26 Haziran 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

HUKUK POLİTİKASI Teknoloji Kongresine Doğru 1997 yılında TÜBİTAK, TTGV ve TÜSİAD’ın oluşturduğu Teknoloji Ödülleri ve Kongresi’nin sekizincisi 25 Haziran 2009’da yapılacak. 21 Şubat 2009 tarihine kadar devam edecek başvurulardan finale kalan kuruluşlar 7 Nisan 2009 günü açıklanacak, TÜSİAD Başkanı Arzuhan Yalçındağ, iktidarın 2013 yılı için ARGE harcamalarının Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’ya oranının % 2’ye ulaşmasını hedeflediğini ancak 2007 yılında Türkiye’de bu oranın % 0.71 düzeyinde kaldığını belirtti. Özel sektörün ARGE harcamaları içindeki payının 20022007 arasında % 29’dan % 41’e yükseldiğini ve finans kaynağına göre ARGE harcamalarında ise, özel sektörün ilk defa kamu sektörünü az da olsa geçtiğini belirtti. Yalçındağ’ın, “toplam imalat sektörü ihra catımız içinde yüksek ve ortaüst teknoloji grubuna giren malların payının genel bir yükselme trendi sergileyerek 2007’de % 38.8’e ulaştı”ğını belirtmesinin ise, nasıl bir hesaplama ürünü olduğu bilinmiyor. Yalçındağ şöyle konuştu: ARGE ve inovasyon yatırımlarına devam etmemiz, cari açık yükümüzü hafifletmek bakımından, katma değeri yüksek ve ileri teknoloji ağırlıklı ihracata olanak verecek... 8. Teknoloji Ödülleri’nde başvuru koşulları ve değerlendirme ölçütleri, farklı firma ölçekleri ve sektörler açısından daha geniş bir kapsam alanına sahip olacak şekilde yeni baştan şekillendirildi. Bu çerçevede, ‘mikro’, ‘küçük’, ‘orta’ ve ‘büyük ya da bağlı’ olmak üzere 4 ayrı firma ölçeğinin, hem ‘ürün’ hem de ‘yenilik/teknoloji’ başlıkları altında değerlendirilmeleri suretiyle, 8 adet ödül verilmesi öngörülüyor. Nihai puanlar belirlendikten sonra ise, firma ölçeğinden bağımsız olarak, toplamda en yüksek puanı alan proje ayrıca ‘Büyük Ödül’ sahibi olacak. Hayrettin Ökçesiz [email protected] “Merhaba Hocam, (…)Bizim durumumuzla ilgili bazı gelişmeler oldu: Burada soruşturma açtırmamamız için Dekan bizi tehdit etti, ‘eğer böyle bir şey yaparsanız biz de size her konuda soruşturma açarız, sorunu büyütürüz’ dedi. “ Yine “Bilim Hukuku” Üzerine “Rektör de ‘Bölüm Başkanıyla iyi geçinin, sıkıntı yaratmayın, sizin için kötü olur’ dedi. Üniversitenin genel yapısı muhafazakâr ve milliyetçi olduğu için herkes birbirini kolluyor, buradan olumlu bir sonuç alamayacağız gibi görünüyor. Bunun üzerine bir avukattan görüş aldık, uğradığımız maddi manevi zararlarla ilgili olarak dava açabileceğimizi söyledi. (…). Son durumumuz işte böyle Hocam. Görüşmek dileğiyle,”. Kim daha az mağdur, hangi üniversite daha farklı! Biri diğerinin durumuna göz yummakla tıpkılaşmıyor mu sanki... Nerede ayağımızı yere basıyorsak, orada yapacak bir şeylerimiz var! Onları yapmaktan kaçınamayız. Kaçınmakla onurumuzu yitiririz. O zaman, onursuz bir yaşamdır bizimkisi… Üniversitede kürsüye çıktığım günden beri ısrarla söyleyip yazdığım bir konuya bir kez daha değinmek istiyorum. 12 Eylül öncesinde öğrencisi, sonrasında öğretim üyesi olarak havasını teneffüs ettiğim “Üniversite” ve “Bilim”leri, kendileri kılınmaktan gayri her türlü çabanın konusu ve alanı olmuşlardır. Bu topluluk ve konuları hep dışarıdan tanımlanmış, bunların dışarıdan hadleri çizilmiş ve zaman zaman ağır biçimde hadleri bildirilmiş, içlerinden de sayısına bereket işbirlikçisi çıkmıştır. Bu yüzden yukarıdaki o birkaç satır pek kimseyi yadırgatmaz. Ben ama burada yadırgayanlara konuşmak istiyorum. Yadırgayalım, yadırgamanın gereklerini eyleyelim. Gazze’ler yanıyor. Guantanamo’larda çığlıklar dinmiyor; işçiler, işsizler sersefil. Yeryüzü yaşamını cansız doğaya çevirmeye kararlı bir güçler savaşının ortasında soluksuz ve umutsuz kalıyoruz. Oysa, öyle olmak ve kalmak zorunda değiliz. İşe daima bulunduğumuz yerden başlayacağız: Üniversiteleri, bilimi, bilimcileri, öğrencileri, kendimizi özgürleştirelim! Özgürlüğümüz için savaşalım. Bilginin, bilmenin, bilimin olağanüstü gücünü biz de görebilelim. Bunları duyduğunda kimileri bu özgürlüğün ne işine yarayacağını ciddi biçimde düşünüyor olacaktır. Hatta bu özgürlüğün özniteliğinin farkında dahi olmadığını geçirecektir hatırından. Ardından, ona bulaşmamaktaki aklını hep bir gurur vesilesi sayacaktır. Bu tür meslektaşlarımızın kahredici rolünü de küçümsemeyelim. Değinmek istediğim konu şu: Bir “Bilim Hukuku” üzerine çalışmanın zamanı çoktan geldi. Elbette kişisel çalışmalarla ciddi yapıtlar ortaya koyabiliriz. Ama bunlar yapılırken, bu konuda kolektif bir çalışma örgütlenmesine gidilmesi gereğine de dikkat çekmek isterim. Bu tür bir çalışmanın sergileyeceği taslakların, kapsamı ve derinliği yanında üniversite kamuoyundan göreceği itibar ve desteğin de böyle bir bilim hukukunun hayata geçirilmesi bakımından ne denli belirleyici olacağını açıkça görebiliriz. Bu sözlerde bir çağrı da dile gelmektedir: Herkese kendi uzmanlık alanından başlayarak böyle bir örgütlenmenin içerisinde üzerine düşeni yapmaya gönüllü olmaları çağrısıdır bu. Hukuktan çok daha başka bilimlerin ve bilinç içeriklerinin yardımıyla açılacak geniş bir ufukta belirecek bir bilim hukuku tasarımı bilim ve üniversite mevzuatına gereksindiği ruhu kazandıracaktır. Hukukçular bu tasarıma bakarak kendi mühendislik işlerini layıkıyla yerine getirebileceklerdir. Bilim Hukuku’na hayat verecek olan kurum ise mahkemelerdir. Üniversite ve bilim sorunlarıyla karşılaşan yargıçların bizim yapacağımız bu araştırmalara ne denli gereksinim duyacağı açıktır. Yargıçlar hukukun genel prensiplerini üniversite ve bilim sorunlarına uygularken bizim ortaya koyacağımız gerçeklik bilgilerine ve hukuk dogmatiği çalışmalarına elbette başvuracaklardır. Bu gereklerle yargı kendi içtihadını oluşturacaktır. Bugün dahi, bu tür yeterli destek materyali bulunmaksızın Danıştay ve idare mahkemeleri, bilimin ve üniversitenin onurunu koruyan, yüzünü ağartan, yüreğini serinleten çok değerli kararlar verebilmektedir. Yargının denetiminde ve zorlamasıyla idare de bir gün kendisini böyle bir bilim hukukunun sınırları içerisinde algılamaya başlayabilir. Yasama böylesine uzun soluklu ve kapsamlı bir bilim hukuku çalışmasından gereğince yararlanabilir. Gelin, bu örgütü kuralım ve çalışmaya başlayalım! rın etkisini olabildiğince azaltan ilk kuşak teknolojilerin bir bölümü çoktandır bildiğimiz teknolojiler. Emniyet kemerleri, hava yast klar ve burkulma bölgesi gibi donanımlar, kaza durumunda sürücüyü ve yolcuları koruyor. 1978’de piyasaya sürülen ABS frenler, frene sert basılması durumunda hızın hemen kesilmesine olanak tanıyor ve aracın denetimden çıkmasını önlüyor. TCS sistemleri aracın patinaj yapmasını önlüyor ve buna bağlı olarak da sürücü aşırı hız yaptığında aracın tümden denetlenmesini sağlıyor. Kısaca ESC olarak bilinen geli tirilmi denge denetim sistemleri ise sürekli olarak direksiyonun açısını ve aracın yönünü denetliyor. Mercedes ve Toyota şirketlerinin araştırmaları, ESC sisteminin tek araç için kaza olasılığını %2935, birden çok aracın karıştığı kaza olasılığını da %1530 oranında azalttığını ortaya koyuyor. ESC aynı zamanda araç algılayıcıları, işletim aygıtları ve bilgisayarların hep birlikte kullanıldıkları ağ tabanlı iletişime dayalı yeni kuşak güvenlik sistemlerinin de temelini oluşturuyor. Güvenlik sistemleri arasında en ilgi çekenler, kazaların önlenmesine yardımcı olan ya da olası kaza durumunda sürücüyü uyaran teknolojiler. Önden çarpma uyarı sistemlerinin belkemiğini iki araç arasında belirli bir mesafeyi ya da zaman aralığını radar verilerine dayanarak koruyan oldukça yeni uyarlayıcı sürüş denetim aygıtları oluşturuyor. KEND L NDEN FREN CBT 1139/ 7 16 Ocak 2009 Günümüzün kaza uyarı sistemleri gelecekte kazanın önlenmesi amacıyla frene kendiliğinden basan ya da aracın yoldan çıkmasını önleyen teknolojilerin de kaynağı sayılıyor. Ne var ki, bu teknolojilerin sağlıklı biçimde uygulanabilmeleri için bir 10 yıl daha beklemek gerekiyor. Yolda şerit tutma sistemlerinin temelini dikiz aynasının üzerine iliştirilen video kameralar oluşturuyor. Bu kameralar yoldaki işaretleri izliyor ve sürücü dalgınlık, dikkatsizlik ya da sarhoşluk gibi nedenlerden ötürü şeritten çıktığında, aracın bir yanındaki fren sistemini devreye sokarak rotadan çıkan aracın yeniden şeride girmesini sağlıyor. Şerit tutma sistemlerine benzer bir başka sistem de aracın yanlarına iliştirilen ses ötesi ya da radar algılayıcılar sayesinde kör noktalarda araç sürücülerini uyaran kör nokta belirleyici sistemler. Piyasada bulunan ve sürücünün hazırlıksız yakalanmasını önleyen bu sistemler kör noktalardaki araçları saptıyor ve yan dikiz aynalarındaki uyarı lambalarını devreye sokarak sürücüyü uyarıyor. Araba üreticileri şimdilerde araçlarla yolun altyap s aras nda bağlantı kuran daha düşük maliyetli kablosuz bir iletişim yönteminin geliştirilmesine çalışıyor. Araçtan araca ya da araçla yol arasındaki bu sistemler sayesinde sürücünün görüş alanının ötesini görmesi bekleniyor. Şimdilerde gelişme aşamasında olan tüm bu güvenlik sistemleri ve kendiliğinden sürüş teknikleri, tam anlamıyla güvenli ve kusursuz duruma getirildiğinde sürücüsüz arabalara geçilmesi hiç beklenmedik bir olay olmasa gerek. Nitekim, araştırmacılar bu tür arabaların yaşamımıza girmesinin mümkün olduğunu çoktan kanıtladı. 2007 yılında “Boss” adı verilen bir sürücüsüz araba ile çok sayıda başka sürücüsüz araba, Victorville Kaliforniya’da gerçeğe özdeş koşullardaki bir caddede öteki araçlarla birlikte yol aldılar. Kendi kendini idare edebilen araba ve kamyonlar Gelişmiş Savunma Araştırma Projeleri Kurumu’nun robot araçların yaşamımıza girebileceğini kanıtlamak üzere düzenlediği bir yarışa katıldı. Yarışın ardından General Motors şirketinin yönetim kurulu başkanı G. Richard Wagoner Jr. sürücüsüz arabalarını 10 yıl içinde piyasaya sürebilecekleri yönünde bir kestirimde bulundu. Böylesi bir kestirim son derece iyimser olsa gerek. Ne var ki, robot arabaların çok uzak bir olasılık olmadığı da bir gerçek. Rita Urgan, kaynak: Scientific American, orijinal uzun yazı: Crashless Cars: Making Driving Safer.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle