirmek, ona bağlılığını göstermek için oğlu İsmail’i kurban etmek istemesi de Tanrı yolunda yapılacak bir katliamdı. Çocuk kurban etmek de birçok toplumda görülen “tüyler ürpertici” adetlerden biriydi. Kartacalılar, site devletlerinin koruyucusu Tanrı Moloch’a kendi öz çocuklarını yakarak kurban ederlerken, Fenikeliler, salgın hastalıklar, kuraklık, savaş kaybetme gibi büyük felaketlerin yaşandığı günlerde “en sevdikleri çocuklarından birini” tanrıları Baal’e kurban verirler; erkek çocuklar, Afrodit’in aşık olduğu ölümlü tanrı olan Adonis’i memnun etmek için yakılırdı. New South Wales’da (Avusturalya) bazı kabilelerde, her kadının ilk doğan çocuğu, bir dinsel törenin parçası olarak kabile tarafından yenirdi. Tibet’te şamanlar öldürme ayinleri düzenler, Afrika’da [1] Kuban, D. (2007) Üniversitede yabancı dilde öğretim? CBT 1055, sh. 22. [2] Demircan, Ö. (2007) Yabancı dilde öğretim ile nereye? CBT 1056, sh.21, [3] Demircan, Ö. (2009) Türkçenin yabancıları, CBT 1193, sh.15. [4] Şengör, C. (2009) Yabancı dilde yükseköğretimin dangalaklığı. CBT 1185, sh 5. [5] Ergüder, Ü., V.D. (2009) Neden yeni bir yüksek öğretim vizyonu. 88.sh. İstanbul Politikalar Merkezi, Sabancı Üniversitesi CBT 1200/ 19 19 Mart 2010 pılması gerektiği konusunda önümüzde iki seçenek vardır: Birincisi, eğitimin sadece sınıflarda hoca tarafından verilen bilgiden ibaret olduğunun varsaymak ve öğrenciyi rahat bırakmak. İddiası ve amacı olmayan çoğu öğrenci ve yabancı dilden hâlâ çekinen hocalarımız için bu seçenek son derece uygundur. Yıllardır değiştirilmeden kullanılan –muhtemelen sararmış ve üzerinde kahve/çay lekeleri olan– ders notları sınıfa götürülür, kara tahtaya formüller yazılır, problemler çözülür ve görev tamamlanır. Bazan sınavlarda “hocam… bunu derste anlatmamıştınız” kabilinden itirazlar gelirse de pek önemsenmez. Bu eğitim sistemine gerçekten Türkçe uygundur, çünkü herhangi bir konuyu anlamak ve aktarmak için, Boğaziçi Üniversitesi örneğinde de olduğu gibi, ana dilden daha etkili bir iletişim aracı düşünülemez. Tabi, uluslararası değişim programları, yabancı öğrenci kabulü gibi küresel etkinlikler bu sistemde yer bulamaz. Yukardaki seçenek çoğumuz için uygun, ama bir mahzuru var: Günümüzde gelişmiş ülkelerde ve üniversitelerde eğitim bu şekilde yapılmıyor! Gelişmiş üniversitelerdeki çağdaş uygulamayı esas alan ikinci seçenekte, hocanın sınıfta aktardığı bilgi eğitimin ufak bir bölümünü oluşturur ve öğrenci sınıf dışı çalışmaya ve araştırmaya yönlendirilir. Buna göre, lisedeki bir kimya dersi ile üniversitedeki kimyasal prosesler dersi, eğitim kurgusu itibari ile birbirinden tamamen farklı olmak zorundadır: Lisede öğrenciler sadece sınıfta hocayı dinler; üniversitede ise, verilen ek referansları okur, ödev ve araştırma yapar, grup çalışması yürürür, sunum yaparlar –özetle, bilginin ötesinde, araştırma becerisini, çok yönlülüğü, kişisel özgüven ve gelişmeyi elde ederler. 1970’li yıllarda doktora yaptığım üniversitede bu eğitim sistemi uygulanıyordu. Bildiğim yüzlerce seçkin üniversitede halen bu sistem uygulanır. Birkaç yıl önce, Prof. Oral Büyüköztürk, İTÜ İnşaat Fakültesi’ndeki bir sunumunda MIT’de yeni oluşturmakta oldukları sürdürülebilir çevre ağırlıklı inşaat mühendisliği programını açıklarken, verdiği ders planlarındaki 70–80 kredi saatlik haftalık ders yükleri sunumu dinleyenlerde büyük şaşkınlık uyandırmıştı. Soruları kendisi de hayretle karşılayarak “tabi ki, ders yüklerinin en fazla 12 saati öğrencinin sınıfta geçireceği süreyi, geri kalanı da sınıf dışı çalışma/araştırma gereksinmesini belirler…” açıklamasını yapmak zorunda kaldı. Gerçek üniversite eğitimi yapan bu sistemle ilgili iki tespit yapmakta yarar var: Birincisi, sistem öğretim üyesini zorlar: bilgisayar ortamında ders planı/sunumu –ders notu değil– hazırlamak; derse web sayfası açmak; okuma malzemeleri, ödevler vermek, grup çalışmaları düzenlemek ve bütün bunların geri dönüşümünü değerlendirmek, belki de çoğu öğretim üyesine kaldıramayacakları bir yük getirecektir. İkincisi ve daha önemlisi, sınıf dışı çalışmaları bütünüyle bilimsel malzeme, belge, referans gerektirir, ancak bu referansları Türkçe olarak bulmak mümkün değil. Dolayısıyla, geçerli yabancı dil –Mühendislikte ve Temel Bilimlerde İngilizce– üniversite eğitiminin ayrılmaz bir parçası olmak zorundadır. Türkçeyi savunanların bir düzeydeki bir eğitime erişemeyeceklerinin bilincinde olmaları gerekir. Bu kapsamda, mensubu bulunduğum İTÜ’nün çok cesur ve gerekli bir kararla, her alanda en az bir şubede İngilizce eğitim yaklaşımının kutlanması gerekir.