23 Kasım 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

OOOF OFF LINE Tanol Türkoğlu (tanolturkoglu@gmail.com) Savaş sadece ekonomik ya da siyasal arenada değil, toplumsal boyutta da son hızla devam etmekte. Dün “nolur yardım edin Mehmet Ali Bey” diye telefonun ucunda ağlayanlar, bugün kendilerine verilen kömür yardımlarını alırken ya da oylarını bir altına satarken gururları hiç incinmiyor. Bizde Fikir Cereyanları Hilmi Ziya Bey’in bu makalesi, Felsefe ve İçtimaiyat Mecmuası’nın Ekim 1927 tarihli 4. sayısında (s. 311314) yayımlandı. Hazırlayan: Osman Bahadır Blogosfer Öldü mü? Daha ne olduğunu yeni öğrendiğimiz, kişilik haklarına saldırıdan dolayı ilk erişime kapatılma cezasını yeni almış olan blog dünyası ölüyor mu? Bir teknoloji dergisi dünyadaki bu eğilimden bahsediyordu. Bir web sitesi oluşturacak imkânı, bilgisi, zamanı olmayanlar için müthiş bir açılım getiren blog dünyasının popülaritesi arttıkça bünyesinde de belirgin bir değişiklik gözlendi. Bugünün blog dünyasında en popüler blogların pek çoğu bloglardan profesyonelce istifade etmek isteyenlerden oluşmakta. Sesini duyurmak isteyen amatörler ise marjinal bir boyuta sürüklenmekte. Ülkemizde bloglar global düzeyde gördüğü kadar ilgi göremediğinden, ulusal düzeyde herkes tarafından düzenli olarak izlenen bloglar filizlenemediğinden, bu eğilim de gözümüzün önünden geçip giden trenlerden biri olarak yerini almak üzere. Oysa bloglar yaygınlaşmaya başladığında, dünyada bu trene atlayan ilk profesyoneller sokaktaki yaşamlarında düzenli yazı yazanlar idi. Yani gazete ya da dergi gibi periyodik yayınlarda boy gösteren köşe yazarları. Önceki günün köşe yazarları bir anda blogcu, yazdıkları köşeler ise blog olmuştu. Bunu herkesin ne yaptığını merak ettiği kimi ünlü kişilerin blogları izledi. Bu popülaritenin artmasında blog altyapısına getirilen yeni teknik özelliklerin de önemli bir payı var. Önceleri sadece basit metin yazma imkanı sunan blog altyapıları giderek ses, görüntü gibi malzemelerin de metne entegre edilmesine imkân sağladı. Blogosferin ölüp ölmemesi bir yana, dünya ile Türkiye’yi kıyasladığımda bu örnek vesilesiyle gözlediğim bir ortak özelliğin altını çizmek istiyorum. Günde ortalama birkaç kez “balık hafızalı” bir toplum olduğumuzu çevremizden duyar olduk. Değil birkaç yıl öncesindeki birkaç ay ya da hafta öncesinde yaşanmış olayları bile hızla unutma konusunda üstün bir becerimiz olduğunun altı çizilmekte. Gerçekten de öyle mi? Sorun gerçekten de bizim belleğimizde mi? Öyleyse o kadar unutturulmaya çalışıldığı halde Ata’mızı neden bir türlü unutamıyoruz? Sorun tabii ki bizim belleğimizde değil. Hatalı ya da yanlış olan biz değiliz. Yanlışlık geçen her bir ana, her bir saate, güne yepyeni bir gündem maddesi oturtmak taktiğini izlemek zorunda bırakılan medya. Medyayı suçlamak yaygın bir şey ama dikkat edilirse medya da neye alet edildiğinin farkında değil. Çünkü hangi stratejinin masasında meze olduğunu bilmiyor; bilemez. Yukarıda değinmeye çalıştığım ortak nokta işte burada devreye giriyor. Japonya’da, K. Amerika’da giderek Avrupa ve İskandinavya’da da izlemekte olduğumuz toplumsal kimi olguların fırtına hızında birer salgın olarak toplumun üstüne çökmesi ve aynı hızla yerini bir başka salgına bırakması döngüsü açısından baktığımızda, ülkemizle bu ülkeler ya da bölgeler arasında bir fark yok. Tek fark, salgının içeriği ve geride bıraktığı. ABD’de blogosfer salgını yerini Twittervari minimalist alternatiflere bırakırken, biz de mesela yılbaşı akşamı Taksim’deki nahoş sahnelerden, Ergenekon’a, şeytana uymaktan neredeyse gurur duyacak tacizci köşe yazarlarından, ümüğe, düellodan daniskaya bir salgından ötekine koşturup duruyoruz. Fark ne yazık ki bizi kırıp geçiren salgınların geride toplumsal olarak artı hiçbir şey bırakmaması; tam tersine gerek birey gerekse de toplum olarak suçlu, nefret edilesi olduğumuz duygularını bilinçaltımıza yerleştirmesi. Savaş sadece ekonomik ya da siyasal arenada cereyan etmiyor. Savaş toplumsal boyutta da son hızla devam etmekte. Dün “nolur yardım edin Mehmet Ali Bey” diye telefonun ucunda ağlayanlar bugün kendilerine verilen kömür yardımlarını alırken ya da oylarını bir altına satarken gururları hiç incinmiyor. Ancak ataları seksen sene önce acaba onlar böyle yozlaşsın diye mi yaşamlarını cephelerde feda etti? Mezarlarının başına iki dua okumak için gittiklerinde doğal olarak bunu es geçmeye özen gösteriyorlar... M CBT 1131/ 11 21 Kasım 2008 emleketimizde Avrupai manada fikir hareketleri Tanzimat’tan beri başladı. Ondan evvel, dini nasların (dogmaların) hâkimiyeti devri idi. Bununla beraber, iktisadi hayatın da (Şii ve Katolik mezheplerinde ve bir kısım tarikatlarda görüldüğü gibi) bir nevi tefekkür faaliyetine müsait olduğu düşünülürse, memleketimizdeki fikir cereyanlarının tarihçesini yapmak için çok eski zamanlara kadar inmek lazım gelir. Biz bu makalede böyle geniş bir tetkik yapacak değiliz. Sadece muhtelif zamanlarda doğan hareketlerdeki müşterek vasıfları arayacağız. İslamiyet, bizde layetegayyer (değişmez) naslar ve tefsiri gayri kabil (yorumlanması olanaksız) kaideler suretinde yaşadı. “Babı içtihad”, (içtihat kapısı) İran’da ve bazı islam memleketlerinde devam etmesine rağmen, bizde kapalı idi. Manevi gümrüklerimiz, Avrupa fikirlerine ilk defa olarak Tanzimat’la beraber kapılarını açtı. O devrin maruf (ünlü) simaları için en doğru fikir “mukavelei içtimaiye” (sosyal sözleşme) fikri, en muvafık nazariye “Tefriki kuvva” (kuvvetlerin ayrılığı) nazariyesi idi. Ziya Paşa, Emile’i lisanımıza nakletti. Her yerde Voltaire ve Rousseau’dan bahsolundu. Nitekim bu temayüller (eğilimler) ile beslenen kafalar, o zamandan itibaren meşrutiyete bir mefkure nazarıyla bakmaya başlamışlardı. Devlet idaresinde inkılap yapmak isteyenler, yeni hükümet şeklini tasavvur ve teklif eden Garb mütefekkirlerini kendi hesaplarına birer dava vekili gibi kullandılar. Bu suretle, bizde fikir hayatı, “tahakkukunu istediğimiz emellerin bir aleti” olmak üzere gözlerini açtı. Bununla beraber kimse, mesela Rousseau’nun hakiki cephesiy Hilmi Ziya (Ülken, 19011974) le meşgul olmadı. “Edebiyatı Cedide” mensupları, Hippolyte Taine’i rehber olarak tanıdılar. Bir zamanlar, sanat hakkındaki fikirlerinden başka bir şey dinlenmiyordu. Mamafih, bu müellifin, zihnimizin teşekkülüne ait esaslı fikirleri, tetkikleri o derecede nazarı dikkati celb etmedi. Onu takip eden nesil, müfrit ve maddeci idi. Onlara göre bütün hakikat, Ludwig Büchner ve Karl Vogt’un fikirlerinde toplanmıştı. Memleketin selameti, vatanın istikbali, gençliğin felahı, bu fikirlere bağlanmakla kaimdi. Yine bu sırada gençliğe “intifacılık” (faydacılık) ve “konfor” tavsiye eden Spencer saliklerine (taraftarlarına) tesadüf ediyoruz. Montesquieu müridanının (taraftarlarının) ne zamandan beri “mehdi” gibi intizar ettikleri (bekledikleri) meşrutiyet gelmiş, fakat memlekete ümit edilen huzuru getirememişti. Mevhum Osmanlı milletini teşkil eden “anasırı mehtelife” istiklal ve iftirak (ayrılma) davasına kalktıkları zaman, hamiyetli zevat tekrar birer Frenk mütefekkirine başvurdular. Bir zaman Le Play ve Edmond Demolins vasıtasıyla memleketi kurtarmaya kalkanlar görüldüğü gibi, Durkheim’ın “İçtimaiyat”ını milli mefkureciliğe vasıta olarak kullanmak isteyenler de meydana çıkmıştı. Yalnız şu kadar var ki, Ziya (Gökalp) Bey’in müderris şahsiyeti, ilk defa olarak fikri bir ananenin tesisine esas olacak çok müfid (faydalı) olan mesaiyi gösterdi; görülüyor ki, bizde fikir hayatı (birkaç istisnadan sarfı nazar) hemen ekseriyetle hadiselerin birer gölgesidir. Onlarla beraber gelerek onlarla beraber zail (yok) olur. Bu tarzda bir fikir ananesi asla teessüs edemez (kurulamaz). Dünün hadiseleri için doğru olan, muteber olan, bugün için artık yanlıştır, mevsimsizdir. Ziya Bey’in hararetle tesisine çalıştığı “içtimaiyat”, bugün birçoklarınca merdud (reddolunmuş) telakki ediliyor. Bir başka günde, bugünün cereyanlarına aynı nazarla bakılmayacağını kim temin eder? Fikirler, amiyane tabiriyle, “modaya tabi” görünüyor. Bizce, bütün manevi hayatımızdaki bu umumi vasfın, bu müşterek noksanın sebebi, felsefeyi ahlaki düstur, siyasi kaide olarak kullanmamız; İskoçya filozofu Hamilton’un bir tabirine göre, “ilimle imanı birbirine karıştırmamız”dır...” Not: Hilmi Ziya Bey, makalesinin bundan sonraki bölümlerinde, dogmatik düşüncenin tehlikeleri ve bizdeki sistematik düşüncenin eksikliği üzerinde durmaktadır.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle